'Çocuğun yüzünü saklayıp sesini daha çok duyurmalıydık'

Akademisyenlere göre, görüntü alınması, paylaşılması ayrı bir süreç, tekrar tekrar paylaşılması ayrı bir süreç, platformun buna alan açması, algoritmanın bunu öne çıkarması ayrı bir süreç.

Abone ol

Aylin Dağsalgüler*

DUVAR- Depremle ilgili farklı mecralardan takip ettiğimiz haberleri, içerikleri konuşmaya devam ediyoruz. Prof. Dr. Halil Nalçaoğlu, Dr. Esra Ercan Bilgiç, Dr. Yusuf Yüksekdağ ve Dr. Sarper Durmuş ile gerçekleştirdiğimiz sohbetin ikinci bölümünde çocukların nasıl haber konusu yapıldığına ve haberlerden nasıl etkilendiklerine yoğunlaşıyoruz. 

Tartışılması gereken bir diğer kavram da ‘afet pornografisi’. Enkazdan çıkan fotoğraf albümünden fotoğraf seçip enstantane ile paylaşmak, görüntülere eklenen müzikler, mucize kurtuluş videoları, çocuk, genç yaşlı herkesin en mahrem alanına giren kameralar, özel mektuplar, notlar... Burada bir iştah var. Afet alanını bir çeşit performansa dönüştürmek var. Performans haberciliği diye bir kavram uygun olur mu bilmiyorum. Halil Hoca'nın biraz önce söylediklerinde de performans kelimesi vardı. Orada pozitif anlam da var elbette. Ama bir negatif anlam da içeriyor diye düşünmüştüm ben. Tüm bu kaosun ortasında kalan çocuklar var. Çocukları kendi performanslarına alet eden siyasetçiler, haberciler var.

Esra Ercan Bilgiç

Esra Ercan Bilgiç: Konunun yetişkinlerle ilgili kısmını size bırakarak daha çocuk odaklı düşüneyim istiyorum. Deprem haberciliği, sosyal medya, deprem ve çocuklar dediğim zaman benim aklıma iki şey birden geliyor. Birincisi, depremin mağduru olan, göçük altından çıkarılan, depremzede olarak özellikle görüntüleri kullanılarak nesneleştirilen, mikrofon uzatılan çocuklar. Bu konuyla ilgili pek çok dernek, oluşum çocuk hakları temelli bakış açısından konuya dikkat çeken ve çocuğun üstün yararını öncelemek gerektiğini vurgulayan paylaşımlar yaptı, yapıyor. Bir de ikincisi, depremi anlamaya çalışan, depremi izleyen, televizyona veya sosyal medyaya bakarak ne olup bittiğini anlamaya çalışan, izleyici konumunda çocuklar var. İkincisinden başlayacağım. Evet akademik olarak bir şeylere bakıyoruz ama bir yandan da bu ülkenin vatandaşı olarak pek çok farklı kimliğimizle de bakıyoruz olup bitenlere. Ben bir kadın olarak, bir anne olarak önce şunu düşündüm: deprem ülkesinde yetişmiş, büyümüş, yaşayan ve çocuk yetiştiren bizlerin hayatımızın her anında depremle yaşama bilinci neden yerleşmemiş, neden yok? Oğlum on yaşında ve dedi ki “deprem ‘çök!, kapan! tutun!’dan daha fazla bir şeymiş, aslında bu yıkıntılar olmayabilirmiş”. İzledikçe, depreme hazırlanma dediğimiz şeyin enkaz altında kalırsak hangi pozisyonda durunca hayatta kalacağımızdan ya da deprem çantamıza ne koyacağımızdan daha fazlası olduğunu, bunun mühendislikle, bilimle, siyasetle ilgisini idrak etti oğlum. Ben bunu çocukların bilgilenme hakkı çerçevesinde önemli buluyorum ve bir daha depremin olmasını beklemeden, çocuk ve yetişkin vatandaşlara yönelik çok daha rasyonel, bilimsel bir deprem eğitimi ve bilinci verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Londra’da yangın ihtimali, tehlikesi, bilgilendirmesi, diğer bir deyişle yangın iletişimi hayatın tam içindedir, her an. Bu gerçekten bir iletişim meselesi. Bütün binalarda, bütün yurtlarda, bütün sokaklarda yangın ihtimaline karşı devamlı uyarılar görürsünüz çünkü geçmişte yaşanan yangınlar unutulmamış. ‘99 depremini ve öncekileri, sonrakileri yaşamış bir ülke olmamıza rağmen, deprem bizim hayatımızın tam içinde olabildi mi? 1999 depremini çok iyi hatırlayan biri olarak soruyorum: on yaşına gelen oğlumun, on iki yaşına gelen kızımın hayatının hep içinde oldu mu bu konu? Hayır olmadı. O zaman buradan ‘agenda setting’, yani gündem belirleme konusuna geliyoruz, depremin bu ülkede hiç gündemden kalkmaması gerekiyordu, bundan sonra da hep gündemde kalması gerekiyor. Türkiye'de medyanın en önemli sorumluluklarından biri bu diye düşünüyorum. Deprem iletişimi konusunu diri tutmak. Üniversitelerin de yerel yönetimlerin de en önemli sorumlulukları arasında bu olmalı. Çocuk izleyiciler hususunda bir diğer husus elbette ekranlara yansıyan bu büyük acının, görüntülerin, çocuklar üzerinde yaratabileceği, farklı yaş düzeylerine göre değişebilecek travmatik etkileri. Bu konuda da psikoloji alanından çok kıymetli hocalar çok kıymetli öneriler paylaştı, paylaşıyor, ailelerin bunları dikkate almaları gerekir. 

