Bu yazıya IŞİD’in TSK askerlerini öldürmesi haberlerinden sonra başladım. Henüz Reina Katliamı gerçekleşmemişti. Bu iki olay arasında Patrick Cockburn’ün kitabını okurken IŞİD’in stratejik hedefinin Türkiye olabileceği düşüncesini zihnimden kovamadım. Yazıyı bitirmeye kalmadan İzmir’deki saldırı gerçekleşti. Tam da bu yüzden IŞİD olayını daha etraflıca tartışmaya ihtiyaç var. Bu amaçla Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn’ün İslam Devleti’nin Yükselişi: IŞİD ve Yeni Sünni Devrimi adlı kitabını ele almak istedim (Aksi belirtilmediği müddetçe sayfa numalarına referanslar bu kitabın 2015 baskısınadır). Daha önce Financial Times’da muhabirlik yapmış olan yazarın kitabının yayınevi New Left Dergisini de basan Londra merkezli Verso Yayınları. Batı Marxizminin önemli mecralarından birinde yayınlanan bu kitabın Türkiye’de Batı Marxizmine pek de hoş bakmayacak çevrelerce çevrilip yayınlanabilir olması ilginç geldi.
Kitabın arka kapağında yakın danışmanı Sidney Blumenthal’ın Hillary Clinton’a yazdığı bir emailde Cockburn’ü “Irak’taki en doğru ve cesur gazetecilerden biri” olarak tanımlaması yer alıyor. Obama yönetiminin Libya’dan Suriye’ye silah ve insan akışını sağladığına ilişkin Amerikan gazetelerinin basamadığı haberleriyle tanınan Seymour Hersh ise “Bugün Irak’ta çalışan en iyi Batılı gazeteci” olarak tanımlamış Cockburn’ü. Hem Clinton’ın danışmanının hem de Clinton’ı Libya’dan Suriye’ye mücahit akışını sağlayan bir siyasetten sorumlu tutan Hersch’ün övgüyle bahsetmesi Cockburn’ün analizlerini takip edenlerin çeşitliliğini gösteriyor. Gerçekten de Cockburn’ün kitabı çok yönlü bir şekilde IŞİD olayını okuruna tarif ediyor.
TEMEL TEZ
Cockburn temel olarak cihatçı terörün kökünde Vahabizm ideolojisinin yattığını öne sürüyor. Müttefik olarak gördüğü Vahabizm sponsorları Suudi Arabistan ve Pakistan’ı hedeflemediği için ABD’nin “terörle mücadelesinin” (war on terror) de başarısız olmaya mahkum olduğunu söylüyor (138). Cockburn Bush yönetiminin 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yönelik El Kaide saldırılarına cevaben Afganistan ve Irak’ta başlattığı savaşları eleştiren gazetecilik ekolünün tutarlı bir savunucusu. Ona göre IŞİD’in ortaya çıkışı birbirini takip eden iki anın sonunda gerçekleşti: Önce Bush savaşlarının Tahran’a düşman Taliban ve Saddam Hüseyin rejimlerini devirerek İran’ı daha da güçlendirmesi ve sonra İran’ın güçlenmesine karşı Suudi Arabistan’ın Şii-karşıtı bir Sünni karşı-ayaklanma tertip etmesi. Bu esnada Suriye’de ABD’nin ayaklanmaya destek vermesi Irak’taki rejimin çökmesine ve IŞİD’in hakimiyetine yol açtı. Başka bir ifadeyle Suriye’deki Sünni ayaklanma, Iraklı Sünniler’i Bağdat’taki Şii hakimiyetindeki rejime karşı ayaklandırdı (4, 73).
