Narsistik karakterin en temel yakıtlarından biri “onay”, yani “dış referans”, çünkü vaktiyle çocukluğunda yeterince görülmemiş ve onaylanmamış olan bu kişinin tüm hayatı, başkalarının beğenisinin peşinde koşmakla geçiyor. Zamanında alamadığı gerçekçi onayı ve koşulsuz sevgiyi “telafi etmek” için türlü stratejiler geliştiriyor; büyüklenmeci bir sahte benlik örüyor kendisine…
Herkesin herkesi narsist olmakla suçladığı bir çağ bu… Hem de
aynaya dönüp kendi yansımasına bakmaksızın…
Pompeii’deki duvar resimlerinden Rönesans’ta Caravaggio’nun ünlü
yağlı boya tablosuna, Salvador Dali’nin eserlerine, psikanalizin en
temel tartışma alanlarına, hatta Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in
Portresi’ne dek sürekli gündemde olan bu Yunan mitinin insani
düzlemdeki karşılığından söz edeceğim bugün size…
Şule Öncü imzalı, Destek Yayınları etiketli “Hepimiz Narsistiz”
başlıklı bir rehber kitaptan sonra bu konunun çocuk haklarına ve
çocuk yetiştirmeye dair boyutlarını paylaşmasaydım bir yanım hep
eksik kalacaktı.
Hepimiz Narsistiz, Şule Öncü, 192 syf., Destek
Yayınları, 2024
Malum, “Ayının kırk türküsü varmış, kırkı da ahlat üstüne.” Ve
malum, birçok meselenin kök nedeninde çocukluk yatıyor.
Sürekli kendini diğerlerinden büyük görme düşüncesi, herkesin
hayranlığını toplama ve sürekli övgü görme ihtiyacı, diğerlerine
yönelik ilgisizlik, başkalarını küçümseme ve empati noksanlığı ile
ortaya çıkan ve ismine genel itibariyle “narsisizm” denilen bu ruh
sağlığı durumu çok geniş bir spektrumda ortaya çıkıyor.
Bir toplumda narsistik kişilik bozukluğu oranının, yüzde 1 ila 5
arasında olduğu tahmin ediliyor.
Ancak bu yelpazenin bir ucunda “sağlıklı narsisizm” varken,
diğer ucu -bir tür “ruhsal pandemi”ye dönüşen- “patolojik
narsisizme” dek uzanıyor.
Şule Öncü’nün kitabında ise, hepimiz suyun “kaynağına” bakmaya
ve “çöl büyür, yazık içinde çöller saklayana” diyen Nietzsche’ye
inat çölleri küçültmeye davet ediliyoruz. Ve aslında çocuk
haklarına dair güçlü bir bilinçlenmeyle birçok vaka patolojik hale
gelmeden çözülebilir.
Zira patolojik narsisizm, çocuklukta normal kabul edilen ancak
yetişkinlikte normalliğini yitiren ruhsal özelliklerin yaşam boyu
sürmesi, özgüven düzeyinin, egosantrizmin ve duygusal hamlığın
çocuklukta takılması… Öncü’nün tabiriyle “hayat acemisi olma
hali”.
İnsan, diğer birçok canlıyla kıyaslandığında, prematüre doğan
bir canlı. Yani belirsizliklerle ve yırtıcı uyaranlarla dolu
dünyaya hazırlıksız -Samuel Beckett’i anarsak “yeryüzündesin ve
bunun artık tedavisi yok”- ve olgunlaşmamış halde geliyor.
Öncü, insan canlısının “üç kez” doğduğunu söylüyor. Önce ana
rahminden, ardından 3 yaştan sonra anneden ayrışıp “ben” rolünün
işlevsellik kazandığı “ruhsal doğumla”, en son olarak da 11 yaştan
25 yaşa dek süren “sosyal doğum”un gerçekleştiği ergenlikle…
Narsist kişi, ruhsal ve/veya sosyal doğumlarını gerçekleştirememiş,
bu üç doğum aşamasını tamamlayamamış kişidir.
Ebeveynler ve bakımverenler, bebeğe -onun açısından bir ölüm
kalım mücadelesi olan- ilk üç yılda sağlıklı ve güvende olabileceği
bir bakım verip şefkat ve sabrı esirgememeli. Ancak burada da ince
bir çizgi var.