ÇOCUĞUN ÜSTÜN YARARINI GÖZETME KONUSU GAZETECİNİN VİCDANINA, ETİK ANLAYIŞINA, DEĞERLERİNE KALIYOR

İletişimci perspektifinden diğer hususla devam edeyim. Deprem bağlamında çocukların haberleştirilmesi üzerinden gittiğimiz zaman bizim temel referansımız kuşkusuz Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi. Sözleşmenin dört temel ilkesi var; (1) ayrım gözetmeme ilkesi, (2) çocuğun yüksek yararı ilkesi, (3) çocuğun yaşama ve gelişme hakkı, (4) çocuğun katılım hakkı. Şimdi bütün bunlar üzerinden bakmamız lazım bizim deprem haberlerindeki çocuklara. Öyle baktığımız zaman, ayrım gözetmeme ilkesi ile başlayabiliriz. Ayrım gözetmeme dediğimizde karşımıza çıkan meselelerden biri mültecilere yönelik bir takım ayrımcı söylemlerin sosyal medyada üretilmesi oldu, mülteci çocuklar da buna dahil. Böyle bir durumda mülteci veya Türk vatandaşı çocuklar arasında hiçbir ayrım yapılamayacağını çok net ve kesin söylemek lazım. İkinci temel ilke, çocuğun yüksek yararı. Deprem haberciliğinde çocuk görüntülerinin kullanılması pratikte şu soruya neden oluyor bazen: Kamunun bilgilendirilme hakkı mı yoksa çocuğun yüksek yararı mı daha yüksekte tutulmalı? Daha yüksekte tutulması gereken çocuğun yüksek yararıdır, bana göre. Ancak gazetecilik üzerinden meseleyi ele alan biri, kamunun bilgilendirilme hakkı daha yüksektedir diyebiliyor.  Buradan da baktığınızda şu soruya varabiliriz, genel geçer bir gazetecilik kuralları kitapçığı, gazetecilerin bir anayasası var mı? Yok. Tüm gazeteciler şu, şu, şu ilkelere kesin uymak zorunda, buna yemin edelim, örneğin Hipokrat yemini gibi mesleki bir şey, böyle bir şey var mı? Böyle bir şey yok. Dolayısıyla ne oluyor? Gazetecinin vicdanına, etik anlayışına, değerlerine kalıyor iş. Çocuğun yüksek yararı mı, kamunun bilgilenme hakkı mı sorusunun cevabı pratikte sende, bende, BM’de, UNICEF’te değil, anda o haberi yapan gazetecilerde oluyor. Konu şu ki, o haberi o anda yapan gazetecinin bu mesele üzerine daha önce düşünmüş olması gerekiyor aslında. Hiç düşünmemiş bir gazeteci ise refleks olarak çocuğun yüksek yararının üstün tutulması gerektiği prensibini, etik ilkesini veya çocuk hakkı ilkesini gözetmeyebiliyor. Yine deprem ülkesi olan bir yerde, bunun üzerine çok konuşmamız, çok söylememiz, çok yazmamız lazım. Şimdi biraz daha ilerliyorum, geliyorum üçüncü temel ilkeye, çocuğun yaşama ve gelişme hakkı. Deprem söz konusu olduğunda örneğin refakatsiz çocukların yüzlerinin paylaşılması, sosyal medya kullanıcıları tarafından tekrar tekrar paylaşılması, afet sürecinde, her şey birbirine