“Cumhuriyet Davası”na ilişkin özel bir değerlendirme yapmayacağım çünkü her şey ortada. Konuya ilişkin değerlendirmeler içinden Tayfun Atay’ın “Destan gibi savunma!” (Cumhuriyet, 26 Temmuz 2017) başlıklı özel bir övgüyü hak eden yazısından birkaç satır aktararak bu faslı kapatacağım:
“Duruşmayı izledim, efkârım, hissiyatım, hassasiyetim tarifsiz ve gelgitli.
‘Trajedi’ desem ‘komedi’ eksik kalıyor!”
(…)
“Ne desem, neyle tanımlasam duruşmada ortaya çıkan tabloyu, olmuyor, yetmiyor.
‘İzansızlık’ desem, ‘vicdansızlık’ eksik kalıyor!”
“İşte böyle!
‘Cadıların davası’, daha doğrusu ‘Destanı’ başladı, devam ediyor!..”
x x x
26 Temmuz 2017 tarihli Hürriyet’te Uğur Gürses’in “ ‘Tek yetkili etkili mi?” başlıklı öğretici yazısını ben de okudum. Gürses, yazısına “Ekonomide tek yetkili” olacağı 'basına fısıldanan' Mehmet Şimşek’in kabinedeki yerini ve işlevini tartışıyor. Şimşek’in yetkisi “ekonomi koordinasyonu ve bankalar” olarak belirlenmiş. Yani sözün kısası Şimşek, “ekonomide tek yetkili” değil… Gürses’in yazısında bu minvalde başka yararlı bilgiler de var isteyen yazıya dönebilir.
26 Temmuz 2017 tarihli Hürriyet’in ekonomi sayfasında Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin açıklamalarına da yer verilmiş. Zeybekçi, Gümrük Birliği tartışmalarına ilişkin özellikle son günlerde özellikle probleme dönüşen Almanya-Türkiye ilişkilerine özellikle eğilmiş. Şöyle bir benzetme ile: “Gümrük Birliği sepetine bir tekme atayım diyenler varsa, dikkat edin sepetin içindeki yumurtaların çoğunluğu da size ait olabilir. Aklı olan insanlar o sepetin içindeki yumurtaları çoğaltır. İlla tekmeleyeceğim diyorsan, 'İyi düşünün' derim.”
“Ekonomi Bakanı”, yine son günlerin çok tartışılan bir diğer meselesi (hani şu 700 Alman şirketi hakkında Interpol’e ulaşan metin) hakkında da şöyle bir yorum getiriyor: “Bir işgüzarın işi (…) Çok alt seviyedeki bir adamın Interpol’e yazdığı bir yazı. Bununla ilgili sorumlu arkadaşlarımız bunun arkasını iyice deşelemeli.”(!)
Ne diyelim, “deşelemeli” tabii ki… “Çok alt seviyedeki bir adamın” yaptığı bu “işgüzarlık” neyin nesidir?
Tayfun Atay’ın yazının başında aktardığım şu değerlendirmesini bu konuya da taşımanın yeridir sanırım: "Trajedi’ desem ‘komedi’ eksik kalıyor!"
İsterseniz Zeybekçi’yi Uğur Gürses’in yazısı bağlamında da değerlendirelim: Öncekinde olduğu gibi bugünün kabinesinde de “Ekonomi Bakanı” koltuğuna sahip Zeybekçi’nin işin normalinde “Ekonomide tek yetkili” olmasa da hiç değilse “Ekonomide ikinci yetkili” filan gibi bir sıfatla anılması gerekmez mi? Ama dikkat ediyorum, “ekonomi” faslı ciddi olarak açılınca, sanki o “Ekonomi Bakanı” değilmiş gibi davranılıyor.? Kamuoyu 2004’de Denizli Belediye Başkanı seçilen ve sonrasında siyasi hayatında hızla yükselerek “Ekonomi Bakanlığı” mührünü ele geçiren bu kişiyi illâki ekonomi dışı açıklamaları ile mi hatırlayacak?
Pekiyi, kamuoyu Zeybekçi’yi hangi hangi “ekonomi dışı” açıklamalarıyla hatırlıyor?