Öncü’ye göre, “annesinin âşık olmadığı bebekler ve annesinin üç
yaşından sonra âşık kaldığı çocuklar” narsist oluyorlar. Eğer çocuk
bu üç yıllık dönemde yeterince “görülmez”se, “onaylanmaz”sa,
“sevilmez”se, kişiliğinde narsisizmin tohumları atılıyor. Çünkü
ortada Andre Green’in “ölü anne” (dead mother) olarak
kavramsallaştırdığı, duygusal olarak erişilmez, bedenen orada ama
ruhen olmayan kayıtsız, bencil veya depresif anne figürü
vardır.
İkinci olarak, bebek bu üç yıllık dönemde gereğinden fazla
şımartılırsa, uğruna kul köle olunursa, sağlıklı yetişkin
narsisizmine geçiş yapamaz ve hayatının sonraki evrelerinde sürekli
o “kayıp çocukluğunu” telafi etmeye çabalar.
Oysa “güvenli bağlanma” aşamasını geçen çocuk, ona
bakımverenlerden yeterli güven duygusunu alır, prematüre doğuştan
kaynaklı korku ve endişelerle başa çıkma gücünü kazanır; Öncü’ye
göre, bu şekilde “ruhsal doğum için gerekli yakıtı” elde eder.
Dolayısıyla anne kucağından inip sosyalleşmenin başladığı bu
süreçte kendisine akılcı sınırlar konmayan, tamamen başıboş ve
ilgisiz bırakılan veya üstüne titrenen, “projeleştirilen”, herkesin
ötesinde “harika ve dahi çocuk” görüldüğü için her şeyi yapmayı
kendisinde hak gören çocuklar ileride zorbalıkla, şiddetle, sınır
tanımazlıkla her şeyi elde edeceğini sanan narsistlere dönüşür.
Yani bugün bir tür çocuk istismarı ve çocuk ihmali yaşayan biri,
yarının zorbası olabilir.
Dolayısıyla özellikle üç yıl yoğun bir bakım ortamında gelişen,
yürüyüp konuşmayı öğrenen çocuğun pedagojik gelişim sürecinde
ebeveynlerinden ve bakımverenlerinden zamanında ve ölçülü “onay”
alması çok kritik. Çünkü narsist birey için başkalarının onun
hakkında ne düşündükleri, onu beğenip beğenmedikleri en önemli
mesele. Ona yönelik en ufak bir eleştiri veya kayıtsızlık ise,
aniden “tehdit” olarak algılanabiliyor.
Bu süreçte örneğin yürümeye (yani “anneden uzaklaşmaya”)
başlayan, tümgüçlülük haline doğru ilerleyen çocuğun dönüp arkasına
bakarak bakımverenlerinin onayını alma sürecinde eğer baktığı yerde
kimse yoksa, çocuğa doğru ve zamanında “geri bildirim”
verilmemişse, yani yaptıklarının olumlu etkisine dair bir
“aynalama” yapılmamışsa, kendisini “onaylanmamış” hissediyor;
belirsiz sınırları olan bir dünyada özgürlük ile güven ihtiyacı
arasında bocalıyor.
Bu durumda, yetişkinlik aşamasında karşısına çıkan herkesin
suretinde, onay almadığı, yanında olmayan “hayali bir annenin”
suretini görüyor veya onu arıyor.
Karşılaştığı kişilerden onun “ideal annesi” olmalarını
beklerken, annesinden alamadığı güven ve onayı partnerinden
aldıktan sonra ondan da (yani hayali anneden de) “özgürleşerek”,
güya bir başka düzlemde “sosyal doğum” gerçekleştirip
“büyüyor”.
Narsistik karakterin en temel yakıtlarından biri “onay”, yani
“dış referans”, çünkü vaktiyle çocukluğunda yeterince görülmemiş ve
onaylanmamış olan bu kişinin tüm hayatı, başkalarının beğenisinin
peşinde koşmakla geçiyor. Zamanında alamadığı gerçekçi onayı ve
koşulsuz sevgiyi “telafi etmek” için türlü stratejiler
geliştiriyor; büyüklenmeci bir sahte benlik örüyor kendisine…
Dışarıdan hiçbir şeyi umursamaz görünse de, kendi içinde oldukça
kaygılı ve kırılgan olmaya devam ediyor.
