Yorucu bir günün ardından baldırı çıplak bebelerle birlikte Ankara Kalesi’nin merdivenlerini tırmanışımıza dair Gazete Duvar’a yazdığım yazıdan sonraydı. Dünyanın başka bir köşesinde yaşayan en eski dostlarımdan biri okumuş bu yazıyı. Aradı. Kötü oldum ya ben o yazıyı okuyunca, dedi. Neredeyse bir mizah yazısıydı oysa! Nedenini sordum. "Oraları eski günlerden tanırım ben, çok iyi tanırım. Kale aynı kale. Çocuklar aynı çocuklar. Merdivenler aynı merdivenler. Yukarı çıkınca gördüğün manzara üç aşağı beş yukarı aynı olmalı. Fakat duygular aynı değil. Yenilmişlik duygusu yoktu içimizde o vakitler, çakı gibiydik…" dedi.
Çok fena yenildik Mehmet, dedim. Hepimiz başka bir biçimde. Bin türlü yenildik. Bin bir türlü yenildik. Telefonun öbür ucunda bir ses titredi ve sustu. Bir damla gözyaşı yavaşça yanaklarından aşağı süzüldü belki. Bir Beckett sözünü tekrar etti –sanki- içinden: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.”
Bense düpedüz ağladım telefonu kapattığımda. Herkes başka türlü bir yenilgi tarif eder belki. Herkesin hüznü başka. Benim hüznümün içinde bir Boeing uçağı ferah feza havalanır bugün. O kadar uçsuz bucaksız. Yirmili yaşlarımızda hayal ettiğimiz dünya bu değildi...
Dünden beri hangi fotoğrafa ya da hangi habere baksam tümüyle şahsi bir yenilgi duygusuna dibine kadar batıyorum. Fakat bir yandan da, öğrenci evlerinde, zift gibi koyu bir çay ve Maltepe sigarası eşliğinde sabahlanan gecelerde, bir Livaneli şarkısını Lorca Lorca haykırmış bir kuşakla paylaştığımızı da düşündüğüm bir yenilgi bu:
Ay kocaman at kara
Torbamda zeytin kara
Bilirim de yolları
Varamam Córdoba'ya
…
Birkaç kuşak insanı birbirine bağlayan bir yenilgi. 8 Ekim Bahçelievler Katliamı'ndan geçen ve Roboski’ye uzanan bir yenilgi. Oradan Diyarbakır’a, Suruç’a, Ankara Garı'na sıçrayan bir yenilgi.
Zaten hep yenilmişiz gibi bir yenilgi. İşkence izleriyle dolu bedenleri Muğla asfaltına yatırılan Kürtlerin çıplaklığında yenilmişiz. Görüntüleri bir gece vakti karşıma çıktığında, doğru olmasın, doğru olmasın, doğru olmasın diye sabaha kadar dua ettiğim, IŞİD’in yaktığı gencecik askerlerle birlikte yenilmişiz. Ayşe Öğretmen’le ayrı yenilmişiz. Necmettin Öğretmen’le ayrı... Katledilmişiz…
Binbir güçlükle ulaştığımız bütün limanlardan gerisin geri fırtınalı denizlere sürülmüşüz...
Bir 10 Ekim anmasını daha geride bıraktığımız gün Ankara’da içime çöken kasvet bu.
Ankara Gar Katliamı bu ülkenin tarihinde zulmün ve vicdansızlığın yazdığı bir utanç sayfası olarak kalacak hep. Öncesiyle, olay anıyla, sonrasıyla ve üzerinden tam olarak iki yılın geçtiği bugünüyle, bir utanç sayfası. Barış isteyen 102 kişinin paramparça edildiği, yüzlercesinin ağır biçimde yaralandığı ve uzuvlarını kaybettiği, çiçeklere, ağaçlara ve bulutlara kan sıçradığı, güvercin yuvalarının kanla dolduğu kapkara bir gün…
O gün patlamanın hemen ardından o can pazarına dalarak orayı gaza boğanlar, olayın ikinci yıl dönümünde de kayıp yakınlarını üzerlerine gaz sıkarak oradan oraya sürükledi. Barış içinde bir anma gerçekleşmesine izin vermedi.
