Etrafınıza şöyle bir bakın: Birbirine durmaksızın akıl verenler, kendi mutlaklarının izinden gidip başka türlüsünü sorgulamaktan kaçınanlar, kendi yaşamına şifa olamayıp başkalarına çare olmaya çabalayanlar, sansasyon peşinde koşanlar veya dünyadan iz bırakmadan kayıp gidenler, kendini dünyanın merkezi ve aynı anda da olayların nedeni ve sonucu zannedenler ve daha niceleri…
Oysa şu evrendeki konumumuzu ve yaşamımızın anlamını doğru bir şekilde bilebilseydik, eğer yaşamın özünü vaktinde keşfedebilseydik, yeryüzünde işgal ettiğimiz ufacık yerin derinliklerindeki hazineyi merak edebilseydik varlığımız karşısında bu denli körleşmeyecektik.
Ne de olsa her şey merakla başlar.
Meraklı kişi, her gün doğan güneşe yepyeni sorularla “merhaba” der, her gece parıldayan yıldızlara merak dolu bakışlarla “iyi geceler” diler.
Peki bu süreçte, yani sorunlarımızı çözmede doğru düşünme yeteneği edinmenin günbegün daha fazla önem kazandığı bu devirde, felsefeye, yani “bilgelik sevgisi”ne doğru yüzümüzü dönmemek elde mi?
Platon’dan Aristo’ya, Hegel’den Marx’a, Rousseau’dan Kant’a, Descartes’tan Emil Cioran’a, Nietzsche’ye, Michel Foucault’ya, Simone de Beauvoir’a, Jean-Paul Sartre’a dek yüzlerce, binlerce filozof bize çağlar ötesinden bilgelik sevgisini aşılarken, aksi mümkün mü?
Belki de tüm bu sonsuz arayışını çocuk yaşta başlatmak daha doğru olurdu.
Yorulmaksızın sorular sorduğumuz ve soruları sordukça, yanıtları aldıkça daha yeni sorulara yelken açtığımız, sorguladıkça özgürleştiğimiz, düşüncelerimizi düzenlediğimiz o çocukluk çağından söz ediyorum.
Didem Madak’a
“Hayatımı hiç nokta
konulmadan yazılmış
bir çocuk romanı
olarak yeniden
kurmak istiyorum” dizelerini yazdıran çocukluktan…
Girişimci-eğitimci Can Gürses’in kurduğu ve matematikten satranca dek birçok alanı kapsayan akademinin çatısı altında dört yıldır “Çocuklar için Felsefe” atölyeleri yürütülüyor ve bir anlamda “çocuktur anlamaz” miti yerle bir ediliyor.
Dersleri veren ve kendisi de ODTÜ Felsefe mezunu bir “yazar-çizer-felsefeci” olan Vuslat Çamkerten ile yaptığım görüşme sırasında, çok ilginç tespitlerde bulunuyor: “Felsefe, çocuklara akıllarını büyüttükleri özgür bir alan veriyor. Hepimizin bir dünyası var ve yaşımız büyüdükçe bu dünya giderek küçültülür ve son kertede yok edilir. Her çocuk felsefi düşünceyle doğar, çevresini merak eder. Bu çocuk ileride hangi mesleği seçerse seçsin, felsefenin sağladığı yaratıcı düşünme şekli, iyi kararların yolunu açar.”
Aristo’ya kulak verirsek, “mutluluğun sırrı düşünmek ve öğrenebilmekti”.
Platon’a göre ise, mağaraya zincirlenmiş köleler, dış dünyanın sadece gölgelerine tanıklık edebiliyorlar, mağaradan çıkabilenler ise bu gölgelerin bazen gerçeği yansıtmadığını görüyorlardı.
Çocuklarla felsefe atölyelerinde işte bu gölgeler sorgulanıyor; mutluluk anlamlandırılıyor; yanıtlardan çok sorular önemseniyor.
Yüz yüze eğitimle başlayan, ardından pandemi süresince çevrimiçi ortama geçen ve şu anda da çevrimiçinde devam eden bu çalışmaların her döneminde, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından yüzlerce çocuk bir araya gelerek gündelik yaşamla bağlantılı birçok konuyu tartışıyorlar.
Çocuklar, Descartes’ı anarcasına, Cogito ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) diyorlar. Ekranların karşısına geçip, birlikte düşünüp birlikte var oluyorlar. Varoluşlarının biricik işaretinin i-pad oynamak, çizgi film seyretmek veya daha gün ağarmadan okula gitmek olmadığının ayrımına varıyorlar.
