Çocuklukta ihmale, istismara, kötü muameleye, travmatik bir yaşam olayına maruz kalan ergenler; doğru stratejiler, etkin bir aile desteği, zamanında terapi alınması, sosyal desteğin verilmesi gibi öz-yeterlik inancını güçlendiren araçlar sayesinde daha sonraki yıllarda adeta bir zırh içerisinde kendisini koruyabiliyor.
Eski Romalı doğa bilgini Plinius, “herkes, kendisi için bir derstir” der. Bu ders, çoğumuzda ergenlik dönemleriyle birlikte kendini gösterir. Çünkü tam da o dönemde kişi kendine daha bilinçli şekilde mercek tutar; kendini yakından tanımaya, bazı davranış, tercih ve duygularının kökenine inmeye başlar.
Bu çözümlemeyi yap(a)mayanlar ancak geçmişten yaralı olanlar, çareyi, zaman zaman kendi öz-benliklerini ve öz-saygılarını yitirmelerine de yol açan, günü kurtarmaya, kendini unutmaya dönük edimlerde bulurlar.
Birkaç yıl önce Washington, Columbia ve Harvard üniversitelerinden bir grup uzmanın açıkladığı araştırma bulgularına göre; çocuklukta kötü muamele görenlerin yaşam süreleri daha hızlı kısalıyor, hücreleri daha hızlı yaşlanıyor ve bu çocuklar, daha erken ergenliğe giriyorlar. Ayrıca mutlu çocukluk geçirenlere göre, çocuklukta kötü muameleye maruz kalan çocuklar daha fazla hasta oluyorlar.
Oysa sosyal hizmetler ve psikoterapi başta olmak üzere birçok bilimsel yaklaşım ve müdahale aracı sayesinde artık doğanın da, bilimin de, psikolojik açmazların çözümünün de sınırları ve etki gücü, insanı koruyacak şekilde genişletiliyor – hem de güçlü bir fırtınanın limandan koparıp oradan oraya sürüklediği insanların bile yaşama karşı direncini artıracak şekilde…
Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Tarık Tuncay ve Düzce Üniversitesi’nden Öğr. Gör. Melike Türkmen (çalışmanın gerçekleştirildiği zaman diliminde Merzifon Kara Mustafa Paşa Devlet Hastanesi Tıbbi Sosyal Hizmet Birimi’nde çalışıyordu) geçtiğimiz günlerde önemli bir bilimsel çalışmayı akademik dünyanın ilgisine sundular.
Konu; çocukluk çağında kötü muameleye maruz kalan ergenlerde öz-yeterlik çalışmalarına dair bir sistematik derleme.
Kötü muamele; halk arasında “terlik” metaforuyla “gülünçleştirilen” ancak gülünecek herhangi bir yanı da olmayan fiziksel cezalandırma yöntemlerinin her birinden tutun, cinsel ve psikolojik istismara, çocuğu ihmal etmek suretiyle aç ve susuz bırakmaya ya da elinden eğitim hakkını alarak çalıştırmaya dek çocuğa ebeveyni veya ona bakım veren yetişkin tarafından yöneltilen zarar verici tüm eylemler ve eylemsizlikleri kapsıyor ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından da 2006 yılında kapsamlı bir tanımı yapılmış durumda.
Son dönemde “öz-yeterlik” kavramına literatürde ve pratikte giderek daha fazla başvuruluyor. Bununla kast edilen; kişinin belirli hedefleri gerçekleştireceğine dair kendine ilişkin beklentisi ve inancı.
Ve kötü muamele deneyimi ile öz-yeterlik birbiriyle iç içe geçmiş durumda.
Çocukluk çağında kötü muameleye maruz kalan kişi, travmatik bir geçmişten süzülüp gelen bu yaşantıda kendine dair inancını zedeleyebiliyor ve kişinin stresli durumlarla baş etme becerileri de bundan zarar görüyor.