Söz konusu açıklamaları araya girmeden doğrudan gazete haberlerinden vereyim:
“Nihat Zeybekci, HDP'lilerin tutuklanması hakkında, 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti, lağımdan çıkan fare gibi ensesinden tuttuğu gibi mahkemeye götürdü. Bu ülkenin bağımsız mahkemeleri, hakimleri de gereğini yaptı' dedi” (Habertürk)
“Bakan Nihat Zeybekci, Denizli'nin Çivril İlçesi'ndeki Cumhuriyet Parkı'nda 'Demokrasi nöbetine' katılırken darbecilerin 1.5- 2 metrekarelik yerde lağım fareleri gibi öleceklerini belirterek, ‘Bunlara öyle bir ceza vereceğiz ki, 'Keşke geberip, gitseydik' diyecekler. İnsan yüzü görmeyecek, insan sesi duymayacaklar. Bunların arkalarında ne var, kim tarafından beslendi, kim tarafından gönderildi ve kurgulandı, hepsini biliyoruz'diye konuştu.” (Hürriyet)
İşte böyleee…. Devletimizin aklını “lağım fareleri” ile bozmuş “Ekonomi Bakanı”nın bu açıklamaları umarım Almanya başta olmak üzere Batı ülkelerinin siyasi kadroları tarafından fark edilmemiştir. Aksi halde bu ve benzer açıklamaları yapabilen bir bakanın (konu “ekonomi” de olsa) muhatap alınabilmesi neredeyse imkânsızdır…
x x x
Ciddi konuları bırakıp biraz da “hafif”lere bakalım:
Farkında olmamanız imkansız; bugünlerde gazeteler, televizyon başta olmak üzere bütün ekranlar şu aralar (okuyunca insana tuhaf geliyor ama!) “Üniversite reklamları” ile dolu. Bana sorarsınız bu “reklam kampanyası” tek başına ülkedeki üniversite hayatı hakkında epeyce bilgi veriyor. Bu tam sayfa reklamlara ilaveten kimi köşe yazılarında da bu konuda yorumlar, bilgiler yer alıyor. Ben bunlardan birisi ile en çok satan gazetenin bir yazarının köşesinde karşılaştım. İş adamı kovalamakla meşhur bu köşe yazarı (röportaj kılığında!) bir özel üniversitenin yöneticisi ile konuşuyor. Yöneticinin şu açıklamasını -sizi bilmem ama – ben çok ilginç ve eğlendirici buldum doğrusu:
“Yeni kampüsle birlikte akıllı sınıf, online eğitim sistemini oturtmaya odaklandı:
- Diyelim ki öğrenci trafiğe takıldı, ilk derse yetişemedi. Cep telefonuyla sınıfa bağlanıp, dersi izleyebilecek.”
Aman Allah'ım bunu da mı görecektik?!
x x x
Yazıyı cumhurbaşkanının (yanılmıyorsam Muhtarlar Toplantısı’nda) yepyeni büyük bir tartışmaya neden olan şu açıklamasını ve bu açıklamanın ardından gelen bazı yorumlardan örnekler vererek noktalayalım:
Cumhurbaşkanı: “Allah aşkına şu yardımcı doçentlik nedir?”
Gerçekten “gündemsizlik”ten sıkılmış bir ülkede hoş bir tartışma konusu. Tahmin ettiğiniz gibi bu “tez”in de taraftarları ve aleyhtarları hemen kaleme asıldılar. Bu yorumlar içinde benim dikkatimi önce Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun şu sözleri çekti:
“Sırıtan bir unvan. Bir anlamı yok. Amerika'da doktorayı aldığı zaman, profesör derler adama. Ben yardımcı doçent oldum ama 1980'den sonra geldi, 80 öncesinde yoktu. Beni vurdu, bekleme süreleri de eklendi. Yardımcı doçent oldum süresi kalktı, doçent oldum onun da süresi kalktı. Hep bana vurdu."
Gördüğünüz gibi Prof. Kuzu meseleyi bir kez daha üniversite hayatında (yani akademik yolculuğunda) karşısına çıkan “duvarlar” meselesine bağlayıverdi…
Cumhurbaşkanının “yardımcı doçentlik” hakkındaki görüşünü paylaşan ikinci isim olarak Prof. Dr. Celal Şengör ile karşılaştık. “Bu lüzumsuz bir kadrodur” diyerek söze başlayan Şengör, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu YÖK'ün uydurduğu bir unvan. "Assistant professor" olarak Amerika'da karşılığı vardır. Bunun Avrupa sisteminde karşılığı, doktoralı asistandır. Bu lüzumsuz bir kadrodur. Doktorasını yapan yayınlarına güveniyorsa, belli bir asistanlık döneminden sonra doçentliğe müracaat eder. Yardımcı doçentlik uydurmadır, dediği doğrudur Tayyip Bey'in temelde, fakat bu Amerikan sisteminde vardır, Avrupa sisteminde yoktur. Fakat bana sorarsanız Avrupa sistemi daha doğrudur.”
Prof. Şengör’ün bu açıklamasında bana “Olmadı şimdi!” dedirten bölüm profesörün kurduğu şu cümledir: “Yardımcı doçentlik uydurmadır dediği doğrudur Tayyip Bey’in temelde, fakat bu Amerikan sisteminde vardır, Avrupa sisteminde yoktur”.
Aman nasıl olur! Yardımcı doçentlik kadrosunun muadili madem ki Amerikan sisteminde vardır, o zaman nasıl “uydurma” olabilir?
Konuyla ilgili olarak internet ortamında yürüyen bir tartışmada karşılaştığım şu yorumu doğrusu çok beğendim: “Bu sistem öyle ya da böyle tüm ülkelerde var. Hepsinde unvan aynı olmamakla birlikte genelde 3 derede bulunuyor. Professor - 1. derece (bizde Prof) Associate Professor 2. derece ( bizde Doçent) Assistant Professor 3. derece (bizde yardımcı doçent) Valla çok güzel gündem değiştiriyoruz maalesef : Tüm sorunlar bitti Akademik ünvanlar kaldı!”