girmişken, sosyal medya kullanıcıları tarafından çocukların annelerini bulma umuduyla paylaşılması, paylaşanlar bakımından acaba çocuğun yaşama hakkını gözeten bir davranış mı? Çocukların görüntülerinin haberlerde, sosyal medyada paylaşılması aynı zamanda bir hak ihlali. Dolayısıyla bunun üzerine de düşünmemiz lazım. Nitekim sadece gazeteciler aracılığıyla olmuyor bu. Kurtarma görevlisi video çekiyor, sosyal medyaya koyuyor, ambulans görevlisi video çekiyor paylaşıyor. Paylaşanlar kamu görevlileri olabilir, sivil insanlar olabilir ama bu paylaşımlar aynı zamanda çocukların kişilik hakkı ihlali anlamına geliyor bir yandan. Ana rahmine düştüğü andan itibaren sağlıklı doğmak koşuluyla çocukların hukuken kişilik hakları var ve yine çocuklarla bağlantılı olarak kişisel bilgilerin paylaşılıyor, ifşa ediliyor olması, bu ifşa neticesinde aslında daha da belki kırılgan hale getiriyor çocukları. Daha fenası kimi durumda yaşama hakkına zarar veriyor. Öte yandan dijital ayak izlerinin yaratılıyor olması meselesi var. Üzerinde düşünmemiz gereken çok fazla şey var. Temel dört haktan biri çocukların katılım hakkı demiştim. Kimi durumda depremzede bir çocuğun seslenmek istemesi, sesini duyurmak istemesi, kendisiyle ilgili bir konuda aslında konuşmak istemesi çok önemli bir hak bir yandan. Ama bunun dramatize edilerek gösterilmesi, sosyal medyada paylaşılması ve defalarca paylaşılması aynı zamanda da bir hak ihlali. Peki bizim ilkemiz ne olacak? Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, gazetecilik etik ilkeleri gibi sosyal medya kullanıcılarının etik ilkelerine ihtiyacımız var belki de, değil mi? Hepimiz sorumluyuz. Bir görüntünün alınması ayrı bir süreç, paylaşılması ayrı bir süreç, tekrar tekrar paylaşılması ayrı bir süreç, platformun buna alan açması, algoritmanın bunu öne çıkarması ayrı bir süreç. İletişim tarafından baktığımızda meselenin pek çok ayağı var. Biz sıradan sosyal medya kullanıcıları olarak bir çocuğun görüntüsünü “like” ettiğimizde bile onun yayılmasını sağlamış, başkalarının önüne düşmesine aracılık etmiş oluyoruz.

Halil Nalçaoğlu

Halil Nalçaoğlu: Esra senin dediğin gibi bir cevabı da yok. Böyle kestirip atan yaklaşımlar da beni birazcık üzüyor. Burada böyle, başka yerde başka türlü olabilir. Yani işte Aylan bebek vakasında başka türlü olabilir. Ama bu depremde, çok sayıda çocuk resminin yayınlandığı bir vakada, acaba bu afetten çocukların da etkilendiğini görebilmek, bu anlayışa varabilmek için yüz otuz tane çocuk fotoğrafı mı görmemiz mi gerekiyor? Gerekmiyor tabii ki.

