Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’la Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump arasındaki üç tartışmadan ilki 27 Eylül akşamında gerçekleşti. Üç tane başkanlık adayları, bir tane de başkan yardımcılığı adayları arasında toplam dört münazarayı kapsayan bu tartışmalar, iki partinin de üyesi olduğu Başkanlık Tartışmaları Komisyonu (CPD, Commission on Presidential Debates) tarafından düzenleniyor. Komisyon, 15 Ağustos’ta Liberteryen Parti adayı Gary Johnson ve Yeşil Parti adayı Jill Stein’ı es geçerek sadece Clinton ve Trump’ı tartışmaya davet etti. Komisyona göre Johnson ve Stein mevcut anketlere göre yüzde 15’in altında oy aldıkları için tartışmaya katılma kriterlerine uymuyor. Komisyon kurulmadan önce, 1976’dan 1984’e üç seçim döneminde başkanlık tartışmalarını düzenleyen Kadın Seçmenler Cemiyeti (League of Women Voters), 1988’de Bush ve Dukakis’in üçüncü bir adayı dışlama üzerine anlaşması üzerine düzenleyiciliği bırakmıştı. Cemiyet açıklamasında iki kampanyanın bu talebinin Amerikan seçmenine karşı işlenen bir dolandırıcılık suçu olduğunu ifade etmişti. Bu seçim kampanyasında dört parti adayını ve bir bağımsız adayı (Evan McMullin) bir araya getiren tartışma, 25 Ekim’de Hür ve Eşit Seçimler Vakfı (Free & Equal Elections Foundation) tarafından düzenlenecek. Daha önce bu platforma katılmayı reddeden Demokrat ve Cumhuriyetçi adaylar bu sefer herhalde potansiyel oylarının kayabileceği adaylarla tartışmayı kabul etmişler.
EKONOMİ MODELİ
Moderatör NBC haberden gazeteci Lester Holt, kamuoyu yoklamalarında ön sıralarda yer alan konulara dayanarak temel başlıkları şöyle belirlemiş: Refaha ulaşmak, Amerika’nın yönü, Amerika’nın güvenliğini sağlamak (Tartışmanın tutanaklarına şuradan ulaşabilirsiniz: https://www.washingtonpost.com/news/the-fix/wp/2016/09/26/the-first-trump-clinton-presidential-debate-transcript-annotated/). Öncelikli konu tabii ki refah meselesiydi. Bu cephede iki taraf da neoliberalizmin sağ ve sol kanat tezlerini dile getirdiler:
Trump klasik neoliberal ekonomi anlayışına sadık kalıyor. Buna göre, ekonomik büyümenin gerçekleşmesi, istihdamın genişlemesi ve böylece refahın artması için öncelikle zenginliğin önündeki engellerin kaldırılması gerekiyor. Vergi indirimleri ve sermayeyi kısıtlayan çeşitli düzenlenmelerin kaldırılmasıyla, zenginlerin eli rahatladıkça ekonomiye yatırım yapacaklar ve böylece istihdam yaratılacak. Hükümetin cebine para koyduğu ve önünü açtığı zenginlerin yatırımla zenginliklerini yavaş yavaş tabana yayacaklarını ileri süren bu yaklaşıma “aşağıya sızma” (trickle-down) adı veriliyor.
Clinton ise, kocası Bill Clinton’ın başkanlık yaptığı 1990'ların ortasından beri oluşan ve kurumsal düzenlemenin piyasa işleyişi için vazgeçilmez olduğunu kabul eden bir yaklaşım öneriyor. Neoklasik “aşağıya sızma” yaklaşımına karşı bu kurumsalcı yaklaşım ekonomik büyümenin hükümetin eğitim, sağlık, araştırma geliştirmeyi desteklemesi tezine dayanıyor. Yani mesele hükümetin zenginlere mi, yoksa orta sınıfa mı gelir transferi yapacağı (ABD’de ana akım söylemin işçi sınıfını da orta sınıf kabul ettiğini belirtmek lazım).
Tartışmada Trump iş dünyasındaki tecrübesi ve zenginliğiyle övünerek (geçen yıl geliri 694 milyon doları bulmuş), 20 trilyon dolar borç ve yılda 800 milyar dolar dış ticaret açığı olan ABD’nin ekonomisini düzelteceği vaadinde bulundu. Clinton ise, Trump’ın altı defa iflas ilan ettiğinden ve Wall Street ve yabancı bankalara olan borcunun 650 milyon dolara ulaştığından bahsetti. Clinton yıllardır başkan adaylarının yaptığının aksine, Trump’ın vergi iadesi belgelerini de açıklamadığını, Trump da Clinton’ın Dışişleri Bakanı’yken kendi kişisel hesabından yaptığı 33 bin yazışmayı gizlediğini vurguladı. Trump kendisini iş bitirici bir girişimci, Clinton’ı yerleşik düzenin bir dişlisi olarak sunarken; Clinton kendini alınteriyle çalışıp çocuklarını okutabilmiş bir babanın kızı, Trump’ı da Amerikan sınıf atlama rüyasının düşmanı hırslı bir zengin işadamı olarak çerçevelemeye çalıştı. Dolayısıyla refah tartışması hem sağ hem sol popülizmin halkın çıkarının koruyuculuğunu iddia ettiği temel ve kimlik kurucu bir alan olarak öne çıkıyor.