Hatta, bunun bir uzantısı da ileride becerilerinden ve
başarılarından emin olmadığı, başarılarının “şans eseri” olduğunu
düşündüğü, kendisini beceriksiz ve değersiz algıladığı “imposter
(sahtekar) sendromu”na dek varıyor.
“Protein sentezi bozuk bir hücre gibidir; sağlıklı onayı
sentezleyemez. Onun yerine çöple beslenir; aşırı ilgi, övgü,
hayranlık ya da korku, itaat ve hizmetle,” diye açıklıyor Öncü.
Çocukluğunda onay ihtiyacı gerçekçi ve mübalağasız şekilde
doyurulmayan çocukların ileride ölçüsüz bir şekilde sürekli
“sahnede olma” ve “sürekli alkışlanma” ihtiyacı, olur olmaz her
saniyesini sosyal medyaya yansıtarak sürekli “beğeni” sayılarını
sayma dürtüsü tam da bu yapmacıklık ve aynı zamanda kırılganlıkla
bağlantılıdır.
“Sahne performansı” tam da o kırılgan ve büyüklenmeci maskenin
her an düşebileceği gerçeğini dengelemek için sürdürülür.
Egosunun aslında yetersiz ve immatür olduğunu içten içe
sezinleyen narsist, başkalarını kandırırken kendine rezil
olmuşluğun utancı da hep derinlerinde vardır.
Dolayısıyla, diyor Öncü, çocuğa erken aşamada yaşam koşullarına
karşı ebeveynleri ve bakımverenleri tarafından yeterli dayanıklılık
-moda tabiriyle “rezilyans”- geliştirme fırsatı verilirse,
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki gibi temel güvenlik ve
fiziksel ihtiyaçlarının yanı sıra sevgi ve yakınlık ihtiyaçları,
saygı ve benlik saygısı karşılanırsa, birey ileride sağlıklı
yetişkin işlevselliğine kavuşabilir; ruhsallığını oluşturan
manyetik yapı taşları birbiriyle birleşir; duygularını regüle
edebilir; ruhsal patolojiden ve kişilik bozukluklarından
kurtulabilir.
Diğer türlü, çocuklukta alamadığı geri bildirimi telafi etmek
için sürekli hayranlık ve onay kazanma yarışına girer.
Ancak burada kritik bir nokta var: Çocuğun anneden ve diğer
bakımverenlerden aldığı onay ve geri bildirim, onun benlik
saygısını ve yeterlilik duygusunu geliştirecek şekilde olmalı.
“Paşam ne yapsa haklıdır,” “benim prensime kurban olsun tüm
kızlar”, “500 parçalı legoyu çözen oğlum, okulun en akıllısı”
şeklinde çocuğu büyüklenmeci bir kişilik yapısına sevk eden
yüceltici nidalar ve geri bildirimler çocuğun kişilik
yapılanmasında çok ciddi yaralar açıyor, çünkü onda yetişkin
işlevselliğinin gelişmesini engelleyerek bağımlı hale
sürüklüyor.
Kitabın “sağlıklı çocuk yetiştirmek” başlıklı bölümünü çocuğu
olsun olmasın herkesin büyük bir dikkatle okumasını öneririm, zira
Öncü’nün de belirttiği gibi çocuğun ruhsal ve sosyal doğumunun
gerçekleşmesi, onun sağlıklı yetişkin bakımverenler tarafından
büyütülmesine bağlı.
Ancak, Öncü’nün de belirttiği gibi, birçok ruhsal hastalık gibi
patolojik narsisizm de çocuklukta ebeveynin istismarı sonunda
gelişebiliyor. Bu çocuk istismarı; ihmal, işgal ve şiddet olarak
üçe ayrılıyor.
Çocuk, kişiliğinin oluşmaya başladığı ilk üç yılda başıboş
bırakılırsa, dijital ekranlar karşısında tüm günü geçirmesine
“modern ebeveynlik” aldatmacası altında izin verilirse, çocuğun
duygudurum değişikliklerine eşlik edilmezse, çocuğa verilen sözler
tutulmazsa, fiziksel, duygusal ve sosyal ihtiyaçları karşılanmazsa
ortada bir “ihmal” oluşur ve ihmal edilen çocukta ne özgüven
gelişir ne özyeterlilik, ne de benlik saygısı. Çocuk, bu dünyada
görülmediği, onaylanmadığı, sevilmediğini düşünür ve bununla baş
etmek için büyüklenmeci bir benliğe sığınır. Sonuç malum.