EEB: BBC Türkçe'nin bir haberi vardı mesela. Çok önemli bir haberdi bence. Sosyal medyadan takip ettim. Bu refakatsiz çocuk, annesi, babası olmayan devlet korumasına alınmış, hastanede yatıyorlar. Bir hemşireyi gösteriyor, konuşuyor. Çocukların ya kolunu ya bir saçını arkadan kendisini göstermeden, hani sesini duyuruyor çocuğun. Orada o dikkati, özeni gördüm.

HN: Bir hafta boyunca kaybolduğu düşünülen bir çocuk fotoğrafı gezdi sosyal medyada biliyorsunuz. Meğerse aslında kaybolmamış. Kaçırıldı dendi, çalındı dendi, organ mafyası dendi, meğer ailesi bulmuş çocuğu.

HABER YERİNE HABERCİNİN PERFORMANSI ÖNE ÇIKIYOR

Bir yandan da her şeyin o müzikle kurguya dönüştürülme hali var. Burada da gerçeği bükmek var. Gazeteciler, editörler, televizyoncular bu konuda sorumlu bir yayıncılığı, kamu yararını benimsemiyorlar.

HN: Bu depremi aşan bir problem. Yani ben bilinçli olarak ‘performans’ kelimesini kullandım. Performans, haber sunumunda son yıllarda Türkiye'nin bir özelliği oldu. Bilmiyorum başka ülke kanalını ben izlediğimde çok bunu görmüyorum. Bütün ana haber sunucularında görüyoruz, bir bakıyoruz birisi elini kolunu sallaya sallaya izleyiciye ayar veriyor, kızıyor, öfkeleniyor, bardak kırıyor. Adeta bilgi aktarmaktan çok doğru olduğuna inandığı fikirlere inandırmaya, ikna etmeye odaklanmış bir haber sunumu formatı çıktı.

Sair zamanda belki çok gözümüze batmıyor ama gerçekten büyük acı yaşayan travmatize olmuş insanların dünyasının arka planına bu müzikli performansların eklenmesi rahatsız edici. Gerçeği böyle dramatize ederek kurgulamak doğru gelmiyor bana. Özdeşleşme, duygu patlaması ve rahatlama dizgesi istenen çözüm olmasa gerek.

Sarper Durmuş

Sarper Durmuş: Müzikli VTR'ler bizi acaba duyarsız mı yapıyor? Ya da olayın ciddiyetini hissetmemizi mi sağlıyor? Bu tartışılabilir. Ölçülebilir mi bilmiyorum. İşin bir de herhalde mesleki boyutu var. Bu afet haber kanallarının aslında yeterince insan çalıştırmadığını da göstermiş oldu. Televizyon çalışanlarının da birtakım insani ihtiyaçları var tabii ki her saatte bir on dakika mola almaları gerekiyor. KJ'yi yazan ya da resim seçen medya emekçilerini düşünün. Bu on dakikalık molaya girdiğimiz zaman bizi izleyenler başka kanala gitmesinler düşüncesi var kanal yöneticilerinde. Bu da aslında performansın bir parçası. ‘Business’ın bir parçası. Yeterince ekip yok. Ekipler vardiyalı çalışamıyor ve on dakikada izleyenleri kaçırmak istemiyorlar. İşin bir de böyle bir boyutu var gazetecilik mesleği açısından…

AFET SIRASINDA HAK TEMELLİ GAZETECİLİK DAHA DA ÖNEM KAZANIYOR

Yusuf Yüksekdağ

Yusuf Yüksekdağ: Ben de hem görsel kullanımlarıyla ilgili hem de medya kuruluşları, medya çalışanları ve hatta tüm kuruluşların görevleri üzerine birkaç şey söylemek isterim. Bahsedildiği gibi, görsel kullanımlarına dair mutlakiyet arz eden söylemlere ben de katılmıyorum. Daha önce görebildiğim kadarıyla da, birçok yazıda zaten halihazırda acının temsili ile ilgili doğru-yanlış ikiliğinde bir şeyler belirtilmişti.

