“Hakikat bir kristalin yansıttığı ışık huzmeleri gibi her zaman çok çehreli, her zaman çokseslidir. Gözü görül(e)meyene açmak demek merkezi bakışı bertaraf etmekse, benzer bir biçimde, kulağı işitil(e)meyene açmak demek analog bir duyuşu terk etmek anlamına gelir. Bu terkin sesi, aynı zamanda sesin politiğidir” (1) Nermin Saybaşlı’nın bu cümlesi ses, sesler ve onun politikası hakkında düşünmenin önünü açıyor. “Kulağı işitil(e)meyene açmak” birbirine benzeyenin dışında olan, farklının sesini duymak olarak yorumlanabilir. Başkasının sesine kulak kabartmak bir anlamda her yerden bağıran tek sese karşı durmak anlamına gelebilir. Sesler önemlidir çünkü yaşanan herhangi bir olumsuz olayı başkasına duyurarak, sözü çoğaltma olasılığına kapıyı aralar.
Gündelik siyasette de sesle ilgili epey şey çıkıyor karşımıza, “ses vermek”, “sesi olmak”, “sessiz kalmamak” gibi hepsi farklı şekillerde yorumlanabilir. Örneğin; “Ses vermek” veya “sessiz kalmamak” bir şekilde sessizleştirileni görünür kılmak anlamını içerir. Birisi için ses talebi daha çok otoriteler tarafından sesi kısılmaya, boğulmaya çalışılanın duyulur olmasının yolunu açar, dayanışmaya çağrı anlamı taşır. “Sesi olmak” da benzer anlamlar içerebilse de bana kalırsa sorunlu bir yanı vardır. Çünkü bu bazen deneyimlemediğimiz, öznesi olmadığımız yaşanmışlıklar hakkında konuşmayı beraberinde getirerek mağdur konumunu gözden kaçırmamıza sebep olabilir. Savaş, işkence, soykırım kurbanı olan birinin sesi olma çabasında bunu görürüz, durumu ölülerin sözünü sürdürmek, onların hakkını aramak olarak yorumlayabilsek bile bu ne düşündüklerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz için kurbanı tekrar kurban etmek anlamına gelebilir. Tanıklık metinleri de bir anlamda geçmişin yaşanmışlıklarının sesini şimdiye taşımak bağlamında bu konuyla ilişkilenir. Marc Nichanian tanıklık metinlerini sorunsallaştırırken, işkenceye uğramış beden hakkında şunu söyler: “İşkencenin en korkunç yanı, tanığın ortadan kaldırılmasıdır. İşkencecinin nihai isteği, tanığı işkence ediminin dışına atmak, işkencenin nihai hedefi tanığı öldürmek olduğu içindir ki işkence, kurbana insanlığını tamamen kaybettirir, sonsuza dek onu insanlığın dışına atar.” (2) Böyle bir durumda, işkenceye maruz kalan hayatta kalmış olsa bile onun bunu anlatıya dönüştürmesi, Nichanian’ın deyimiyle, “öyküleme vaadi” taşır, bunun anlamı: “öyküleme vaadi tam da her tür tanıklık ortadan kalktığı yerde tanığın işkence olayına dair anlatılarının yerini alır.” Öyküleme hiçbir tanık yoksa işkenceyi yaşayanı ve yaşananı imgeleştirir. Ayrıca, işkenceye maruz kalanın tanığı işkencecidir, onun da işkence uyguladığı bedenin sesi olmasının imkânı yoktur. Bu nedenle ona ancak başkası ses olabilir ve hayatta kalanın kendi sesi bile yaşananı anlatı hâline getirme potansiyeli taşıyorken, araya giren sesin ifadesinin zorluğu başkasının sesi olmaktaki sorunlu yanı deşifre eder. Nichanian’ın hatırlattığı gibi: “Örneğin, işkence sonrasında psikanalitik bir tedaviden yararlanarak tanıklık yeniden inşa edildiğinde, olay da bir anlatıyla bütünleşecektir. Her şey olup bittikten sonra olaya anlam kazandırılacaktır; sanki olayın bir tanığı varmış ve o her şeye rağmen anlatıyı mümkün kılıyormuş gibi davranılmış olacaktır… O artık aynı olay değildir.” Kısacası, işkence gibi zaten üzerine konuşması zor bir konuda söz almak, “ses olmak” tanıklık ortadan kalktığı için bir anlamda imkânsızlaşır. Yapıldığında da her zaman soru işaretiyle, etik kaygıyla bizi baş başa bırakır.
