“Tüm dünyanın anlayacağı tek uluslararası dil, bir çocuğun çığlığıdır”
Eglantyne Jebb, Save the Children kurucusu
Whitney Houston’ın 1985 yılında çıkardığı “Greatest Love of All” parçasını radyoda her işittiğimde çocukluğuma ışınlanırım. Narlıdere’de mandalina bahçeleri arasından ilerlerken yağmur damlalarının süzüldüğü araba camının ardında çalan şarkı ve sözleri: “I believe the children are our future / Teach them well and let them lead the way.”
O zamanlarda “Çocukların bizim geleceğimiz olduğuna inanıyorum / Onları iyi yetiştir ve yol göstermelerine izin ver” şeklindeki şarkı sözlerinde bana bir tuhaflık gelmese de zaman içerisinde çocukluğa dair bakışıma ve araştırmalarıma akademik boyut ve gazetecilik refleksi de dahil olduğunda aslında bu sözlerin de kendi içinde sorunlu olduğunu gördüm. Whitney Houston’a olan tüm saygım ve sevgim baki kalsa da...
Peki sorunlu olan neydi?
Aynı sorunu şarkıların dışında gündelik siyasette de fark etmemiz mümkün. Örneğin hafta başında bir Dünya Çocuk Hakları Günü'nü (20 Kasım) daha geride bıraktık. Tüm kurumlar çocuklara ne kadar değer verdiklerini, onlar için “neler neler” yaptıklarını ballandıra ballandıra anlattılar. Çocukların beslenmesinden çocuk adaletine dek herkes toz pembe, pürüzsüz, noksansız bir tablo çizdi bizlere... İskandinav demokrasilerinden farkımız olmadığını gösterdiler.
Bu söylemsel kurnazlıkları bir yana bırakırsak, açıklamalarda dikkatimi çeken, ilk bakışta göze küçük görünen ama insanlık için büyük bir konuyu anımsatma gereği duyuyorum.
Dikkat ederseniz, yapılan resmi açıklamalarda da, Whitney Houston’ın o meşhur şarkısında da, çocuklar hâlâ "yarınımız", "geleceğimiz", "çocuklarımız", “yarınlarımızı emanet edeceğimiz çocuklarımız” şeklinde formüle edildi, ediliyor, ne yazık ki edilmeye de devam edecek.
Oysa burada önemli bir söylemsel hatayı fark edersek dilimizi düzeltip çocukların haklarından daha eşitlikçi bir söylemle yararlanmalarını sağlayacağız. Çünkü bir çocuğa “sen bizim yarınımızsın, o yüzden beslenme hakkın önemli” dersek, aslında onunla toplumdaki mevcut eşitsiz söylemi yeniden üreterek bir diyalog kurmuş ve onun bugününe dair bir hakkını, ona dair gelecek tasavvurumuza koşullandırmış oluyoruz. Çocukları, daha iyi yarınlara endeksli meta haline getiriyoruz.
Yirminci yüzyıl “çocukluğun yüzyılı” olarak da tanımlanıyor. Bu yüzyılda peyderpey çocukluğa dair koruyucu tebdirler alındı, bu tedbirler “paternalist” bir bakış açısıyla genişletildi, riskler belirlendi. Ancak ilk başlarda çocuğu, aile bütünlüğü içinde ele alan, “koruma eğilimli” yaklaşımlar revaçtaydı. Oysa dünyada çocuk hakları literatürü giderek "çocuk refahı"ndan (child welfare), "çocukların iyi olma hali" (child well-being) yaklaşımına doğru evriliyor.
Ama siz, "çocuklarımız", "bizim" çocuklarımız, "çocuklar yarınımız", "çocuklar geleceğimiz" dedikçe, çocukları toplumun geleceğinin öznesi olarak formüle ediyorsunuz ve çocuklar bu yaklaşıma göre toplumun ve/veya devletin "çocukları" olarak görülmüş oluyor. Üstelik, çocuğun “bugünkü” yaşantısını, “gelecekteki” yaşantısı uğruna önemsizleştiriyorsunuz; gelecekteki çocukluk kurgusunun bugün yaşanan hak ihlallerinden daha önemli olacağını alt metin olarak veriyorsunuz.
Oysa çocuklukta “mekansallık” ve “zamansallık” önemlidir. Çocukluk, gidilen okul, yaşanan mahalle, doğup büyüdüğü evde şekillenir; değerler burada üretilir; kültürel kodlar burada şekillenir. Çocuk, içinde bulunduğu mekan ve zamanda farklı boyutlarda sürekli sosyalleşen bir bireydir.
Dolayısıyla artık Batılı toplumlarda farklı bir çocukluk anlayışı gelişiyor; bizim de buna ayak uydurmamız şart. Çocukları artık "birey" olarak görüp, onları kendi başına, kendi mevcut koşulları içinde hak sahibi bireyler olarak kabul edince, omuzlarına bir ülkenin "yarını", "geleceği" gibi yükler bindirilmemiş oluyor. Yani çocuk, biricik özellikleri eşliğinde yaşadığı toplumun gelecek kurgusundan bağımsız bir birey olup, onun kendi idealleri, kişisel ilişkileri, sosyo-ekonomik kaynakları, bir yaşam amacı ve varlığı var.
Çocuğun yaşamdan aldığı zevk de, mutluluğu da, yaşam kalitesi de, bu yaşam kalitesini çevreleyen fiziksel alan, duygu durumu, zeka gelişimi, eğitim araçlarına erişimi de çocuğun iyi olma halini belirleyen göstergeler arasında. Bunların tümüne “çocuğun iyi olma hali yaklaşımı” deniyor.