İkinci istismar; çocuğun sınırlarını “işgal” etmek, çocuğa adeta
yapışmak, çocuğun sürekli emrinde olmak, onu aşırı övmek,
şımartmak, ona başkalarına nazaran üstün nitelikler atfetmek ve
kendi yapamadıklarını çocuğa yükleyerek onu “projeleştirmek”. Bu
çocuğun büyümesine izin verilmemiştir. 18 yaşına gelene kadar çay
bile demlememiştir, çünkü “prenses” gibi yaşaması istenmiştir. Dış
dünyada tek başına var olmaya çalıştığında güvensizdir. Aile içinde
üstüne yapıştırılan “prens” ve “prenses” etiketlerinin “dışarıda”
bir karşılığı yoktur, dolayısıyla tek başlarına dış dünyada
mücadele etmeleri gerektiğinde “düşmüşlük” duygusunu örtük
narsisizmle telafi etmeye çalışırlar.
Üçüncü istismar şekli ise, fiziksel ve duygusal şiddet. Tecavüz,
işkence, terk, dayak gibi şiddet türlerine maruz kalma, aşağılanma,
hakaret, sürekli eleştirilme, başkalarıyla kıyaslanarak aşağılık
nitelikler atfedilmesi, kardeşine daha fazla kaynak aktarılıp temel
ihtiyaçlarının giderilmemesi, reddedilme, borçlu hissettirilme
çocukta travmatik etki doğurur, çocuğun gerçeklikten kopmasına yol
açar ve narsistik ve borderline kişilik bozukluğu gibi “savunma
mekanizmalarına” yol açar.
Öncü, ayrıca yanlış bilinen bir noktaya da dikkat çekiyor:
Narsist insandaki “büyüklenmeci sahte benlik” ego değildir. Sağlam
bir ruh sağlığı olan herkeste güçlü ve işlevsel bir ego vardır
çünkü bu ego içten gelen dürtüler (yani id) ile dış dünyadan gelen
beklenti ve kuralları (süper ego) uzlaştırır ve kendi içiyle kendi
dışı arasında sürdürülebilir bir denge kurar. İşlevsel bir egonuz
var ise, dürtülerinizi ve duygularınızı regüle edebilirsiniz,
muhakeme yapabilirsiniz.
Ancak narsist bireyde ego sağlam olmadığı için, duygularını
kontrol edemez, sabırsızdır, tepkiseldir, kurallar uymaz, her türlü
engel karşısında öfke krizine girer ve saldırganlaşır. Çünkü onda
güçlü olan şey “ego” değil, “büyüklenmeci sahte benlik”tir.
Dolayısıyla, çocukta erken yaşta ego fonksiyonlarının yerine
getirilmesi, özerk ve öz yeterli kılınması gerekiyor.
Ardından, çocuğun anneden ayrışabilmesi önemli. Çünkü Öncü’ye
göre, anneden ayrışamamış olan narsist birey, kendi benlik
sınırlarını öremiyor ve başkalarını da kendisinin bir uzantısı
olarak algılıyor. Bunun sonucunda bir başkasının varlığını idrak ve
kabul edemiyor, başkasıyla gerçek anlamda etkileşime geçemiyor.
“Narsisizm, kendine âşık değil, kendine mahkûm olmaktır”, diyor
Öncü.
Sözün özü, çocuklara erken aşamada yaşamlarının öznesi olma,
ruhsal dayanıklılığını artırma, benliğini güçlendirme imkânı
tanıyalım, çocuk-erkil aile sistemini yüceltmek yerine çocukta öz
yeterliliği güçlendirelim ve onların hayat akışında yönlendirici
değil eşlikçi olalım, zira çocuğa verilen geri bildirim, onun yapıp
ettiklerine yönelik tepkimiz ondaki narsisizmin ne yönde
gelişeceğini belirliyor.
Küçük İskender’in o güzel dizelerindeki gibi… “Yıpranan bir
coğrafyanın hırpalanan insanları olarak kendi tedavimizden
sorumluyuz şimdilik. Güvencemiz aklımız.”