MEZHEPÇİLİK MESELESİ
Genel hatlarıyla ABD’nin terörle mücadelesine dair teze katılmakla beraber Cockburn’ün IŞİD’i salt Vahabi ideolojisine indirgeyen yaklaşımını sorun buldum. Neden bu ideolojinin hakim hale geldiğini açıklarken bu yaklaşımının sorunları iyice ortaya çıkıyor. Cockburn’e göre Sünni İslam’ın Vahabileşmesi içinde yaşadığımız dönemin en tehlikeli gelişmesi. Vahabizmin güçlenmesinin arkasında da Suudi finansal ve siyasi gücü var (108). Amerikan Kongresi’nin 11 Eylül saldırısına ilişkin raporunda Suudi Arabistan’ın el Kaide’nin finansmanının kaynağı olarak belirlediğini hatırlatan Cockburn buna rağmen ABD veya BM tarafından terörizmi desteklediği öne sürülen kimse hakkında Suudilerin soruşturma açmadığını vurguluyor (101). Bu tespitlere geçen aylarda 11 Eylül mağduru ailelerin Suudi Arabistan’ı Amerikan mahkemelerinde dava edebilmelerinin önünün açıldığını eklemek lazım. Obama yönetiminin aksi yönde görüşüne rağmen Amerikan yargısı mağdurların Suudi Arabistan hakkındaki şikayetinin dava konusu olabileceğine hükmetti.
Cockburn Ortadoğu’daki mezhep çatışması konusunda sorumluluğu Suudi Arabistan’da görüyor. Suudilerin Şii yayılmacılığı konusundaki korkularını “isterik ve abartılı” olarak nitelendiriyor(102), ancak bu korku söyleminin Suudi rejiminin ayakta kalabilmesi açısından bir işlevle bağlantılandırmıyor. Bu nokta Cockburn’ün yaklaşımının en sorunlu yönünü oluşturuyor. Mezhep çatışmasının kökünde devletlerarası politikaları işaret ederken, devletlerin içindeki güç çatışmalarını mercek dışında bırakması kaçınılmaz olarak Cockburn’ün ideoloji faktörüne yoğunlaşmasına neden oluyor: Yani Vahabizme. İran’ın yayılmacı politikaları belki de bu yüzden usta gazetecinin radarından kaçıyor. Cockburn’ün anlatısında dile getirdiğim eksiklikleri yorumlayacak malzeme var aslında ancak analizinde bunlar sorunsallaştırılmamış.
COCKBURN’ÜN REALİZMİ
Cockburn’ün Ortadoğu’daki mezhep çatışmasını Suudi Arabistan ve İran arasındaki bir reelpolitik çatışmanın ürünü olarak değerlendirmesi uluslararası ilişkilerde realizm diye adlandırdığımız yaklaşıma benzer sorunlar taşıyor. Realizmin önemli referanslarından Prusyalı tarihçi Leopold von Ranke’nin tarihi “olduğu gibi yazma” iddiasının bir benzerine dayandırıyor Cockburn gazeteciliğini. Ancak inandırıcılık açısından gazeteciliğin tarihçilikten üstün olduğunu öne sürüyor. Cockburn’e göre akademik yorumdan geçirilmeden sunulan görgü tanıklığının çok daha yüksek bir güvenilirliği var (The Age of Jihad, pp. 12-13). Hatta münhasıran benim gibi mezhep çatışması tespitini indirgemeci bulan bir akademisyen için bir cevabı da var Cockburn’ün: “Bazı çok bilgili kimseler durumu kaba mezhep kategorileri kullanarak analiz etmeye itiraz edebilir. Öyleyse öyle, lakin mezhepsel ve etnik çatışmalar Irak, Suriye, Türkiye, Afganistan ve Yemen’de merkezi bir rol oynuyor” (The Age of Jihad, pp. 4-5). Ancak akademiyi televizyonda yoruma çıkan düşünce kuruluşu uzmanlığına indirgemesi veya akademiyi sadece hakim fikirleri savunan bir kurum olarak değerlendirmesi Cockburn’ün gözlemlerini yorumlama yeteneğini kısıtlıyor.