Öz-yeterliği güçlendirecek psikoterapi araçlarının ise, çocukluk döneminde karşılaşılan kötü muamelenin çocuklar ve daha sonra da ergenler üzerinde kimliklerini yeniden yapılandırıp yeni roller edindikleri bir süreçte benlikleri, davranışları ve ruh durumları üzerinde yarattığı sorunların çözümlenmesinde oldukça etkin olduğu savunuluyor.
Ancak bu araştırmanın dikkat çektiği konu; ergenlerin geçmişte kötü muameleye maruz kaldıkları durumlarda, öz-yeterlik düzeylerine etki eden faktörlerin yeterince incelenmemiş oluşu.
Dünya çapında yaşları 9-24 arasında değişen toplam 10.312 ergene -içlerinden 1788’i de geçmişte kötü muameleye maruz kalmış- öz-yeterliğe etki eden faktörlerle ilgili sonuç bildiren toplam 15 çalışmanın verilerinin derlendiği bu bilimsel araştırmanın bulgusu ise oldukça çarpıcı:
Cinsel istismar, fiziksel istismar, duygusal istismar, duygusal ihmal, çocukluk çağı kötü muamelesi, romantik ilişkilerde kendini susturma stratejileri, travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, alkol problemi, duygu düzenleme güçlüğü gibi çocukluktan gelen kötü muamelenin kümülatif etkisi, öz-yeterlik üzerinde olumsuz etki doğuruyor.
Bu araştırmaları özelinde görüştüğüm Prof. Tarık Tuncay, “çocuklar incindikleri için travmatize olmazlar. Çocuklar incindiklerinde acılarıyla yalnız kalırlarsa travmatize olurlar,” diyor.
Dolayısıyla, Prof. Tuncay, çocuklukta da ergenlikte de destekleyici bir yakın akran çevresinin varlığının ruh sağlığını koruyucu faktörler arasında yer aldığına dikkat çekiyor ve genelde bireylerin travmatik deneyimin günlük davranışlarına ve düşüncelerine olan etkilerini görmeye başladıklarında travmada bir “bilgelik” oluştuğunu söylüyor.
“Ruhsal gelişim ve olgunlaşma, bu şekilde güç kazanıyor. Ülkemizde ebeveynlerin toplum merkezli kuruluşlar tarafından ücretsiz ve sistematik olarak genel ruh sağlığı, özelde ise travma farkındalık eğitimlerine katılmasına; ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim müfredatına ise travma farkındalık eğitiminin zorunlu bir ders olarak eklenmesine ihtiyaç var,” diyor Prof. Tuncay.
İncelenen araştırmaların örnekleri de ilginç. Örneğin, aile içinde istismara doğrudan maruz kalan ergenler, aile içi şiddete tanık olan ergenlere ve karşılaştırma grubundaki ergenlere kıyasla daha düşük öz-yeterlik bildiriyor. Benzer şekilde, cinsel durum öz-yeterliği ile çocukluk çağı cinsel istismar şiddeti arasında da bir ilişki olduğu tespit ediliyor ve bu durumda kendini susturma stratejileri benimsemiş olan çocuklar, sonraki aşamalarda bölünmüş benlikleri ile kendini susturmaya devam ediyor.
Buna karşılık; duygu düzenleme stratejileri, benlik saygısı, öfke kontrolü, sosyal destek, başa çıkma becerisi, travma odaklı bilişsel davranışsal terapi müdahalesi ve aile desteği ise öz-yeterlik üzerinde olumlu etki doğuruyor.
Akademik jargonun dışına çıkmak gerekirse çocuklukta ihmale, istismara, kötü muameleye, travmatik bir yaşam olayına maruz kalan ergenler; doğru stratejiler, etkin bir aile desteği, zamanında terapi alınması, sosyal desteğin verilmesi gibi öz-yeterlik inancını güçlendiren araçlar sayesinde daha sonraki yıllarda adeta bir zırh içerisinde kendisini koruyabiliyor.
Öte yandan, ergenlikte travma sonrası stres bozukluğu, yoğun kaygı, depresyon gibi hallere bürünen kişilerin çocukluklarında kötü muamelenin farklı düzeylerine rastlamak mümkün.
