Cumhurbaşkanı “Çok basit bir konu” dedikten sonra devam
ediyor: “Sayın Başbakanımız ve bakan arkadaşlarımızla birlikte
hemen bu adımın atılması mümkün.”
Açıklamanın devamı da çok aydınlatıcı: “Temenni ediyorum ki
hemen, süratle bunu ülke gündeminden çıkarmak, düşürmek bütün
aileleri, yavrularımızı rahatlatacaktır.”
Evet evet, “süratle”, bir an önce “bunu” ülke gündeminden
çıkarmalı,“yavrularımızı” rahatlatmalıyız…
“Devlet ciddiyeti” denilen şey bu olsa gerek…
Sanmayın ki “Bunu” sözcüğüyle ifade edilen ve gündemden
süratle defedilecek mesele fındık taban fiyatları tartışmasıdır.
Zamanında adı (çok daha uygun olarak) “Maarif”ken
(millileştirilerek) “Milli Eğitim Bakanlığı”na dönüşen bir
kurumun varlık nedeni olan “Okul”dan söz ediyoruz.
Başbakan’ın “bunu” ya (yani TEOG konusuna) yaklaşımı ise son
derece eğlendirici nitelikte. Karşılaşmışsınızdır muhakkak: Urfa’da
bir okul bahçesinde kurulan kürsüde Başbakan çocuklara
sesleniyor:
“TEOG bir yarışa döndü, sizin stresinizi artırdı,
uygularınızı kaçırdı. Biz sizin uykularınızın kaçmasına razı olur
muyuz?”
Çocuklar: “Haaayııır!
Başbakan: “TEOG kalsın mı kalksın mı?”
Çocuklar: Kalksııın!
Başbakan: “İşte bu! İşte bu!”
Ne güzel, çocuklar mutlu, Başbakan’ı gülümseyerek ve başıyla
onaylayarak izleyen Milli Eğitim Bakanı mutlu ve tabii Başbakan da
çok mutlu!
Bir ara aklımdan geçmedi değil; Başbakan boş bulunup çocuklara
“Okullar da kalksın mı?” sorusunu yöneltecek mi diye… Soru
gelse çocukların cevabının “Kalksııın!” olacağına dair
hangimiz “bire yüz” bahse girmeyiz?
Sanmayın ki TEOG’la aram iyi ve devamını diliyorum. TEOG tabii
ki kalksın, ama sadece o değil selefleriyle birlikte Okul’u bugünkü
haline getiren eğitim sistemi de kalksın… Her sözü emir telakki
edilen bir zatın “Kalksın” demesiyle harekete geçen,
öğretmenler hariç kim bilir kaç bin çalışanıyla adında
“eğitim” geçen bakanlık da kalksın… Bir yapı bu derece mi
küçülür, bu derece mi “eğitim/öğretim”den bihaberdir?
1867’den itibaren yüksek tahsile kapı açan anahtar
“Bakalorya” adıyla imparatorluğun eğitim sistemine girmiş,
biraz değişiklikle 1935’ten itibaren “Devlet Olgunluk
Sınavı”na dönüşmüş ve nihayet dönüp dolaşıp 60’lı yılların
ortalarında bütün üniversiteleri kapsayan merkezi sınav olarak aklı
olmayan “optik okuyucu”ya teslim edilmiş
Hatırlayanlar vardır; “optik okuyucu” devreye girmeden
önce her üniversite giriş/kabul sınavını kendisi yapardı. Hukuk
Fakültesi’ne mi niyetlendiniz, bu fakültenin sınavında başarılı
olmanız aranırdı. Sınav da, öyle sonradan devreye girdiği gibi
doğru kutucuğunu karalamaklan ibaret değildi. Kağıdı kalemi alıp
soruları cevaplamanız gerekiyordu. Bu “optik okuyucu” sevdasının
sonunda kendinden beklendiği gibi ne tür dolandırıcılıklar
doğurduğunu da hatırlayın. Düşünebiliyor musunuz, eğitim sisteminde
ölçmenin/ değerlendirmenin tek yolu “cevap anahtarı”ndan
geçiyor…
Bana sorarsınız, ülkedeki eğitim/öğretim sisteminin kalitesini
hızla aşağı çeken, bir zamanlar liselerimizde –bugüne kıyasla- hiç
de fena olmayan nitelikli öğretimin köküne kibrit suyu döken asıl
suçlu bu “merkezi sınav sistemi”dir. Gençlerimizi kalemi kağıdı
eline alıp –hangi konuda olursa olsun önemli değil- iki cümle
yazamaz hale getiren bu sistemdir.
