Narsistik karakterin en temel yakıtlarından biri “onay”, yani “dış referans”, çünkü vaktiyle çocukluğunda yeterince görülmemiş ve onaylanmamış olan bu kişinin tüm hayatı, başkalarının beğenisinin peşinde koşmakla geçiyor. Zamanında alamadığı gerçekçi onayı ve koşulsuz sevgiyi “telafi etmek” için türlü stratejiler geliştiriyor; büyüklenmeci bir sahte benlik örüyor kendisine…
Herkesin herkesi narsist olmakla suçladığı bir çağ bu… Hem de aynaya dönüp kendi yansımasına bakmaksızın…
Pompeii’deki duvar resimlerinden Rönesans’ta Caravaggio’nun ünlü yağlı boya tablosuna, Salvador Dali’nin eserlerine, psikanalizin en temel tartışma alanlarına, hatta Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’ne dek sürekli gündemde olan bu Yunan mitinin insani düzlemdeki karşılığından söz edeceğim bugün size…
Şule Öncü imzalı, Destek Yayınları etiketli “Hepimiz Narsistiz” başlıklı bir rehber kitaptan sonra bu konunun çocuk haklarına ve çocuk yetiştirmeye dair boyutlarını paylaşmasaydım bir yanım hep eksik kalacaktı.
Malum, “Ayının kırk türküsü varmış, kırkı da ahlat üstüne.” Ve malum, birçok meselenin kök nedeninde çocukluk yatıyor.
Sürekli kendini diğerlerinden büyük görme düşüncesi, herkesin hayranlığını toplama ve sürekli övgü görme ihtiyacı, diğerlerine yönelik ilgisizlik, başkalarını küçümseme ve empati noksanlığı ile ortaya çıkan ve ismine genel itibariyle “narsisizm” denilen bu ruh sağlığı durumu çok geniş bir spektrumda ortaya çıkıyor.
Bir toplumda narsistik kişilik bozukluğu oranının, yüzde 1 ila 5 arasında olduğu tahmin ediliyor.
Ancak bu yelpazenin bir ucunda “sağlıklı narsisizm” varken, diğer ucu -bir tür “ruhsal pandemi”ye dönüşen- “patolojik narsisizme” dek uzanıyor.
Şule Öncü’nün kitabında ise, hepimiz suyun “kaynağına” bakmaya ve “çöl büyür, yazık içinde çöller saklayana” diyen Nietzsche’ye inat çölleri küçültmeye davet ediliyoruz. Ve aslında çocuk haklarına dair güçlü bir bilinçlenmeyle birçok vaka patolojik hale gelmeden çözülebilir.
Zira patolojik narsisizm, çocuklukta normal kabul edilen ancak yetişkinlikte normalliğini yitiren ruhsal özelliklerin yaşam boyu sürmesi, özgüven düzeyinin, egosantrizmin ve duygusal hamlığın çocuklukta takılması… Öncü’nün tabiriyle “hayat acemisi olma hali”.
İnsan, diğer birçok canlıyla kıyaslandığında, prematüre doğan bir canlı. Yani belirsizliklerle ve yırtıcı uyaranlarla dolu dünyaya hazırlıksız -Samuel Beckett’i anarsak “yeryüzündesin ve bunun artık tedavisi yok”- ve olgunlaşmamış halde geliyor.
Öncü, insan canlısının “üç kez” doğduğunu söylüyor. Önce ana rahminden, ardından 3 yaştan sonra anneden ayrışıp “ben” rolünün işlevsellik kazandığı “ruhsal doğumla”, en son olarak da 11 yaştan 25 yaşa dek süren “sosyal doğum”un gerçekleştiği ergenlikle… Narsist kişi, ruhsal ve/veya sosyal doğumlarını gerçekleştirememiş, bu üç doğum aşamasını tamamlayamamış kişidir.
Ebeveynler ve bakımverenler, bebeğe -onun açısından bir ölüm kalım mücadelesi olan- ilk üç yılda sağlıklı ve güvende olabileceği bir bakım verip şefkat ve sabrı esirgememeli. Ancak burada da ince bir çizgi var.