Bu bağlamda Cockburn’ün aktardığı tanıklıklar ve tespitler kuşkusuz ciddi bir kaynak niteliği taşıyor. Gazeteciliğe dair önemli uyarıları var. Örneğin, savaş muhabirliği terimini savaşın sadece muhabereye yoğunlaşarak tarif edilemeyeceği gerekçesiyle eleştiriyor (114). Çatışmaların yükseldiği dönemde “savaş sisi” adı verilen bir bilgi kirliliğinin oluşabileceğini kabul eden Cockburn buna rağmen savaşın barıştan daha sisli puslu olmadığını öne sürüyor. Ancak sonuçta kimin toprak kaybedip kazandığı saklanamaz diyor. Bu yüzden nominal itirazlarına rağmen sonunda çatışmaları anlatan gazeteciliğin önemini vurguluyor: “Savaş siyaset olmadan açıklanamayabilir, ama siyaset savaş olmadan anlaşılamaz” (125). Cockburn’ü bu tespitleri savaş ve siyasetin tanımına dair birtakım önkabullere dayanıyor. Bu önkabuller, yani Cockburn’ün açısı, kayda geçerilen tanıklığın güvenilirliğinde değil, yapılan yorumun tutarlılığı açısından sorun çıkarıyor.
MEZHEPÇİLİĞİN PANZEHİRİ MİLLİYETÇİLİK Mİ?
Cockburn, uluslararası ilişkilerde İngiliz Ekolü adı verilen ve “düzen” kavramını normatif bir öncelik haline getiren yaklaşımla bakıyor çatışmaya. Devletlerarası çatışmaları engelleyecek mekanizmanın ulus-devletlerin birbirlerinin egemenliğine saygı duyduğu bir düzende yattığı anlayışını öne çıkarıyor. Ana akım uluslararası ilişkiler disiplininde modern uluslararası sistemin doğuşu olarak işaret edilen ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’ndaki Katolik-Protestan mezhep savaşlarını bitiren Westphalia Anlaşması (1648) bu düzenin temeli kabul edilir. Cockburn’ün Ortadoğu’daki mezhep savaşını Katolik ve Protestanlar arasındaki 1618-1648 Otuz Yıl Savaşlarına benzetmesi bir tesadüf değil (94).
Mezhep savaşının çözümü de haliyle Westphalia’yla ortaya çıktığı öne sürülen modern devlet düzeni içinde yatıyor bu yaklaşımda. Başka bir ifadeyle: Ulus-devletin ve milliyetçiliğin tahkim edilmesi. Örneğin, mezhep çatışmasına milliyetçiliğin zayıflamasını neden olarak gösteriyor Cockburn. Arap ayaklanmalarını tecrübe etmiş ülkeleri kastederek “Bu devrim-sonrası devletleri birarada tutacak tutkal nedir” diye soruyor ve şu sonuca ulaşıyor: “Bu rejimlerin muhaliflerine göre milliyetçilik sadece acımacız diktatörlüklerin kendi iktidarlarına tutunma çabalarını haklı çıkaracak bir propaganda hilesiydi”. “Ancak” diye uyarıyor Cockburn “Milli birlik tarihi bir kurgu olsa bile milliyetçilik olmadan devletler dini mezhepler ve etnik gruplarla rekabet edebilmelerini sağlayacak bir ideolojiden yoksundurlar” (142-143).
