“Ağacın çocukluğu kabuktur… insanın da!”
Cemal Dindar
Avrupa’da bir süredir çocuk yoksulluğu konusu, sivil toplumda ve politika yapım süreçlerinde ön sıralarda yer alıyor.
Yok sayılmadan, ciddiyetini dikkate alarak, gerekli tüm önlemleri titizlikle masaya yatırarak…
Avrupa’da 20 milyon çocuk, yani 4 çocuktan biri, yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) başta olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşu, Haziran ayında gerçekleşecek Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy kullanma çağrısı yaparken, “çocuk yoksulluğu”nun Avrupa gündeminde bu seçimlerde önemli bir sorun alanı olduğunu vurguluyor ve “çocuk yoksulluğu, sandıkta oylanacak” diyor.
Mart ayında da Avrupa Parlamentosu’nda bir araya gelen 23 sivil toplum ve uluslararası kuruluş, #VoteforChildren (Çocuklar İçin Oy Kullan) diyerek Parlamento seçimlerinde adayların ve müstakbel parlamenterlerin yeni yasama yılında çocuk haklarını korumak ve güçlendirmek üzere daha fazla çabalaması için kampanya düzenlediler, “çocuk hakları manifestosu” açıkladılar. Manifestonun belkemiği, Avrupa’da artan çocuk yoksulluğu ve eşitsizlik karşısında kapsayıcı ve etkin bir politika uygulanması ihtiyacıydı.
Çocuklar İçin Oy Kullan kampanyası kapsamında 14 yaşında Harry isimli Bulgar bir çocuğun şu sözleri belleklere kazındı: “Politikacılar oy kullanamadıkları için çocuklarla ilgilenmiyor. Bu yüzden de sorunlarımızdan bihaberler. Büyüdüğümüzde tüm sorunlarımızın ortadan kalkacağını sanıyorlar.”
Avrupa’daki bu kritik seçimler öncesinde AB Çocuk Güvencesi (EU Child Guarantee) önemli bir gündem maddesi; zira 2021 yılında AB Konseyi tarafından kabul edilen bu plana göre, tüm AB ülkelerindeki çocukların ücretsiz sağlık hizmetlerine, erken çocukluk eğitimine, barınma ve beslenme hakkına erişiminin güvence altına alınması söz konusu.
AB üye ülkeleri, Çocuk Güvencesi Koordinatörleri belirleyip bu plana 2030 yılına dek uyum sağlamaya dönük ulusal eylem planları hazırladılar; ulusal kaynaklarının bir kısmını çocuk yoksulluğuyla mücadeleye ayırma taahhüdünde bulundular.
Geçtiğimiz günlerde Brüksel’de bir araya gelen AB Çocuklara Yatırım İttifakı dahilindeki sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin ise ortak çağrısı şu: Çocuk yoksulluğu siyasi bir tercihtir; dolayısıyla müzakere edilemez ama önlenebilir. Çocukların yoksulluğuyla mücadeleye yapılan yatırım, getirisi yüksek olan, uzun vadeli ve somut bir sosyal yatırımdır.
Evet, Avrupa’da ciddi bir çocuk yoksulluğu var; ama bununla birlikte yaşamak yerine mücadele etmek için eylem planları hazırlanıyor; seçim öncesi göz boyamak yerine çok önceden koordinatörler belirleniyor; sistematik politikalarla sorunun üzerine gidiliyor.
Peki Türkiye’de neler yapılıyor?
Türkiye’de de bu konuda sivil toplumun sesi uzun zamandır güçlü bir şekilde çıkıyor; yerel yönetimler kendi sınırları dahilinde çocuk yoksulluğuyla mücadelede çok kıymetli projeler yürütüyorlar. Kendi aralarında uyumlu olan bu seslerin, çocuk hakları söz konusu olduğunda kakofoninin hâkim olduğu siyasal arenaya yansıyıp somut bir çıktı oluşturması konusunda ise tozpembe bir tablo olduğu söylenemez.
Merkezi Ankara’da bulunan Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), kısa süre önce Kalkınma Programı direktörü H.Ekrem Cunedioğlu ve araştırmacı Yağmur Uzunırmak imzalı, Türkiye’de Çocuk Yoksulluğu: Mevcut Durum ve Riskler başlıklı önemli bir rapor yayımladı.
Türkiye, çocuk yoksulluğunun ve çocuklarda sosyal dışlanma riski altında olanların oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri. Yoksul hanelerde yaşayan çocuk sayısı da azalmıyor.
Çocuk yoksulluğu, ağırlıklı olarak Mersin’den başlayıp Hakkari’ye uzanan bölgede ağırlıklıyken, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, özellikle de Urfa ve Diyarbakır’da yoğunlaşıyor. Dolayısıyla çocuk yoksulluğu, ülkedeki bölgesel kalkınmışlık farkıyla yakından bağlantılı.