Öncü’ye göre, “annesinin âşık olmadığı bebekler ve annesinin üç yaşından sonra âşık kaldığı çocuklar” narsist oluyorlar. Eğer çocuk bu üç yıllık dönemde yeterince “görülmez”se, “onaylanmaz”sa, “sevilmez”se, kişiliğinde narsisizmin tohumları atılıyor. Çünkü ortada Andre Green’in “ölü anne” (dead mother) olarak kavramsallaştırdığı, duygusal olarak erişilmez, bedenen orada ama ruhen olmayan kayıtsız, bencil veya depresif anne figürü vardır.
İkinci olarak, bebek bu üç yıllık dönemde gereğinden fazla şımartılırsa, uğruna kul köle olunursa, sağlıklı yetişkin narsisizmine geçiş yapamaz ve hayatının sonraki evrelerinde sürekli o “kayıp çocukluğunu” telafi etmeye çabalar.
Oysa “güvenli bağlanma” aşamasını geçen çocuk, ona bakımverenlerden yeterli güven duygusunu alır, prematüre doğuştan kaynaklı korku ve endişelerle başa çıkma gücünü kazanır; Öncü’ye göre, bu şekilde “ruhsal doğum için gerekli yakıtı” elde eder.
Dolayısıyla anne kucağından inip sosyalleşmenin başladığı bu süreçte kendisine akılcı sınırlar konmayan, tamamen başıboş ve ilgisiz bırakılan veya üstüne titrenen, “projeleştirilen”, herkesin ötesinde “harika ve dahi çocuk” görüldüğü için her şeyi yapmayı kendisinde hak gören çocuklar ileride zorbalıkla, şiddetle, sınır tanımazlıkla her şeyi elde edeceğini sanan narsistlere dönüşür.
Yani bugün bir tür çocuk istismarı ve çocuk ihmali yaşayan biri, yarının zorbası olabilir.
Dolayısıyla özellikle üç yıl yoğun bir bakım ortamında gelişen, yürüyüp konuşmayı öğrenen çocuğun pedagojik gelişim sürecinde ebeveynlerinden ve bakımverenlerinden zamanında ve ölçülü “onay” alması çok kritik. Çünkü narsist birey için başkalarının onun hakkında ne düşündükleri, onu beğenip beğenmedikleri en önemli mesele. Ona yönelik en ufak bir eleştiri veya kayıtsızlık ise, aniden “tehdit” olarak algılanabiliyor.
Bu süreçte örneğin yürümeye (yani “anneden uzaklaşmaya”) başlayan, tümgüçlülük haline doğru ilerleyen çocuğun dönüp arkasına bakarak bakımverenlerinin onayını alma sürecinde eğer baktığı yerde kimse yoksa, çocuğa doğru ve zamanında “geri bildirim” verilmemişse, yani yaptıklarının olumlu etkisine dair bir “aynalama” yapılmamışsa, kendisini “onaylanmamış” hissediyor; belirsiz sınırları olan bir dünyada özgürlük ile güven ihtiyacı arasında bocalıyor.
Bu durumda, yetişkinlik aşamasında karşısına çıkan herkesin suretinde, onay almadığı, yanında olmayan “hayali bir annenin” suretini görüyor veya onu arıyor.
Karşılaştığı kişilerden onun “ideal annesi” olmalarını beklerken, annesinden alamadığı güven ve onayı partnerinden aldıktan sonra ondan da (yani hayali anneden de) “özgürleşerek”, güya bir başka düzlemde “sosyal doğum” gerçekleştirip “büyüyor”.
Narsistik karakterin en temel yakıtlarından biri “onay”, yani “dış referans”, çünkü vaktiyle çocukluğunda yeterince görülmemiş ve onaylanmamış olan bu kişinin tüm hayatı, başkalarının beğenisinin peşinde koşmakla geçiyor. Zamanında alamadığı gerçekçi onayı ve koşulsuz sevgiyi “telafi etmek” için türlü stratejiler geliştiriyor; büyüklenmeci bir sahte benlik örüyor kendisine… Dışarıdan hiçbir şeyi umursamaz görünse de, kendi içinde oldukça kaygılı ve kırılgan olmaya devam ediyor.
