Ülkemizde özellikle festivaller kapsamında filmlerini izleme şansını bulduğumuz yönetmen Claire Denis, ülkesinin (Fransa) sinemasında bile ayrıksı bir yere sahip. Denis'in yönettiği filmler hiçbir zaman çok ciddi ticari başarı getirmiyor ancak yönetmen 30 yılı aşkın bir süredir özgün ve sonrasında ciddi fikir ayrılıkları ile tartışmalar yaratan yapımlar çıkarmaya devam ediyor. Doğal olarak Denis’in bu ‘kişisel’ ve özel sinema yolculuğuna dünyanın önemli film festivalleri de ilgisiz kalmadı. Yönetmen başta Cannes Film Festivali olmak üzere birçok defa festivallerden davet aldı, filmleri festival seçkilerinde yer buldu.
Nitekim geçen şubat ayında, Berlin Film Festivali'nde, bir Paris dramını anlatan "Bıçağın İki Yüzü" (Amour et Acharnements) filmi ile ‘En İyi Yönetmen’ Altın Ayı Ödülü'nü kazandıktan birkaç ay sonra yönetmeni Cannes resmi seçkisinde, bu sefer çok daha değişik bir konuyla, 2021 yılında Nikaragua gibi beklenmedik bir yerde üstelik İngilizce çekilmiş bir yapımla buluyoruz. Üstelik Cannes’a birçok defa davet edilen Denis’in 1986 yılında "Chocolat" adlı ilk uzun metrajlı filminden tam 36 sene sonra ikinci defa festivalin Resmi Seçkisi'nde (Sélection officielle) yer bulması, film hakkında beklentimizi daha da arttırıyordu. Ancak ne yazık ki "Öğle Güneşinde Yıldızlar" (Stars at Noon) Cannes’da ‘Büyük Jüri’ Ödülü'nü kazanmasına rağmen bizce başarısız, hedeflediği noktaları ‘ıskalayan’ ve yönetmenin ‘takılmalarından’ dolayı dengesini kaybeden bir film.
Konudan bahsedecek olursak: 2021 yılında Nikaragua’da Sandinist devrimin etkileri hala geçmemiştir ve ülkede yaklaşan bir seçim olmasına rağmen ağır bir sıkı yönetim havası hakimdir. Bir ara ülkedeki rejimi eleştirmiş olan Amerikalı gazeteci Trish, parasız ve pasaportuna ‘el konulmuş’ bir şekilde Nikaragua’da sıkışıp kalmıştır. Cazibesini kullanarak (bazen yatmaya (!) kadar giderek) araya başkan yardımcısı veya subay gibi bağlantılarını koyup ülkeden ayrılmaya çalışsa da durum değişmemektedir. Bir gün lüks bir otelin barında esrarengiz bir İngiliz adamla tanışır ve aralarında kısa sürede aşka dönüşecek bir ilişki başlar. Ancak ülkedeki karışık durum ve kendilerini içinde buldukları diplomatik komplo hayatlarını tehlikeye sokacaktır.
‘PUSLU’ BİR SENARYO
"Öğle Güneşinde Yıldızlar" (Stars at Noon), yönetmenin gücü kadar zayıflıklarını da gösteren bir yolda ilerliyor: Claire Denis, alışkın olduğu gibi filminin hikâyesinden ziyade (sinematografik) anlatım diline önem veriyor. Eğer filmin bulunduğu ve işlediği dönem ciddi bir önem taşımasaydı bu estetik kaygıyı ön plana çıkarma tutumu kabul edilebilirdi ama burada durum nerdeyse tam tersi… Senaryosunu, her ne kadar Nikaragua’daki Sandinist devrimi canlı canlı yaşamış gazeteci Denis Johnson’nın romanının bir uyarlaması olarak kurmuş olsa da ülkedeki çalkantılı politik durum ve jeo-politik çekişmeler yönetmenin sanki hiç ilgisini çekmiyor! Filmini politik bir tarafa çekmek istememesi tercihine saygı duyulabilir ama yine özellikle gazeteci bir başkarakterin, politik açıdan adeta fokur fokur kaynayan bir ülkede asıl olaydan bu kadar kopuk olması pek anlaşılır bir şey değil!