Ne yapmalı o zaman? “Olgunluk sınavını” tekrar devreye mi
sokmalı? Bence evet, önce sözünü ettiğimiz “optik
okuyucu”yu kapı dışarı ederek. Bugün eğitim düzeyi yüksek
birçok ülkede uygulandığı gibi, ilk ve orta eğitimi baştan sona
yenilemek, yüksek öğretime geçmenin anahtarını da (öğrencilerin
ellerine kalem / kağıt koyarak) “olgunluk sınavı”nda başarılı olma
şartına bağlamak gerekiyor.
Geçmişte birkaç yazımda da hatırlattığım gibi mesela Fransa’da
üniversiteye devam için başarılı olunması şart olan bakalorya (BAC)
sınavlarında adayların önüne gelen şu sorulara bakın: Mesela şu
felsefe sorusu: “Her zaman ne arzu ettiğimizi biliyor muyuz?”
/ “Moral kanaatlerimiz tecrübeden mi kaynaklanır?” / “Arzu
doğası gereği sınırsız mıdır?”
Hadi bakalım, elinize kalemi alıp yazmaya başlayın!
Mesela şu (2016) edebiyat sorusu: “Flaubert, 1852’de Louise
Colet’e yazdığı mektupta Madame Bovary romanıyla ilgili olarak şu
notu düşüyor: ‘Yazarın kişiliği hissedilmiyor.’ Eser
hakkındaki bilginiz ve romanın yazılışına ilişkin belgeler bu
yargıyı doğruluyor mu?”
Eğitim / öğretim böyle bir şey tabii ki, “kutu
karalayarak” kültürün düzeyini ölçebilmek mümkün mü? Adayların
cevapları tabii ki teker teker, sırasında iki seçici tarafından
satır satır okunacak ve bu sürecin sonunda BAC’tan başarılı olup
olmadığı, yani üniversiteye devam edip edemeyeceğine ilişkin karar
çıkacak.
Yeri gelmişken şunu da hatırlatayım: Peki bu başarılı adayların
hepsinin talebini karşılayacak sayıda üniversite yoksa? BAC’ta
başarıl olup branşlarına göre üniversiteye devam hakkı kazanan
adayların bir bölümü –tabii ki- yüksek öğretimin ilk yılında
başarıları düşük olduğu takdirde elenecek.
Okul’un zor yani altından kolaylıkla kalkılamayacak bir mesele
olduğunu söylemiştim. Gerçekten de, modern biçimiyle kuruluşunda
eşit ve rasyonel düşünce kapasitesine sahip yurttaşlar yetiştirmek
amacıyla yola çıkan Okul, artık neredeyse “eşitsizlik üreten
mabetler”e dönüşmüştür. Bu sonuç tabii ki şaşılacak bir
dönüşüm değildir. Toplumsal eşitsizliği sihirli bir kurumla (Okul)
aşabilmek tabii ki boş bir hayal. Sorunun hemen her yerde
karşılaştığımız ortak yanına kısaca değinecek olursak: Okul
herşeyden önce, toplumsallığın, ekonominin ve de önemli olarak
bilgiye açılan kapıları hızla elinden alan iletişim teknolojisinin
bugünkü hali karşısında hemen her yerde çaresizdir. Geçen zaman
içinde Okul, kendi dolayımı ile rasyonel düşünebilen bireylerden
oluşan bir toplum yaratma amacına ulaşamadığı gibi en önemli işlevi
olarak sunulan sınıflar arası geçişliliği sağlayan ve dolayısıyla
bir “asansör’ olarak nitelenen işlevini de kaybetmiştir.