Hatta, bunun bir uzantısı da ileride becerilerinden ve başarılarından emin olmadığı, başarılarının “şans eseri” olduğunu düşündüğü, kendisini beceriksiz ve değersiz algıladığı “imposter (sahtekar) sendromu”na dek varıyor.
“Protein sentezi bozuk bir hücre gibidir; sağlıklı onayı sentezleyemez. Onun yerine çöple beslenir; aşırı ilgi, övgü, hayranlık ya da korku, itaat ve hizmetle,” diye açıklıyor Öncü.
Çocukluğunda onay ihtiyacı gerçekçi ve mübalağasız şekilde doyurulmayan çocukların ileride ölçüsüz bir şekilde sürekli “sahnede olma” ve “sürekli alkışlanma” ihtiyacı, olur olmaz her saniyesini sosyal medyaya yansıtarak sürekli “beğeni” sayılarını sayma dürtüsü tam da bu yapmacıklık ve aynı zamanda kırılganlıkla bağlantılıdır.
“Sahne performansı” tam da o kırılgan ve büyüklenmeci maskenin her an düşebileceği gerçeğini dengelemek için sürdürülür.
Egosunun aslında yetersiz ve immatür olduğunu içten içe sezinleyen narsist, başkalarını kandırırken kendine rezil olmuşluğun utancı da hep derinlerinde vardır.
Dolayısıyla, diyor Öncü, çocuğa erken aşamada yaşam koşullarına karşı ebeveynleri ve bakımverenleri tarafından yeterli dayanıklılık -moda tabiriyle “rezilyans”- geliştirme fırsatı verilirse, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki gibi temel güvenlik ve fiziksel ihtiyaçlarının yanı sıra sevgi ve yakınlık ihtiyaçları, saygı ve benlik saygısı karşılanırsa, birey ileride sağlıklı yetişkin işlevselliğine kavuşabilir; ruhsallığını oluşturan manyetik yapı taşları birbiriyle birleşir; duygularını regüle edebilir; ruhsal patolojiden ve kişilik bozukluklarından kurtulabilir.
Diğer türlü, çocuklukta alamadığı geri bildirimi telafi etmek için sürekli hayranlık ve onay kazanma yarışına girer.
Ancak burada kritik bir nokta var: Çocuğun anneden ve diğer bakımverenlerden aldığı onay ve geri bildirim, onun benlik saygısını ve yeterlilik duygusunu geliştirecek şekilde olmalı. “Paşam ne yapsa haklıdır,” “benim prensime kurban olsun tüm kızlar”, “500 parçalı legoyu çözen oğlum, okulun en akıllısı” şeklinde çocuğu büyüklenmeci bir kişilik yapısına sevk eden yüceltici nidalar ve geri bildirimler çocuğun kişilik yapılanmasında çok ciddi yaralar açıyor, çünkü onda yetişkin işlevselliğinin gelişmesini engelleyerek bağımlı hale sürüklüyor.
Kitabın “sağlıklı çocuk yetiştirmek” başlıklı bölümünü çocuğu olsun olmasın herkesin büyük bir dikkatle okumasını öneririm, zira Öncü’nün de belirttiği gibi çocuğun ruhsal ve sosyal doğumunun gerçekleşmesi, onun sağlıklı yetişkin bakımverenler tarafından büyütülmesine bağlı.
Ancak, Öncü’nün de belirttiği gibi, birçok ruhsal hastalık gibi patolojik narsisizm de çocuklukta ebeveynin istismarı sonunda gelişebiliyor. Bu çocuk istismarı; ihmal, işgal ve şiddet olarak üçe ayrılıyor.
Çocuk, kişiliğinin oluşmaya başladığı ilk üç yılda başıboş bırakılırsa, dijital ekranlar karşısında tüm günü geçirmesine “modern ebeveynlik” aldatmacası altında izin verilirse, çocuğun duygudurum değişikliklerine eşlik edilmezse, çocuğa verilen sözler tutulmazsa, fiziksel, duygusal ve sosyal ihtiyaçları karşılanmazsa ortada bir “ihmal” oluşur ve ihmal edilen çocukta ne özgüven gelişir ne özyeterlilik, ne de benlik saygısı. Çocuk, bu dünyada görülmediği, onaylanmadığı, sevilmediğini düşünür ve bununla baş etmek için büyüklenmeci bir benliğe sığınır. Sonuç malum.