TEPAV’ın en güncel verilerine göre geçen sene Türkiye’de 0-17 yaş grubunda 7,03 milyon çocuk, düşük gelirli ailelerde yaşıyor. Aynı yaş grubundaki toplam çocuk sayısı içinde yoksul çocuk oranı ise yüzde 31,3. Yani her üç çocuktan biri yoksul.
TEPAV’ın ölçümlerine göre, 2016’dan beri yoksul çocuk sayısı artış eğilimini sürdürüyor.
Kişi başına medyan gelirin yüzde 60’ını eşik kabul eden yoksulluk oranını kabul eden raporda, yoksulluğun bebek ve çocuklarda, diğer yaş gruplarına kıyasla daha yaygın olduğu da ortaya konuyor. Zira 2022 yılı itibariyle 0-2 yaşta yoksulluk oranı yüzde 41,4; 3-14 yaşta yüzde 43,8, ancak 15-24 yaşta yüzde 29,9 ve 25 yaş üstü nüfusta ise yüzde 18,2.
Üstüne “sosyal dışlanma riski” de ekleniyor. Yani, göreli yoksulluk, aşırı maddi ve sosyal yoksunluk ile hanede düşük iş yoğunluğu risklerinden en az birine sahip olan çocuklar, yoksul veya sosyal dışlanmış olarak kabul ediliyor. Eurostat 2022 verileri, çocuklarda yoksulluk veya sosyal dışlanmışlık oranının en yüksek olduğu AB üyesinin yüzde 41,5 ile Romanya olduğunu ortaya koyarken, bu değer Türkiye’de TÜİK verilerine göre yüzde 42,7. Yani birinciliği Bükreş’e kaptırmamışız.
Yoksulluğun bir türlü kırılamayan ve muhtemelen yeni tasarruf önlemleri paketiyle birlikte daha da yaygınlaşacak olan kısır döngüsü, uzun bir süredir içine çocukları da katıyor. Yoksul nesil, yoksul nesil doğuruyor ve yoksul ebeveynler yoksulluklarını sonraki nesle aktarıyor.
TÜİK bu sene ilk kez yayımladığı Dezavantajların Kuşaklararası Aktarımı adlı çalışmasında da bu kısır döngüye atıfta bulunmuş; ebeveynlerde eğitim düzeyi arttıkça çocukların da daha eğitimli olduğunu göstermişti. Örneğin lise altı eğitim düzeyindeki annelerin çocuklarının sadece beşte biri üniversiteye giderken, yükseköğretim derecesine sahip annelerin çocuklarında bu oran yüzde 83,5 olarak tespit edilmişti.
Bunun da TEPAV’ın raporunda anlatılan basit bir sebebi var: Yoksul hanede çocuğun sağlıklı, sürdürülebilir ve nitelikli beslenme ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı kısıtlı. Yoksul hanede anne ve/veya babanın üniversite ve üstü diplomaya sahip olma ihtimali düşük olduğu için, düşük eğitim düzeyi, çocukta da düşük bir beşerî sermaye birikimine ve düşük okul başarısına yol açıyor.
Ülkede her sene doğan 1,3 milyon bebeğin sadece 300 bininin doğduğu hanede bebek kitapları olduğu, geriye kalan 1 milyon bebeğin ancak ilkokul düzeyinde kitaba erişim imkânı bulduğu bilindiğine göre, bu beşerî sermaye noksanlığı da kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Sonuçta çocuk büyüdüğünde yeterli fiziksel, sosyal ve bilişsel becerileri edinemediği için, karşısına çok büyük bir fırsat çıkmadığı veya doğuştan üstün zekalı olmadığı sürece, verimliliği de gelir düzeyi de düşük oluyor.
İşte bu yüzden ülkedeki birçok sivil toplum kuruluşu, aktivist, hak savunucusu ve yerel siyasetçi kalıcı sosyo-ekonomik eşitsizliklerin bu kısır döngüsünü kırmak üzere ücretsiz okul yemeğinin temin edilmesi, nitelikli eğitimin yaygınlaşması, ücretsiz ve erişilebilir okulöncesi eğitim sağlanması gibi birçok etkin sosyal politika aracının yaygınlaşmasını savunuyor.
Yani amaç, eğitim, beslenme, barınma ve sağlık hizmetlerinin toplumsal ihtiyaçları karşılayacak düzeye çekilmesi ve çocuk yoksulluğu nesilden nesle aktarılırken bu aktarımın ülkedeki beşerî ve ekonomik kalkınma üzerindeki yoğun etkilerinin azaltılması.