Ursula K. Le Guin, bu konuyu başka açılardan ele alarak, tartışmayı genişletmemize olanak verir: “Kendi kültüründen olmayan bir kişi hakkında ne kadar konuşabilirsin? Babam antropologdu ve bu meseleyle karşı karşıya gelmişti. Bir anlama teşebbüsü ne zaman asimilasyon hâline gelir? Fenimore Cooper’dan itibaren beyazlar Kızılderililerin ağzından yazdığında bu elbette fazlasıyla, feci şekilde aşikârdı. Kızılderililerin sesini kullanarak kendi fikirlerini ifade ediyorlardı.” (3) Kültürünü, dilini, yaşam biçimini bilmediğin bir topluluk hakkında yazarken, konuşurken de dikkatli olmak gerekiyor çünkü kendi sesini başkasının sesinin yerine koymak, onun sesini kendi sesin içinde eritmek, yazarın dikkat çektiği gibi asimilasyonla da sonuçlanabilir. Anlama çabası kıymetlidir ama dışarıdan bir bakışla, onun sözünü ve rolünü çalarak yapılan yorum, hakkında konuştuğunu nesneleştirmek anlamına gelebilir. Yine Le Guin’e kulak verirsek: “Kadınların edebiyatta ve başka bir yerde hiçbir şekilde sesi yokken erkekler binlerce yıl kadınların adına konuştu. Bu da hâlâ devam ediyor.” Kadınların erkek egemen edebiyat ortamlarında veya diğer alanlarda varolmaları için çokça çaba harcadığını belirtmeye gerek yok, onlar için yazının bir şekilde sesin kendisine dönüştüğünü, yazının kendi sesini bulmak ve başka kadınlarla sesini karşılaştırarak çoğaltmak anlamına gelebildiğini de eklemeli. Böylece, yazı bir ses çıkarma, ben varım deme yöntemi hâline geliyor ki kadın yazarlar hakkındaki biyografik metinlerde bunun çokça örneği var. Kadınlar adına konuşma, onları pasifleştirmenin, cinsiyet rollerini sabitlemenin, nesneleştirmenin bir yoluydu aynı zamanda. Buna ses çalmak diyorum ben, onların sesini çalıp kendi düşüncenle o sesi biçimleyip yok etmek gibi bir anlam içeriyor çünkü.
Ses olmak meselesine bir de hayvanlar üzerinden bakabiliriz. Hayvanların insanların dünyasında kendilerini ifade edebilecek bir dilleri yok, onlara yönelik çağrı da insan adlandırmasının bir sonucu. Hayvana şiddetin devamlı gündemde olduğu bir topluluk içinde yaşarken, onlarla kurulan yoldaşlık ilişkisi gereği ses çıkarabiliriz ama bunu insan yanlı bir bakışla yaptığımızda, ilişkiyi fayda üzerinden, tahakküm de içeren belli bir acıma duygusuyla gerçekleştirdiğimizde bu sorunlu hâle gelebilir. Hayvanlar hakkında konuşmak için öncelikle onları dünyanın tüm türleri gibi hayatın öznesi olarak kabul etmek, onların kendi oluşlarıyla varlık haklarını tanımak gerekiyor, en fazla yapabileceğimiz budur çünkü yine Le Guin’in işaret ettiği gibi hayvanlarla yazıda veya konuşmada kurulacak ilişki ancak “hayal gücüyle” mümkün olur. Kısacası, “ses olmak” gerekli olduğu kadar sorunlu olabilecek yanlar içeriyor, başkasının sesinin kendi sesimiz içinde kaybolmaması, devamlı dikkat gerektiren bir mesele.