Dolayısıyla Trish karakterinin yaptığı tüm fedakarlıklar, gazetecilik mesleğine tutkusundan değil daha çok çıkarcı ve bencilce ihtiyaçlardan kaynaklanıyor gibi duruyor. Puslu bir senaryo eşliğinde, zayıf ve değişkenlik göstermeyen bir dekorda, her tarafa koşuşturan silahlı askerler bize ana kahramanların üzerinde gezinen tehdidi hissettirmeye çalışıyor. Nafile bir çabayla…
İşin daha da kötü olan kısmı şu ki ana hikâyeye hareketlilik kazandırmak için nereden çıktıkları pek belli olmayan yan karakterler zaten bulanık bir senaryoyu daha da karıştırmaktan başka bir işe yaramıyorlar, baştan beri takip etmekte zorlandığımız bir hikâyeye ekstra bir ağırlık katıyorlar.
YÖNETMENİN HEDEFİNE VARMAYAN AMACI
Dolayısıyla altını çizelim: Yönetmenin önem verdiği hikâyeden çok karakterler oluyor. Claire Denis’in açıklamasına göre istediği, ‘karakterlerin bulundukları tehlikeli ortamdan dolayı sadece burada aralarında filizlenebilecek bir aşk hikâyesini’ anlatmakmış. Dolayısıyla ondan yine Nikaragua’yı anlatan Ken Loach’ın "Carla’s Song" (1998) tarzı politik bir film beklemek biraz haksızlık olur. Ama bizce kağıt üstünde amaç iyi dursa da uygulamada sonuç hüsran oluyor! Başkarakterlerin aralarındaki konuşmalar çoğu zaman o kadar bayat ve yaratıcılıktan yoksun ki oyuncuların kişilik kazandırmak istedikleri karakterler deyim yerindeyse ‘yokuş aşağı’ gidiyorlar. Daniel ve Trish’in klişe kokan tanıtımları ne eylemlerini inandırıcı kılıyor ne de bu uzun yolculuk sırasında minimum bir değişim geçirmelerine alan açıyor. Ana kahramanlarımız önlerine çıkan her engeli bir huşu ve sükûnet içerisinde karşılıyorlar (oysa her an öldürülme riskleri var!), bu arada sık sık sevişmeyi de ihmal etmiyorlar! Gerekliliği son derece tartışılır bu sevişme sekansları da bizce herhangi bir duyguyu vermekten yoksun.
Trish rolünde ünlü oyuncu Andie MacDowell’ın kızı Margaret Qualley, bütün çabasına rağmen senaryonun kurbanı oluyor. Karşısında Robert Pattinson ve Taron Egerton’nın elinden geçtikten sonra Daniel rolünü alan Joe Aleyn’de de durum pek farklı değil. Bir de aralarındaki ‘kimyanın’ da pek tutmadığını itiraf etmemiz gerekir. Oysa filmde konuk oyuncu gibi olarak çok kısa görünen (üstelik Skype ekranında) usta oyuncu John C. Reilly böyle bir senaryoda bile nasıl bütüncül bir karakter çizilebileceğinin adeta dersini veriyor. Tabii aralarında ciddi bir deneyim farkı var ama neyse.
Sonuç olarak filmi izledikten sonra kendimizi yönetmenin başlangıç isteğinin ne olduğunu tam kavrayamadığımız bir bilinmezlik ‘dalgasında’ buluyoruz. İyi niyetle bakarsak belki egzotik ve olağanüstü bir ortamda iki kararsız karakterin tutkulu aşkını izliyormuş hissiyatına kapılabiliriz. Ama filmin Nikaragua gibi bir ülkenin geçirdiği sancılı politik süreçleri ve karışmış her ülkeye ‘burnunu sokan’ ve daha da sorun yaratan Amerikan yönetimini elinin adeta tersiyle iten, garip bir ritimle akan, dramaturgi eksikliği çeken ve ruhsuz karakterler gösteren "Öğle Güneşinde Yıldızlar", nasıl Claire Denis’in elinden çıkmış anlamakta doğrusu zorluk çekiyoruz. Daha da garibi filmin Cannes’ın resmi seçkisine girmesi ve ödül alması oluyor…