Her dönem Vuslat Çamkerten’in adalet, iyilik, gerçeklik, zaman, değişim, sanat gibi farklı temalardan oluşturduğu derinlikli bir müfredatla, 16 haftalık bir program çerçevesinde gerçekleşen atölye, Eylül ayında yeniden başlayacak. Felsefe atölyesine şu ana dek 1-8.sınıflar arasında yaklaşık 500 kadar öğrenci katıldı.
Birinci ve ikinci sınıfların, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı sınıfların, yedinci ve sekizinci sınıfların birlikte ders alması öngörülüyor.
Atölyelerde ezbere dayalı bir müfredat yerine, felsefi düşüncenin hayatın içindeki kullanım biçimleri öğretiliyor. Çünkü çocukların konfor alanlarından, fanuslarından çıkarak erken yaşta açık denizlere açılmalarını sağlamak, sorgulamayı öğretmek, onlara herhangi bir konunun üstüne gidip merakını gidermenin araçlarını vermek istiyorlar.
Örneğin çocuklar “kesinlik nedir?” sorusuna yanıt olarak “kesinliğin resmini” çiziyorlar. Bir çocuğun imgesinde, kesinlik, “kendi içine kapanan bir halka” ile karşılık buluyor. İlerleyen aşamalarda değerler felsefesi, özgür irade, adalet gibi konulara yönelim var.
Birçok çocuk okulda hayata küskün, sessiz sakin bir profil sergilerken, bu derslerde yaratılan özgürlük ortamı sayesinde kabuğunu kırıyor. Belki de günlük hayatta karşılaştıkları, çözemedikleri ve onları kozalarına geri çeken sorunları burada akranları ve öğretmenleriyle satır aralarında paylaştıkça, var oluşlarını anlamlandırma konusunda ilk adımı atmış oluyorlar.
Peki dünyada bu alanda neler yapılıyor?
Çocuk gelişimi alanında yaptığı çalışmalarla bilinen İsviçreli psikolog Jean Piaget’nin 11-12 yaş öncesi çocukların felsefi düşünceye sahip olamayacaklarını, çünkü “düşünce hakkında düşünemeyeceklerini” ileri süren bilişsel gelişim teorisine karşıt antitezler uzunca bir süredir yaygınlaşıyor.
Henüz üç yaşındayken “Sevmek nedir?” sorusuna “Rüyada yaşamak demektir” diyen kızımı işittiğimde, ben de kendi yaşantımda Piaget’nin bu iddiasını belli belirsiz “çürüttüğümü” hissetmiştim.
Piaget’nin iddiasını sorgulayan girişimler arasında beni en çok heyecanlandıran, 1960’lı yıllarda Matthew Lipman’ın girişimleri oldu. Çocuklar için Felsefe'nin kurucusu olan Lipman, Vietnam Savaşı’na dair yürütülen tartışmaların iyi eğitimli yurttaşlar tarafından bile pek sofistike olmayan argümantasyonlar eşliğinde yürütüldüğünü görünce dehşete kapılır ve eleştirel düşünme yetisini artırmaya dönük mantık öğretiminin daha erken yaşlarda başlaması gerektiğini savunur.
Lipman, hayaline adım adım yaklaşırken, Harry Stottlemeier’in Keşfi isimli çocuk romanını kaleme alır. Kitap, ana karakteri Harry ve onun beşinci sınıftaki arkadaşlarıyla ilgilidir ve yetişkinleri saf dışı bırakarak, tüm felsefi sorgulamaları çocukların ağzından yapar; nedensellikten doğru-yanlış kavramlarına, adalet-adaletsizliğe dek birçok temel kavramı anlatır. Örneğin Harry’e göre, dünyadaki en ilginç şey “düşünmektir”, hatta “düşünmeyi düşündüğümüzde kendimizi daha iyi anlarız”.
Lipman’ın öncülüğündeki P4C Yaklaşımı (Philosophy for Communities veya Philosophy for Children, Topluluklar için Felsefe veya Çocuklar için Felsefe) 70’li yıllardan bu yana gelişen bir pedagojik yöntem.
İlk başta Çocuklar için Felsefe Geliştirme Enstitüsü olarak Montclair Eyalet Koleji’nde kurulur ve ortaokuldan itibaren okuma ve eleştirel düşünme becerilerinde önemli bir sıçrama kaydedilir. Kısa süre içerisinde binlerce çocuğa ulaşır.