Gar katliamıyla ilişkili olarak olay öncesinde alınan istihbarat bilgilerinin gerekli yerlere iletilmediğine ve yok sayıldığına dair müfettiş raporları var. Birçok soru işareti ve karanlık nokta var. Fakat yine de bu katliamın en acı yönünü, sorumluluk makamındakilerin ihmalleri ve göz ardı etmeler oluşturmuyor sadece. Çok acı verici olan diğer bir gerçek de, bu katliamı yok sayan ve üzerine bir cümle bile kurmayan geniş bir sivil ittifakın varlığı. Milliyetçiler, ulusalcılar filan bir yana, kendini demokrat olarak tanımlayan geniş bir yurttaş kesimi de olay tarihinde katliam üzerine bir tek cümle bile kurmamıştı. Bir fotoğraf bile paylaşmamıştı. Barış isteyen demokratik kitle örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, farklı partilerin ve sendikaların üyelerini “terörist” olarak işaret eden söylemle, bu katliam karşısında suskun kalarak ve neredeyse olmamış sayarak ittifak kurulmuştu.
Bu sessiz ittifak sayesinde, adresleri, müdavimi oldukları çay ocağı ve bombalı eylem yapma potansiyelleri olayın öncesinde kayıtlara geçmiş saldırganların ve IŞİD’in adı, tuhaf bir kokteyl içinde sulandırılıp buhar edildi.
Geniş bir kesimin bu suskunluğu bugün de sürdürdüğünü görmek mümkün. Katliamda hayatını kaybedenleri anmak isteyenleri stadyumlarda yuhalayan güruhtan hiç söz etmiyorum bile…
İslâmi kesime gelince, Ankara Gar Katliamı sonrasında elbette farklı hiçbir ses çıkmadı oradan. Ümit Kıvanç bu haftaki yazısında, Muğla’da asfalta çıplak yatırılan Kürt gençlerine yönelik utanç ve acı verici olay bağlamında İslâmi kesime getirdiği eleştirileri şöyle bitirmiş: “ ‘Merhametsiz olun’ diyen bir ilâhî buyruk, ‘haysiyetsiz olun’ diyen bir peygamber iletisi yoktur; nerede kaldı ‘zalim olun, şerefsiz olun’ uygulamaları!” Ankara Gar Katliamı bağlamında da İslâmi kesime Kıvanç’ın bu sözleri eksiksiz hatırlatılabilir.
Durum özetle böyle. Yenilmişlik duygusunu en çok da bu geniş ittifak yaratıyor.
Her şeye rağmen açıkça eklemek gerekir ki yenilmişlik duygusunun en yoğun hali bile, Beckett’ın önümüze koyduğu, yine yenilme ve bu kez daha iyi yenilme biçimindeki seçeneğin peşinden gitmemize bir an bile engel olmuyor. Bu aslında elimizden geldiğince ve gücümüzün yettiği ölçülerde direnmeye devam seçeneğidir.
İşte bu yüzden de biz yenilmiş olsak bile onlar hiçbir şeyi hiçbir şekilde kazanmış olmuyor. Biz hiç değilse yedimizden yetmişimize hâlâ güzel günler hayal edebiliyoruz. Güzel günler de ancak ve ancak birileri hayal etmekten hiç vazgeçmediği için mümkün oluyor.
Onların hayali ne peki? Bu dünyaya vaatleri ne? Dikkat çekici bir “ahlaki” ya da “vicdani” güçlenmeyi gerçekleştiremedikleri bu kadar ortadayken, dillerinden düşürmedikleri dava ne?
Yok öyle bir dava…
Bunca kötülüğün arkasından mahcup bile olmuyor kimse. Yandaşlar aleminden bir kişi bile çıkıp 10 Ekim anmasına niçin engel oluyoruz diye sormuyor, soramıyor. “Kullanışlı ölümler” ayıklıyorlar ölenler arasından. Arakan’a ağlarken –ki ağlanmalıdır- 10 Ekim kayıplarını anmak isteyenlere göz açtırmıyorlar. Bu çifte standartla, bu zalimlikle, bu pişkinlikle nereye?
...
Hep daha iyi yenildiğimiz bir dünyada barış hâlâ bizim düşlerimizde. Umut bizim yüreğimizde…