TEPAV, “sosyoekonomik açıdan az gelişmiş ilçelerdeki yoksul hanelerde yaşayan çocuk sayısının fazla olmasının, orta ve uzun vadede önemli bir demografik ve ekonomik risk” olduğunu önemle vurguluyor. Örneğin 27 AB üye ülkesi özelinde yapılan bir başka araştırmada, çocukluk döneminde sosyoekonomik açıdan dezavantajlı birinin ileride iş bulma olasılığının daha az, gelirinin daha düşük, sağlık durumunun da daha zayıf olacağını göstermişti.
Geliri daha az olan, daha az istihdam edilen, üstelik sağlık durumu da daha zayıf olan birinin ekonomiye verdiği toplam zararın ise, GSYİH’nin en az yüzde 3,5’ine karşılık geldiği belirtiliyor.
Ayrıca yoksulluğun nesiller arası aktarımı sonucunda yoksul çocuğun yetişkin olduğunda vereceği vergi oranı da daha az, emeklilik dışı kendisine yapılan sosyal yardım harcamaları ise daha yüksek olacağı için kamu harcamalarında da artış doğurduğu tespit edilmiş durumda.
Peki, TEPAV karanlığa lanet okumaktansa mum yakmak adına ne öneriyor?
Öncelikle, çocuk yoksulluğunu azaltmak ve yoksulluğun kısır döngülerini kırmak için “eğitim şart”.
“Kamu eğitim hizmetlerinden duyulan memnuniyetsizliğin tetiklediği özel okul sayısı artışı, benzer sosyoekonomik statüdeki çocukların kümelendiği okul formlarının oluşmasına yol açıyor” denen raporda, eğitimin kalitesindeki genel düşüşün ve eğitim sınıfsal bir nitelik kazanmasının çocuk yoksulluğundaki kısır döngüyü beslediği belirtiliyor ve farklı sınıflardan çocuklara sosyoekonomik hareketlilik şansı sunmak adına eğitimin kalitesi ve erişilebilirliğini artırmak konusunda politika yapıcıların sorumluluklarının farkına varmaları çağrısında bulunuluyor.
Raporun bir diğer vurgusu ise, çocuk yoksulluğunun yoğunlaştığı bölgelerde sosyoekonomik kalkınmayı artıracak yatırımlar yapılması ve çocuk yoksulluğunun özünde bir bölgesel kalkınma sorunu olarak da ele alınması gerektiği.
Gündemimizde kapsamlı tasarruf tedbirleri varken, tasarruf yapılamayacak belki de tek alan çocukların iyi olma haline yapılan kamusal yatırımlardır.
Çocukların ücretsiz beslenmesi, çocukların temel gıda ihtiyaçlarının ucuzlaşması, okullulaşması, çocuk işçiliğiyle mücadele ve çocuk yoksulluğunun her katmanda sonlandırılması, yapılan her bir kuruşluk tasarruf karşısında yatırım yapılacak biricik alanlardır.
Şurası bir gerçek ki, ülkemizde çocuk yoksulluğuyla mücadelede zaman da, kaynaklarımız da, enerjimiz de hoyratça kullanılıyor. Neredeyse her sayfasında kalın kalemlerle notlar aldığım, ifade özgünlüğüne ve özgürlüğüne hayran kaldığım Sepin Sinanoğlu, Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan ilk romanı Hoyrat’ta, zamanı hoyratça kullanmanın dehlizlerine giriyor, “aynı hatayı tekrar edene kadar zaman daralır” diyor ve bizi orada nelerin beklediğini çok farklı bir yaşam hikayesi üzerinden okuyor:
“Hayat ağaç gibi, şehir gibi madde değildi, zamanın içindeydi. Hayatın ağaç gibi, şehir gibi çift dikişi yoktu çünkü insan ölümlüydü. Hayatın beni beklediği yoktu. Umuru bile değildim. Hayat zamanın içine yerleşmiş, ayaklarını uzatmış, oluyordu da oluyordu. Zaman ise işini yapıyor, kendini hoyrat kullananı kale almıyor, kendini hoyrat kullanıp da ibadetini aksatana tahammülü de, müsamahası da olmadığını kıyamet gibi bildiriyordu. Hayatı zamanın istediğinden gayrı yaşamak günahtı.”
Evet hayat bizi beklemiyor, belki umuru bile değiliz. Ama zaman işini iyi yapıyor; onu hoyratça kullananı ciddi şekilde uyarıyor.
Aynı hataları, özellikle de çocukların iyi olma halini kötüleştiren hataları tekrar ettikçe, zaman daralıyor.
Hayatı, zamanın istediğinden gayrı yaşamak, toplum halkalarının en zayıflarını, en kırılganlarını öncelikle vuruyor, onları güçten düşürüyor.
Yoksulluğumuza ve yoksunluklarımıza çocukları ortak etme alışkanlığınızı artık usulca yere bırakın.
Hayatın bizi beklediği yok.
Çocuklar neyi mi bekliyor? Elbette hayatlarını güzelleştirmek üzere karar alıcıların ve uygulayıcıların inisiyatif almasını…