Ses hakkında bahsedebileceğimiz bir diğer konu tekleştirilmesi sorunu bana kalırsa. Bu mesele aklıma genellikle, Kafka’nın “Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu”1 adlı öyküsünü getiriyor ve otoriter sesi simgelemesi açısından konumuzla ilişkileniyor. Kafka, bu öyküde, şarkıcı Josefine ve onun ıslığının büyüsüne kapılmış fare halkının hikâyesini anlatır. Şarkıcı Josefine’in ıslığının diğer ıslıklardan pek farkı yoktur ama fare ulusu ona büyülü anlamlar yükler. Josefine’in ıslığı, o sesin peşinden gidenlere olumlu hiçbir şey sağlamaz ama karakter bunun bir sanat, ulusun devamı için gerekli ses olduğuna kitleleri inandırır. Böylece, kitleler sese sorgusuzca bağlanırlar, bu tek ses neredeyse hayatın karşılığı olur. “Onun ıslığı salt ıslıktan başka bir şeydir” olarak tanımlanan bu ıslık, kendi gücünün farkında olmayan halkı etkisi altına alır. Islığının sesini, ulusun tek sesi hâline getiren Josefine, bu yanıyla otoriter toplumların yöneticilerinin her yerden bağıran sesini hatırlatır. Kendinden olmayanın sesini boğan bir sestir bu çünkü Josefine, “karşıt düşüncedekileri sadece hor görüyor, belki de onlara içten içe kin duyuyor”dur. Sese esir olmuş, büyüsüne kapılmış, kendine dair olanı kaybedip, gücün sesini kendi sesi yapmış kitleleri peşinden sürükleyen bu ses karşı sesleri kendi sesi içinde eritmek ister. Bu öykü Yunan mitolojisinde, Sirenler ya da Seireneler bilinen yaratıkları da hatırlatıyor ancak bu hikâyede sese kapılanların sonunun iyi bitmediğini anımsamalı. Anlatıya göre, Sirenler’in sesi öyle bir ses ki denizciler büyülenip, gemileri karaya vurup, ölüyorlar. Tıpkı otoritelerin sesine kapılıp giden kitlelerin, ölmeseler de bir şekilde tekilci politikaların gazabından kurtulamayıp sürünmeleri gibi.
Ses önemli mesele, kulağını başkasına açtığında çoğullaşabilen, ses verdiğinde dayanışabildiğin, sesi olduğunda söz hakkını çalabildiğin, tek olduğunda da Sirenlerin sesine kapılan gemiciler gibi, karaya vurma ihtimalinin olduğu bir şey. Bu nedenle epey politik anlamlar içeriyor. Bana kalırsa, kulağını başkasına açmak, onu duymak, ses çokluğu yaratmak, kendi sesini herkesin sesi olarak dayatanlara karşı alınabilecek değerli bir politik tutum. Çünkü dünyanın yalnızlarını, yıkıntılar arasında bırakılmışlarını, sistemin “artık” gibi kenara atmak istediklerini kapsayan, yankılanan, çınlayan, direnen bir ses, hayatı egemen seslere bırakmanın önünü kapatıyor.
Dipnotlar
- Saybaşlı, N., (2020), “Mıknatıs Ses ‘Rezonans ve Sanatın Politikası’”, s. 17, İstanbul: Metis Yayınları.
- Nichanian, M., (2011), “Edebiyat ve Felaket”, s. 30-31, (Çev. Ayşegül Sönmezay), İstanbul: İletişim Yayınları.
- Le Guin, K., U. (2020), “Yazma Üzerine Sohbetler”, s. 107-108, (Çev. Özde Duygu Gürkan), İstanbul: Metis
Yayınları. - Kafka, F. (2016), “Bütün Öyküler”, (Çev. Kamuran Şipal), s. 244-263., İstanbul: Cem Yayınevi.