Medeni dünyada bununla mücadele hukuki, psikososyal ve tıbbi olmak üzere disiplinler arası bir ekip çalışmasıyla gerçekleşiyor. Tespit edilen durumlarda sosyal inceleme raporu hazırlanıyor; çocuklara yönelik tedbir kararları uygulanıyor; psikososyal danışmanlık hizmetleri sunuluyor ve toplum bu durumlar karşısında bilinçlendiriliyor.
Dolayısıyla, bir çocuğun da bir ergenin de hayatını yapılandıran en büyük güçler, “sevgi”, “eğitim” ve “ilgi”. Biyolojik ebeveynler için de, koruyucu aileler için de, devlet bakımı için de bu üç faktör, ergenlerin sonraki aşamalarda kimlik yapılandırmasında kırık dökük bir yaşama adım atmamaları için kritik önem taşıyor.
Hayvan destekli müdahalelerin, güzel sanatlar eğitiminin, sanatsal ifade etkinliklerinin, nefes egzersizlerinin, yoga, pilates, yüzme gibi sportif faaliyetlerin ergenlerin öz-yeterlik inancını güçlendirdiğini ortaya koyan oldukça fazla çalışma olduğuna dikkat çekiyor Prof. Tuncay.
“Ülkemizde ilköğretim ve ortaöğretim müfredatlarında görsel sanatlar, müzik, beden eğitimi ve spor derslerine yer veriliyor. Bununla birlikte bu derslere ayrılan süre, diğer temel derslere ayrılan süreye kıyasla oldukça az. Geç ergenlik döneminin içinde olan yüksek öğretim öğrencilerinin ders müfredatlarında ise bunlara neredeyse hiç yer verilmiyor ve bu konuda bir iyileştirmeye ihtiyaç var,” diye ekliyor.
Çocukluk deneyiminin kişinin beyin gelişimi ve duyguları üzerine etkisini ele alan bu belgeselde, travmanın kişiler ve toplum üzerindeki etkisi araştırılıyor ve sadece semptomların değil bağımlılık ve diğer ruhsal hastalıkların kök sebebi olarak travmanın dinamiklerinin incelenmesi gerektiği ileri sürülüyor.
Belgeselde, istismardan kurtulanlar da dahil olmak üzere travmatik geçmişten gelenlerle röportajlar yapılıyor ve uzmanlarla konuşuluyor. Ve şu mesaj veriliyor: Travma, ancak empati, anlayış ve konuşma yoluyla çözülür. Kişileri damgalamak ve yargılamak yerine onlara toplumsal destek sunup onları anlamak gerekir.
“Nerde o eski bayramlar!” diye hayıflananların, “bizim çocukluğumuzda dünya böyle miydi?” diye eleştirenlerin, “ah keşke çocuk olsam” diye nostalji rüzgarlarına kapılanların hiçbiri artık çocuk değil. Ergenlikle başlayan o “büyüme” sürecinin en büyük işaretlerinden biri de, geçmişe dair yapılan bu atıflar...
Bu büyümenin sağlıklı olması ise, işte geçmişte yaşanan iyi ve kötü muamelelere dair farkındalığın geliştirilmesi, travmaların gizlenmemesi ve her tarafı yara bere içindeki kişinin kendisini “bir bilene danışarak” çözümlemesiyle mümkün. Elbette en ideali de, kişinin henüz çocukluk döneminde o kötü muameleyi yaşamasını önleyecek, ön-alıcı araçların zamanında devreye girmesi, böylelikle travmaların nesiller arası aktarımının önlenmesi…
2014 yılında İngiltere’de King’s College’in yaptığı bir araştırmada, çocuklukta psikolojik şiddet deneyimleyenlerin 40 yıl sonra bile bu kötü muamelenin acısını hissettikleri ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, çocukluktan taşınan kötü deneyimlerle başa çıkmada uzun süreli bir desteğe ihtiyaç var.
Zira eninde sonunda ergenlikle çocukluk arasındaki o kilitli kapı açılıyor ve kişi kendisine kavuşuyor. Bu kadar basit ama bir o kadar da derin bir kavuşmadır bu… Başarabilene ne mutlu…