Yani özetle, ‘Çoban Sülü’yü köyden alıp önce mühendis,
sonra başbakan ve nihayet cumhurbaşkanı koltuğuna oturtan
“asansör" çoktandır devre dışıdır. Okul’un
öğrencilerine taşıdığı bilgiyle eşit ve özgür yurttaşlar
yaratabilmesi hayalinin önündeki ön büyük engel -tabii ki- kapısına
dayanan adayların başta dil olmak üzere ‘kültür bagajları’na
ilişkin farklılıktır. Bu manzara sadece Türkiye gibi eğitim/öğretim
de ne yapacağını hepten şaşırmış ülkelerde değil,
‘gelişmiş’ olarak sınıflandırılan ülkelerde de karşımızda
durmaktadır.Bu ülkelerde de bir biçimde araya girip bizi şaşırtan
az sayıda örnekler dışarıda tutulacak olursa, ilköğretimden
itibaren hangi öğrencinin eğitim sisteminin hangi kulvarında
ilerleyip ileride hangi postları işgal edecekleri daha başından
bellidir. Bu iş böyle ne yazık ki… ABD’de de, Fransa’da da,
Almanya’da da… Eşit ve rasyonel düşünce kapasitesine sahip
yurttaşlar yetiştirmek amacıyla yola çıkan bir kurumun neredeyse
‘eşitsizlik üreten” kurumlara dönüşmesi karşısında şaşırmamak
gerekir Bu çerçevede özellikle büyük şehirlerde yaşayan ailelerin
farkında oldukları bir örnekten söz etmek isterim:
Okul’un farklı sınıflardan öğrencileri birbirleriyle
“tanıştırmak” gibi bir görevi de yok muydu? Hemen
hepimizin devlet ilkokuluna devam ederken dershanelerde
gözlediğimiz öğrenci kompozisyonunu hatırlayın. Zengin ve yoksul
ailelerin çocukları aynı sırayı paylaşmazlar mıydı? Peki ya bugün?
Hepiniz gibi ben de biliyorum ki, özellikle büyük şehirlerde,
devlet ilkokulları artık düşük gelirlilerin çocuklarının devam
ettiği mekanlardır. Yani özetle, herkes sınıfına /gelir seviyesine
uygun bir okula! Bu sistemi getirenler /yerleştirenler/
geliştirenler farklı sınıf kökenlerinden gelen öğrencileri bu
şekilde birbirinden ayırarak sadece eğitim açısından değil
toplumsallık açısından da ne büyük bir kötülük yaptıklarının
farkındalar mı acaba? TEOG’u yüksek yerden gelen bir emirle iki
günde kaldıran ve sözde bütün öğrencileri eşitlediğini iddia eden
bir bakanlık bu felaketin farkında mıdır? İstersiniz bu bahsi
çocukları anaokuluna başlayacak genç bir arkadaşımızın bu
“özel” okulları tercih ettiklerinde anaokulundan yüksek
öğretime kadar “eğitim maliyeti”nin ne kadar olacağına
ilişkin yaptığı hesabın sonucunu aktarayım: 1 milyon lira
“Okul sorunu”açılınca artık tam gaz ilerleyen İmam
Hatip Okulları’na ilişkin birkaç söz etmeden olmaz:
Ben bu konuda eskiden beri şu görüşü savundum ve savunuyorum:
İmam-Hatip Liseleri (ve ortaokulları) resmi eğitim sistemi içinde
yer almamalıdır. Bu okullar bir an önce, normal lise müfredatını
yoğun din bilgisi müfredatıyla harmanlamış birer ‘özel okul’
statüsüne kavuşturulmalıdır. İmam-Hatip müfredatını ana-babaların
ve öğrencilerin talep etme hakları tabii ki mevcuttur. Ancak bu
okulların ‘özel okul’ statüsünde olmaları kaydıyla. Söz
konusu müfredatın hiçbir okulda yer almamasını ileri sürmek -tabii
ki- ‘laikçilik’ olarak anılan bir anlayışı davet etmek
anlamına gelir. Dolayısıyla bu okullara Milli Eğitim Bakanlığı
(MEB) gözetimi altında (‘Öğretim Birliği’nin aslı da budur
zaten) kişiler ve vakıflar tarafından kurulan birer “özel
okul” statüsü tanınmalıdır.
Sonuç olarak öğrencileri içinde saatler, günler, yıllar
geçirdikleri ve sonuç olarak kendilerini edebiyat, tarih, felsefe
ve hatta fen bilimleri ve matematikten nefret ettirmeyi birinci
amaç edinmiş bir kurumun kuşatmasından kurtarmak şarttır. İşimiz
tabii ki zor ama –unutmayalım ki- imkansız değil.