Bu yaklaşım, çocuklarda akıl yürütme, eleştirel düşünce, yaratıcılık, iyi dinleme becerileri, işbirliği gibi becerilerin gelişmesini hedefliyor ve bunun için de felsefi sorunlar üzerinden birlikte düşünerek birlikte sorular sorup cevaplar arıyor.
P4C aslında özellikle son dönemde sosyal medya üzerinden bilim insanlarına, gazetecilere, aydınlara ve siyasetçilere yönelik karalama kültürünün revaçta olduğu düşünüldüğünde hepimizin çocuk yaşta edinmemiz gereken “başkalarının görüşlerine saygı”, “kendi görüşlerini özgüvenli bir şekilde dile getirme”, “dinlemeyi öğrenme”, “birini karalamak yerine onu medeni bir şekilde eleştirip kendi fikrinin -varsa- hatalarını fark etme” gibi kazanımlar edinilmesini hedefliyor.
Bir yöntem olarak, bir grup çocuğa bir oyuncak veriliyor ve onlardan bu oyuncağa -örneğin oyuncağın farklı açılardan görünen kısımlarına- dair ilginç sorular üretmeleri, ellerindeki oyuncağı sorgulamaları isteniyor. Grup bu süreçte yüksek sesle akıl yürütüp fikir alışverişinde bulunuyor; başkalarının fikrini saygılı bir şekilde dinleyip, onlarla empati yapıp söylenenlere yanıt veriyor; yeni sorular üretiyor; dinlemeyi öğreniyor.
Çünkü iyi bir dinleyici olmayı erken yaşta öğrenmek, karşındaki konuşurken sonra söyleyeceğin cümleyi düşünmeksizin onu kalbinle dinleyebilmek ancak küçük yaşlarda edinilen bir yeti…
Diyalog, konuşmakla değil, esasında dinlemekle kurulur.
Bu felsefe buluşmalarında, kendisi de çocuklarla felsefe yapmanın pedagojik kurallarını öğrenen öğretmen ise, bu süreçte sadece kolaylaştırıcı rol üstlenir, yol gösterici sorular sorarak öğrencilerin muhakeme yeteneklerini en üst düzeyde geliştirmelerini yönlendirir.
Türkiye’de eğitimin kalitesini, öğrencilerin okuduğunu anlama yetilerine dair uluslararası sınıflandırma sonuçlarını her gün yeni bir örnekle görüp umutsuzluğa sürüklendiğimiz bu günlerde kim bilir belki de çare felsefededir.
Belki de çare, daha fazla ve daha yaygın felsefededir.
Belki de çare, bugün olduğu gibi, karanlığı bilimle, bilimsel verilere dayalı düşünceyle fethetmektedir.
Felsefe, medenileşmeyi de beraberinde getirir ve bu medenileşme, çocuk yaşlardan itibaren eğitimle edinilir.
Çare, ileri yaşlarında Böyle Buyurdu Zerdüşt’ten Varlık ve Hiçlik’e, Toplum Sözleşmesi’ne dair birçok felsefi metinden yola çıkarak toplumu tanımak, anlamlandırmak ve kötülük karşısında rasyonaliteyle, aydınlanmacı düşünceyle mücadele etmekten geçer.
Belki de dünyadaki kötülüklerle, nobranlıkla, cehaletin sıradanlaşması ve vasatlığın yaygınlaşmasıyla baş etmenin yollarından biri de felsefe eğitimini, eleştirel düşünmeyi ve bilgelik sevgisini özümsemiş çocuklarla yola başlamaktır. Çünkü o çocuklar büyüdüklerinde toplumun yapıcı, üretken, girişimci, akılcı, çalışkan bireyleri olurlar.
Belki de çözüm, felsefe eğitimini örgün eğitimin daha erken aşamalarına çekmek, bu konuda eğitimcileri de önceden eğitmek, çocukları yaşamlarının dümenine erken yaşta geçmeye yöneltmektir. Bunu da sadece ayrıcalıklı bir kesimle sınırlamak değil, dağ başındaki köy okulundaki Ali’den, Ege kırsalındaki Yörük kızı Ayşe’ye, Rize’li Fadime’ye dek herkese ulaştırmaktır aslolan. Çünkü Ali, Ayşe, Fadime doğru düşündükçe, doğru kararlar verdikçe, karşısındakini dinledikçe, merakını her daim canlı tuttukça, okudukça, araştırdıkça, bugün toplum olarak yaşadığımız kangren noktaları birer birer sağaltılabilir.
İnsan bir kez düşünmeye başladı mı, bir kez eleştirel düşüncenin tadını aldı mı, bir daha bırakmaz bu yolu…
Ne dersiniz? Denemeye değer, değil mi?