İkinci istismar; çocuğun sınırlarını “işgal” etmek, çocuğa adeta yapışmak, çocuğun sürekli emrinde olmak, onu aşırı övmek, şımartmak, ona başkalarına nazaran üstün nitelikler atfetmek ve kendi yapamadıklarını çocuğa yükleyerek onu “projeleştirmek”. Bu çocuğun büyümesine izin verilmemiştir. 18 yaşına gelene kadar çay bile demlememiştir, çünkü “prenses” gibi yaşaması istenmiştir. Dış dünyada tek başına var olmaya çalıştığında güvensizdir. Aile içinde üstüne yapıştırılan “prens” ve “prenses” etiketlerinin “dışarıda” bir karşılığı yoktur, dolayısıyla tek başlarına dış dünyada mücadele etmeleri gerektiğinde “düşmüşlük” duygusunu örtük narsisizmle telafi etmeye çalışırlar.
Üçüncü istismar şekli ise, fiziksel ve duygusal şiddet. Tecavüz, işkence, terk, dayak gibi şiddet türlerine maruz kalma, aşağılanma, hakaret, sürekli eleştirilme, başkalarıyla kıyaslanarak aşağılık nitelikler atfedilmesi, kardeşine daha fazla kaynak aktarılıp temel ihtiyaçlarının giderilmemesi, reddedilme, borçlu hissettirilme çocukta travmatik etki doğurur, çocuğun gerçeklikten kopmasına yol açar ve narsistik ve borderline kişilik bozukluğu gibi “savunma mekanizmalarına” yol açar.
Öncü, ayrıca yanlış bilinen bir noktaya da dikkat çekiyor: Narsist insandaki “büyüklenmeci sahte benlik” ego değildir. Sağlam bir ruh sağlığı olan herkeste güçlü ve işlevsel bir ego vardır çünkü bu ego içten gelen dürtüler (yani id) ile dış dünyadan gelen beklenti ve kuralları (süper ego) uzlaştırır ve kendi içiyle kendi dışı arasında sürdürülebilir bir denge kurar. İşlevsel bir egonuz var ise, dürtülerinizi ve duygularınızı regüle edebilirsiniz, muhakeme yapabilirsiniz.
Ancak narsist bireyde ego sağlam olmadığı için, duygularını kontrol edemez, sabırsızdır, tepkiseldir, kurallar uymaz, her türlü engel karşısında öfke krizine girer ve saldırganlaşır. Çünkü onda güçlü olan şey “ego” değil, “büyüklenmeci sahte benlik”tir. Dolayısıyla, çocukta erken yaşta ego fonksiyonlarının yerine getirilmesi, özerk ve öz yeterli kılınması gerekiyor.
Ardından, çocuğun anneden ayrışabilmesi önemli. Çünkü Öncü’ye göre, anneden ayrışamamış olan narsist birey, kendi benlik sınırlarını öremiyor ve başkalarını da kendisinin bir uzantısı olarak algılıyor. Bunun sonucunda bir başkasının varlığını idrak ve kabul edemiyor, başkasıyla gerçek anlamda etkileşime geçemiyor. “Narsisizm, kendine âşık değil, kendine mahkûm olmaktır”, diyor Öncü.
Sözün özü, çocuklara erken aşamada yaşamlarının öznesi olma, ruhsal dayanıklılığını artırma, benliğini güçlendirme imkânı tanıyalım, çocuk-erkil aile sistemini yüceltmek yerine çocukta öz yeterliliği güçlendirelim ve onların hayat akışında yönlendirici değil eşlikçi olalım, zira çocuğa verilen geri bildirim, onun yapıp ettiklerine yönelik tepkimiz ondaki narsisizmin ne yönde gelişeceğini belirliyor.
Küçük İskender’in o güzel dizelerindeki gibi… “Yıpranan bir coğrafyanın hırpalanan insanları olarak kendi tedavimizden sorumluyuz şimdilik. Güvencemiz aklımız.”