IRKÇILIK VE “GÜVENLİK DEVLETİ”
Amerika’nın yönü başlığında asayiş sorunları ve moderatör Holt’un deyimiyle “ırk ilişkilerinin kötüleşmesi” tartışıldı. ABD’de giderek yükselen bir ırkçılık dalgası ve buna karşı oluşan protestolar seçim kampanyasına da damga vuruyor. Trump ve Clinton arasındaki tartışmanın odağında eski New York kenti belediye başkanı Bloomberg’ün uygulamaya soktuğu “Durdur ve Üstünü Ara” (Stop and Frisk) politikası vardı. Clinton, New York’taki bir mahkemenin bu uygulamanın Siyah ve Latinlere karşı ayrımcılığa yol açtığını ve dolayısıyla anayasaya aykırı olduğunu tespit ettiğini belirtti. Yargıcın “polis-karşıtı” olduğunu ileri süren Trump’a göre ise, belediye başkanı yargıcın kararını temyiz etmediği için bu yargı kararı sayılmazdı, kimseyi de bağlamazdı. Başka yerlerde bu uygulamalar devam ediyordu. Eğer New York belediye başkanı bu davayı temyiz etse ve dava Anayasa Mahkemesi’ne taşınsa, o vakit mahkemenin alacağı karar federasyona dahil her yerde geçerli olurdu.
Trump’ın ırkçılığı meselesi de gündeme geldi. Elbette kendisi bu iddiayı reddetti Ancak Başkan Obama’nın doğuştan Amerikan vatandaşı olduğunu neden ısrarla sorguladığı sorusuna doğru dürüst bir cevap veremedi. En önemlisi Trump’ın 1973’te Adalet Bakanlığı’nın ırk ayrımcılığı için açtığı bir soruşturma ve mahkeme sürecinden suçu kabullenmeden, para ödeyerek sıyrılmasına ilişkin yoruma cevap verememesiydi. Evet, para ödeyip kurtulmuştu. Trump’a göre böyle eylemler bir insanın “akıllı” olduğuna işaret ediyor. Trump’ın gerek New York kentindeki anayasaya aykırı üst aramalar gerekse kendisinin 1973’teki davasına ilişkin tutumu, vergi borcu sorusuna ilişkin tutumuyla örtüşüyor: Adalet ve kanun güçlünün adaleti ve kanunudur. Trump Clinton’ı “kanun ve düzen” (law and order) kelimelerini hiç anmadığından ötürü eleştiriyor.
DIŞ POLİTİKA VE "MİLLİ GÜVENLİK"
Başkanlık tartışmalarının dış politikayla ilgili son bölümünde Türkiye’nin adı hiç geçmedi. İki aday arasındaki tartışmanın odağında ABD’nin müttefikleriyle nasıl bir ilişki kurması gerektiği yatmaktaydı. Trump kurumsallaşmış ittifaklara şüpheyle baktığı mesajını vererek aslında Bush’un tek-taraflı diplomasisini onayladığını gösterdi. Bush’un Irak Savaşı’na karşı olduğunu iddia etse de, Trump’ın bu pozisyonu Irak Savaşı’nı Senato’da ayakta alkışlayarak onaylayan Clinton’ı köşeye sıkıştırmak için benimsediği açık. Trump’ın Bushvari bir ittifak anlayışında olduğunun kanıtı şu iki cümlede gizli:
“NATO hakkında çok düşünmedim”.
“Bize milyonla araba satan Japonya gibi bir devi savunamayız”.