Benim düşüncem şu. Bunun tahlilini yapmak ilgili bireye düşüyor. Haberleştirdiğiniz özneye saygı duyun, doğru haber yapın, bireysel ve toplumsal zararı minimize edin gibi etik kodlar sadece yol gösterici olabilir. Bölgede tahmin edilemez, öngörülemez birçok gazetecilik ve yayın etiği çıkmazı ortaya çıkabilir. Bu tip soruların ve çıkmazların evrensel bir cevabı ve doğrusu olduğunu düşünmüyorum. O an, gazeteci, muhabir ya da editör bağlamı ve olası değerleri göz önüne alarak hızlı bir karar verebilmeli.

Ancak, arka planda bu tahlilin yapılması gerektiğinin farkındalığı ve bu değerlendirmede nelerin gözetilebileceğinin bilgisi gerekli. Birkaç noktaya sizler değindiniz zaten. Bu da aklıma şunu getiriyor. Şu an belirteceğim şey sınırlı bir gözlem ve haksızlık da yapıyor olabilirim. Ama birçok İletişim Fakültesi’nde etik ya da gazetecilik etiği ders ya da modülleri zorunlu ders programlarından kaldırılmış ya da işlevsiz hale getirilmiş gibi gözükmekte. Bunlara dair kafa yoran ve derslerinde değinen birçok akademisyeni tenzih ediyorum tabii ki. Ama bireysel bir çabadan çok kurumsal bir etos gerekli. Şu an bu önemli bir mesele gibi görülmeyebilir. Bunu da anlıyorum.

Etos demişken de şuna da dikkat çekmek isterim. Afet sırasında hak temelli gazetecilik daha da önem kazanıyor. Afetlerde, afetin kendisi ve afet yönetimi, türlü hakların önemi ve hak taleplerinin önüne geçebilir. Bir hak ihlali, “yahu şimdi onun sırası mı” diyerek küçümsenebilir. Ama afet gazeteciliği ve ortaya çıkan sorumluluklar sadece muhabir ve gazetecilerin sorumluluklarından ibaret değil. Bence temelde gözden kaçırılan şey de bu oldu. Bölgedeki gazeteci ve muhabirlere karşı da sorumluluklarımız var. Deprem bölgesindeki can kayıpları ve insani felakete tanıklık eden birçok muhabir var. İçinde bulundukları durumla, psikolojik durumlarıyla ilgili kendi kendilerine ne derece başa çıkabiliyorlar? Bu muhabirler psikososyal ve duygusal desteğe muhakkak ki ihtiyaç duyuyorlardır. Tanık oldukları acının karşısında belki de kendi durumlarını dillendirmekten dahi çekiniyor olabilirler.

Tüm kuruluşlar bir şeyler yapmaya, organize olmaya çalışıyor. Ancak her kurumun, öznelerini mobilize etmeden önce, onların ve yakınlarının fiziksel ve psikolojik durumlarıyla da ilgilenmesi gerekli. Bunu tetkik etmek de yöneticilerin görevi.

Son olarak; daha fazla “ses” duymaya da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. İhtiyaç kelimesini kullandım. Bu da doğru değil. Bu bir bakış açısının kendisine saygı meselesi. Deprem gerçekleşene kadar askıya alınan bilim insanı görüşlerine başvurmaktan öte bir şeyden bahsediyorum. Afetin ve daha da önemlisi afet politikalarının ve yönetiminin etkilediği depremzedeler, kadınlar, sığınmacılar, öğrenciler ve kurtarma çalışmalarına katılanlar ne söylüyor? Ne yaşadıkları üzerine buradan spekülasyon yapabiliriz. Ama onların bakış açısı ne? Gözden kaçırmış da olabilirim. Ama özellikle yurt dışından ülkeye gelen arama-kurtarma ekiplerinin tanıklıklarına çok nadiren başvurulması bana çok garip geliyor. Zarar gören ya da zarar görebilir birey ve gruplarla görüşmenin gerektirdiği bazı hassasiyet ve önlemler de mevcut tabii. Bunlar da gözetilerek biraz daha “ses” duyabilsek keşke.

* Dr. /İstanbul Bilgi Üniversitesi, Medya Bölümü Öğretim Üyesi