Cockburn’ün yerleşmiş fikirlerin taşıyıcısı olarak burun kıvırdığı akademik çalışmalar milliyetçiliği merkezileşen devletin propaganda aracı olarak çok farklı açılardan irdelediler. Cockburn’e göre mezhepsel ve etnik çatışmanın nedeni ulus-devletin milliyetçilik yoluyla milli birliği sağlayamamış olması. Oysa bu zikrettiğim çalışmalar çatışmanın nedenini milliyetçiliğin kendisinde buluyor, milliyetçiliğin bir sınıf tahakkümünün aracı olduğunu vurguluyor. Bu noktada Cockburn’ün yaklaşımının milli egemenliği vurgulayan ve emperyalizmi ABD dış politikasına indirgeyen bir Üçüncü Dünyacı solculuğuna benzediğinin altını çizmek lazım. Suriye ve Irak konusunda İran gibi Rusya’nın politikalarının da Cockburn’ün radarının dışında kalması bir tesadüf değil. İran ve Rusya’nın (Çin’le beraber) uluslararası hukukta temsil ettiği tez, Soğuk Savaş yıllarında Üçüncü Dünyacı milliyetçiliğin temsilcisi Bağlantısızlar’ın öne sürdüğü uluslararası müdahalelere karşı kesin bir milli egemenlik iddiası. Kendi rejimlerini korumak adına Westphalia Düzeni’nin içişlerine karışmama ilkesini benimseyen bu devletler fiilen bu ilkeyi elbette sadece kendileri ve kendilerine eşit saydıkları devletler için geçerli kabul ediyorlar. Askeri müdahaleler ve darbelerle Ortadoğu’ya karıştığı için ABD hakkında kendi halkına anti-emperyalist söylevler atanlar Ukrayna’ya, Gürcistan’a, Ermenistan’a, Azerbaycan’a, Suriye’ye, Irak’a, Lübnan’a, Yemen’e istediği gibi müdahale etmekte beis görmüyor. Başka bir ifadeyle, Üçüncü Dünyacı emperyalizmin anti-emperyalist söylemi bu politikanın gerçek niteliğini gizliyor. Benzer bir şekilde emperyalizmi de ABD’ye indirgemek meselenin bir emperyalistler arası paylaşım savaşı olduğunu gözden kaçırıyor.
Bunların yanısıra Cockburn açısından önemli başka bir sorun daha var: Bir taraftan ulus-devletleri ve milliyetçiliği devlet sürekliliği ve düzen için vazgeçilmez görüyor. Ancak diğer taraftan Irak ve Suriye’nin yıkıldığını, İslam Devleti’nin kalıcı olduğunu iddia ediyor (144). İslam Devleti’nin kalıcılığı kuşkusuz varsayılan Westphalia Düzeni açısından büyük bir darbe olurdu. Ancak Cockburn’ün bu tespitinde bir acelecilik sezinleniyor. IŞİD’in belirli bir kalıcılığı olacağı kesin, ancak bu İslam Devleti adı altında belirli bir toprağa hükmedebileceği anlamına da gelmiyor. Irak ve Suriye’deki savaşın sonuçta IŞİD’in ülkesel hakimiyetine son vereceği öngörülebilir.
Cockburn’ün İslam Devleti’nin kalıcılığıyla ilgili tespiti pratikte kendisinin mezhep çatışmasına karşı tek çözüm olarak ulus-devlet milliyetçiliğini önermesiyle çelişiyor. Başka bir ifadeyle: Eğer ulus-devlet sınırları çöküyor ve Westphalia Düzeni’nin – yani mevcut uluslararası hukukun - dışında devletler oluşuyorsa milliyetçiliğin ölümü kaçınılmaz gibi görünüyor. Mevcut sınırlarını korusalar bile kendileri mezhep çatışmasının tarafı olan Şam ve Bağdat yönetimlerinin Sünni ahaliyi nasıl bir millet fikriyle birleştirip, barıştırabilecekleri tam bir muamma.
SURİYE VE SOL
Cockburn’ün ulus-devlet ve milliyetçiliğin düzen kuruculuğuna güvenen yaklaşımı Suriye yorumunu da etkiliyor. Ancak buna rağmen gazeteciliğin ürünü tespitler değerini koruyor.
Cockburn IŞİD’in Irak ve Suriye’deki hükümetlerine muhalefette hakim pozisyona geldiğini öne sürerek başlıyor kitabına. Suriye’de muhalefetin 2011-2012 ertesinde cihatçılar tarafından ele geçerildiğini söyleyen Cockburn başlangıçta ayaklanmada demokrat aktivistlerin varlığını da teslim ediyor. Bu noktada Türkiye’de Suriye’deki ayaklanmayı başından itibaren bir Müslüman Kardeşler ayaklanması olarak okuma eğilimindeki çevrelerden ayrılıyor. Cockburn’e göre dış müdahale demokratları tasfiye eden ve mücahitleri güçlendiren bir şekilde çatışmayı askerileştirdi. Şam’ın hususi katkılarının gözardı edilmemesi gerektiği bir askerileşme sürecinde demokrat muhalefetin barış neden başarısız olduğu dünyadaki tüm demokratların yakından ilgilenmesi gereken bir sorundur.