Amerikan jeopolitiğinin en temel tespiti, ABD’nin jeostratejik avantajının iki tarafı okyanuslarla çevrili kıtasal bir ada olmasında yattığıdır. Trump’ın gerek Atlantik gerek Pasifik cephesinde ABD’nin askeri varlığına imkan tanıyan ittifaklara dair bu sözleri kof böbürlenmeden başka bir şey değil. Trump’a göre, ABD küçük müttefiklerini koruyacaksa onlar da bunun karşılığını ödemeli. ABD’nin, AB’nin bağımsız bir askeri güç oluşturmasını engellemesi, Obama’nın Okinawa’da yeni bir üsse karşı çıkan Japonya Demokratik Partisi hükümetini alenen azarlaması ve aşağılaması küçük müttefiklerin ödeme yapmadığı iddiasını çürütüyor. Ancak Trump için bu aşamada önemli olan kendini para kazanmayı ve kazandırmayı bilen bir aday olarak tanıtması. Bu taktiği ise Clinton’a Trump’ı gayriciddilikle ve devlet adamlığına uygun olmamasıyla suçlaması için fırsat verdi. Derhal Güney Kore ve Japonya’daki Amerikan müttefiklerine ABD’nin yaptığı anlaşmalara sadık kalacağı mesajını veren Clinton, daha şimdiden başkanlık koltuğuna oturmuş gibiydi.
ORTADOĞU VE TÜRKİYE
İki aday arasındaki önemli bir tartışma da İran konusunda yaşandı. Clinton’ı İran konusunda pazarlık yapamamakla suçlayan Trump İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin ortak muhalefet edegeldiği ABD-İran nükleer anlaşmasına karşı bir pozisyon aldı. İmzalandığı günden beri bu anlaşmanın Beyaz Saray’ın yeni patronu tarafından benimsenip benimsenmeyeceği Ortadoğu’nun bölgesel güçlerinin en büyük merak ve kumar konusu. Başkanlık tartışmasından önceki hafta New York’taki BM Genel Kurulu toplantısı için ABD’ye gelen Netanyahu, hem Clinton hem Trump’la buluştu. Adaylarla bir araya gelmezden önce Obama’yla son bir defa görüşen Netanyahu başkanın kendisine önerdiği cömert askeri yardım anlaşmasını kabul ettiğini açıkladı. Obama birkaç aydır yürüttüğü bu askeri yardım diplomasisiyle İran politikasını güvenceye almaya çalışıyor. Başkanlık tartışmasında Clinton’ın aldığı pozisyon Obama’nın şimdilik başarılı olduğunu işaret ediyor. Clinton’ın Doğu Asya bağlamında dile getirdiği “ahde vefa” ilkesi, yani ABD’nin yaptığı anlaşmalara bağlı kalacağı taahhüdü, İran’la yapılan anlaşma için de geçerlidir elbette. Ancak Clinton, bunun da ötesine geçerek anlaşmanın temel mantığını savundu. Trump’ı “İran’ı bombalamayı mı düşünüyor” diye sorgularken, Clinton kendisinin temsil ettiği ve askeri güç kullanmaktan çekinmeyen liberal müdahaleci ekolün İran konusunda diplomasiye dayandığını ortaya koydu.
Clinton’ın verdiği bu mesajlar özellikle ABD’yi pazarlıkta zorlamak için İsrail ve Suudi Arabistan’la iş tutan Ankara açısından önem arz ediyor. Bu üçlünün ortak çıkarı sınırlı olduğu için, ABD’nin sıkı markajına dayanıp dayanamayacakları kuşkulu. Sap gibi ortada kalmanın riskini nasıl sigortalayacakları da merak konusu. Clinton’ın satır arasında verdiği bir diğer önemli mesaj, Rakka operasyonunun Arap ve Kürt “müttefiklerin” (!) sayesinde gerçekleştirileceği açıklamasıydı. IŞİD’e karşı stratejide de Irak’ın öncelikli olduğunu vurgulayan Clinton, bir yıl içinde Irak’ın IŞİD’den temizleneceğini ve sonra Suriye’de sıkıştırılacağını açıkladı. Bu önemli detaylar birilerinin uykusunu kaçırıyor olmalı. Kimin? Geçmişte Rusya’yla diplomasiye oturan Obama’ya karşı Rusya’nın ancak şiddet dilinden anladığını savunan Clinton’ın, Beyaz Saray’a geldiğinde PYD veya YPG’den vazgeçecek bir hamle yapabileceğini bekleyenler için. Clinton’ın Obama’yı Libya operasyonuna ikna ettiğini ve Libya’nın bugünkü halini bir arada düşünmek lazım. Buna, Obama’nın ABD’nin bölgedeki en etkili diplomatını da müdahale sonrasında, kontrolden çıkan Libya’da lince kurban verdiğini eklemeli. Amerikan kamuoyunun Irak sonrası askeri müdahale isteksizliğini de göz önüne alınca Clinton’ın Obama karşısında o gün pek şansı yoktu. Ancak bugün de Clinton’ın eski pozisyonuna dönme imkanı kalmamıştır, çünkü Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığı durumu tamamen değiştirmiştir. Bu bakımdan Suriye’de ABD’yi köşeye sıkıştırma taktikleri seçimlerden hemen sonra geri tepmeye başlayabilir.