Çocuğun iyi olma hali, bir toplumun veya devletin çocuk nesline yüklediği hedeflerden bağımsız olarak, çocuğun şu anda kendine özel bir yatağının veya kütüphanesinin olup olmadığı, haftada 3 kez balık, et ve tavuk yiyip yemediği, düzenli harçlık alıp almadığı, sağlık güvencesi olup olmadığı gibi göstergelerle belirleniyor.
Örneğin çocuğun katılım hakkı sadece 23 Nisan’da karar alıcıların koltuğuna oturtularak mı dikkate alınıyor, yoksa yıl boyunca kendisini ilgilendiren kararlara katılım mekanizmalarına dahil ediliyor mu?
Örneğin TÜRK-İŞ’in Ekim 2023 Açlık ve Yoksulluk Sınırı araştırmasına göre, 4-6 yaş grubu çocuklar için açlık sınırı yüzde 83 artmışken ve 2018-2021 verilerine göre çocuk yoksulluğunda Türkiye OECD ülkeleri arasında ikinci sıraya gelmişken, çocuğun beslenme hakkı iktidar-muhalefet gerginliğinin ideolojik çeperlerine mi hapsediliyor?
Aile Bakanlığı verilerine göre, aşırı yoksulluk çeken ailelerin dahil edildiği Aile Destek Programı kapsamında sadece Ocak-Temmuz ayları arasında 3,7 milyon hane aşırı yoksulluk çektiği için destek programı kapsamına alınırken ve 3,4 milyon kişi sosyal yardım ile karnını doyurabilirken, ailesinin yanında bakılamayan çocuk sayısı 168 bin 247 iken, burada bir toplumsal eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik varken, çocukları birer birey olarak görüp onların iyi olma hali kapsamında beslenme hakkını, eğitimini, barınma olanaklarını iyileştirmez iseniz, onları “bizim”, “çocuklarımız” sepeti içinde homojenleştirirseniz, sorunları görünmez kılmış olmuyorsunuz.
Dolayısıyla, tüm eğitim kademelerindeki 20 milyon öğrencinin ücretsiz beslenme ve sağlıklı besinlere erişim gibi bir hakkı varken ve bu hak teslim edilmezken, Türkiye 2021 yılında Fransa ve Finlandiya öncülüğünde kurulan ve şu anda dünya nüfusunun önemli bir kısmını temsil eden 90 ülkenin üye olduğu Uluslararası Okul Yemekleri Koalisyonu’na bir türlü katılmazken, bir Afrika ülkesi olan Kenya iklim değişikliğine duyarlı ve temiz enerji çözümleri kullanan okul yemeği programına yakın zamanda geçmişken, “çocuklarımız yarınımız” diyerek onlara günde bir öğün ücretsiz yemek imkanı vermezken, onları 20 Kasım’dan 20 Kasım’a süslü demeçlerle anımsadığınızda, beslenme hakkını unutturmuş olmuyorsunuz.
Öğrencilerin fotoğraflarını sosyal medya üzerinden paylaşarak reklam geliri edinip çocuk istismarının yolunu açtığınızda da, “canım çocuklarımız” diyerek yaptığınız hatayı telafi etmiş olmuyorsunuz. Bu açıdan, Milli Eğitim Bakanlığı geçtiğimiz günlerde okullara Öğrencilere Ait Kişisel Verilerin İşlenmesi ve Paylaşılması konulu önemli bir yazı gönderdi. Yazının aydınlatma metninde, çocuklara dair içeriklerin öğretmenlerin ve idarecilerin şahsi sosyal medya hesaplarında değil, okulun web sayfasında ve/veya sosyal medya hesaplarında paylaşılması gerektiğine dair ifadeler var. Böylelikle çocuk görüntüleri üzerinden tıklanmayla gelir elde eden, pedofililere “elverişli” dijital alanlar açan bir istismar alanı daha en azından yasal düzeyde çerçevelendirilmeye çalışılıyor. Çünkü çocuklar bizim değil; çocuklar bir öğretmenin başarılarını göstermek için sosyal medyada kullanılacak meta da değil. Çocuklar başlı başına birer birey.
Şanlıurfa Barosu’nun son açıkladığı verilere göre, son 10 ayda 957 çocuk cinsel istismara maruz kalmışsa ve içlerinden 173’ü 0-12 yaş arasında ise, “çocuklarımız bize emanettir”, “çocuklar yarınımız” diyerek bu verileri görünmez kılmıyorsunuz. Çünkü çocukların bugününü iyileştirmeden onlarla bir yarın kurgulayamazsınız.
Tüm bunlar ilk bakışta üçüncü dünya sorunu gibi görülebilir. Ama bazen iki dudak arasından süzülen tek bir kelimeyle, söylemsel olarak bile tüm dünya dönüşebilir.
Bugün çocukların üstün yararını düşünerek yapılacak olan acil şeyler var. Çünkü çocuklar yarın birer yetişkin olacak. Çocuklar geleceğimiz değil. Onlar kendi başlarına birer birey. Ve kendilerine ait bir gelecekleri var. Çocuklar geleceğimiz değil, “kendilerinin” bugünüdür ve o bugünü çocukları üstün yararını gözetecek şekilde iyileştirmek de “bizim” sorumluluğumuzdur.
Çocukların iyi olma halini bugünden iyileştirip onlara yarının bilinmezliğinin sorumluluğunu yüklememek ise en doğru çözüm...
Okuma önerisi: “Eşitsiz bir toplumda çocukluk: Çocuğun “iyi olma hali”ni anlamak: İstanbul Örneği”, Pınar Uyan Semerci, Serra Müderrisoğlu, Abdullah Karatay, Başak Ekim Akkan, Zeynep Kılıç, Burcu Oy ve Şaylan Uran, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Haziran 2012.