Cockburn’e göre:
“Suriye devriminin dejenere durumu ülkenin 2011 öncesindeki derin siyasi, dini ve ekonomik uzlaşmazlıklarından ve bu uzlaşmazlıkların o tarihten itibaren dış müdahaleler tarafından sömürülmesi ve şiddetlendirilmesinden kaynaklanıyor” (83).
Cockburn bu mevcut uzlaşmazlıkların yanında Arap ayaklanmalarında demokrat muhalefetin şu hatayı yaptığını ileri sürüyor:
“Sokak protestolarının başlangıçtaki başarısı aşırı bir özgüvene ve fazlaca kendiliğinden eylemlere dayanmaya yol açtı; Belirsiz bir insancıl gündemin ötesinde liderlik, örgütlülük, birlik ve politikalara ilişkin ihtiyaçlar ihmal edildi” (117).
“Devlete karşı direniş muhalif hareketlerin tecrübeli bir milli liderlik ve siyasi bir program oluşturmasına izin vermeyecek derecede hızlı bir şekilde askerileşti” (150).
Türkiye’den bir okur için bu tespitleri Gezi protestolarının ışığında okumamak mümkün değil. Aceleci karşılaştırmaların yüzeysel kalması kaçınılmaz. Ancak Wall Street’i İşgal Et hareketinden Tahrir Meydanı’na kadar güncel kitle hareketlerinin ortak sorunu olan örgütlülük sorununu dile getirmesi bağlamında Cockburn’ün tespitlerinin değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Cockburn’ün tespitleri şu anda bu demokratların ne yapabileceği konusunda pek yol göstermiyor. Cockburn olmayacağını bildikleri halde Esad’in gitmesini önkoşul yapan muhaliflerin sadece savaşın devam ettirdiklerini öne sürüyor (93). Bu noktada BM çabalarının boşa çıkarılmasının bugünden bakınca ciddi bir hata olduğu ortaya çıkıyor. Cockburn bu tip uzlaşmazlıkların Kuzey İrlanda gibi yerlerde de ortaya çıktığını ve nefret ve korkunun tarafları taviz vermekten alıkoyduğunu belirtiyor (93). Westphalia gibi uzlaşılan ilkelere dayanan kapsamlı bir anlaşmaya ulaşılamadığı bir ortam da ise Suriye’de zaman zaman rastlanan yerel mütarekelerin arttırılmasını öneriyor (149).
Cockburn’e göre şu anda Suriye krizi birbirini azdıran beş farklı çatışmadan oluşuyor: 1) Yolsuz ve acımasız bir diktatörlüğe karşı gerçek bir halk isyanı; 2) Bu isyanın kısa zamanda iç içe geçtiği Sünnilerle Aleviler arasındaki bir çatışma; 3) Bu çatışmanın bir parçası haline geldiği bölgedeki Sünni-Şii çatışması; 4) ABD, Suudi Arabistan ve Sünni devletlerin bir tarafta, İran, Irak ve Lübnanlı Şiileri diğer tarafta olduğu bir çatışma; 5) Libya müdahalesinden beri kötüleşen Moskova ve Batı arasındaki çatışma (94). Bu tarif Suriye’deki çatışmanın farklı boyutlarını ortaya koyması nedeniyle dikkat çekici. Ancak Ankara ve Washington arasında YPG konusundaki çatışmayı hesaba katmaması açısından da eksik. Yani Suriye’deki çatışma yumağını Cockburn’ün saydığı beş çatışmadan daha karmaşık bir şekilde incelemeye ihtiyaç var.
Cockburn’ün kitabı Türkiye’nin dış politikasına ve Kürt politikasına yönelik ciddi eleştiriler de içeriyor. Bu açıdan Türkiyeli okurun ilgisini çekecektir. Kısa ve rahat okunur bir düzyazı. Kendisinin pek itibar etmediği akademik camia için faydalı bir kaynak.