Corbyn'in kaybı sol için hezimet değildir

İşçi Partisi’nin neoliberalizmin emeklilik maaşı gibi, ulusal sağlık hizmetleri gibi, parasız üniversite okuma hakkı gibi sosyal devletin her alanına saldırdığı bir dönemde bu konuları gündeme getirmesi, destek bulabilmesi ve sağ partileri de bu politikalara özen göstermeye itmesi çok önemli ve sol siyaset için bir kazanımdır. Ama sonuç olarak yaşadıkları seçim hezimeti sol siyaset için büyük bir kayıp değildir.

Abone ol

Alper Çavuşoğlu*

Birleşik Krallık 12 Aralık günü yakın tarihinin belki de en önemli seçim günlerinden birini yaşadı. Bu yazıda; referandumun ardından seçime kadar giden yolda yaşananları, tartışmaları ve seçimin sonrasında Birleşik Krallık’ı bekleyen ihtimalleri kısaca incelemeye çalışacağım.

Büyük Britanya’da Avam Kamarası’ndaki Brexit tartışmalarının ve AB ile olan müzakerelerinin başarısızlığa uğramasının ardından Theresa May hükümetinin düşmesi ve Muhafazakar Parti’nin liderliğine Boris Johnson’un gelmesiyle başlayan erken seçim talepleri Ekim ayı sonunda alınan, Aralık ayında bir erken seçim yapılması kararıyla sonuca bağlandı.

Erken seçimin ana sebebi olan Brexit tabii ki, seçim kampanyası dönemi boyunca gündemin bir numaralı maddesi olmaya devam etti. Erken seçim kararına kadar olan dönemde Muhafazakar Parti’nin Brexit konusunda AB ile yaşadığı anlaşmazlıklar ve hükümet ile AB arasında uzun müzakereler sonucunda üstüne anlaşmaya varılan hususların parlamentodan geçirilememesi onlara güven kaybettirse de yaşanan lider değişiminin ardından Boris Johnson’un kendinden emin Brexit tavrı, gerekirse “no-deal” yani anlaşmasız Brexit ihtimalini de göze alacağını söylemesi, referandumda ayrılma yönünde oy kullanan ve parlamentodaki tartışmalardan artık sıkılan kitlenin desteklediği bir gözü kara tavırdı aslında.

Her ne kadar Muhafazakar Parti’nin Brexit konusundaki sıkışmışlığı seçim dönemine gelirken onların hanesinde eksi puan olarak yazılsa da, İşçi Partisi’nin parti içindeki farklı etken gruplar ve seçmenler nezdindeki karışık durumu nedeniyle içinde bulunduğu halin içinden çıkması iyice zorlaşmıştı. Zaten ilk anketlerde ortaya çıkan düşük oy oranı da acil durumun varlığını gösteriyordu. Süreci özetlemek gerekirse; Parti, Brexit referandumu sırasında, Liberal Demokratlar ve Yeşillerle beraber “Remain” yani kalma opsiyonu için propaganda yapmış ancak çok ufak bir farkla da olsa “Remain” kaybetmişti. Bu süreçte Birleşik Krallık’ta toplum Brexit üzerinden fazlasıyla politize oldu. Ayrılıkçılar ve Birlikçilerin arasında oluşan yarık, siyasi partilerden en çok İşçi Partisi’nin iç siyasetini etkiledi. Zira, İşçi Partisi’nin tabanını oluşturan sanayi işçileri, öğrenciler ve alt-orta sınıfın Brexit’e bakışları çok farklıydı. Perşembe günkü seçimin ardından Guardian gazetesi için bir yazı kaleme alan Jeremy Corbyn, özellikle İngiltere ve Galler’in eski sanayi bölgelerinde 40 yılı aşkın süredir, iş imkanlarının azaltılması ve bölge halkının sefalete itilmesinin siyasete olan güveni yerle bir ettiğini, böyle bir ortamda Brexit’i bir çıkış yolu olarak gören bu yalnız bırakılmış kitlelerin, İşçi Partisi’nin Brexit politikasındansa, Boris Johnson’un “Get Brexit Done” vaadine (Brexit’i halletme) meylettiğini kabul etti. Ancak iş ve gelecek kaygısındaki geniş bir genç seçmen kitlesine sahip olan İşçi Partisi bir yandan onların AB’de kalma taleplerine de gözünü kapayamazdı. Bu noktada İşçi Partisi Jeremy Corbyn’in başını çektiği bir politika geliştirse de, bu politika partide seçim konusunda izlenen tek politika olmadı.

İşçi Partisi Genel Başkanı Corbyn’in sosyalist gelenekten gelen birisi olarak geçmişte, neoliberalizmin kurumsallaşmasının başat kurumlarından olan AB’ye ve AB’nin getirdiği “Ortak Pazar”a karşı olan birçok söylemi vardı. Ancak Corbyn, partinin AB konusundaki hassasiyetlerinin farkındaydı ve gerçekçi olmak gerekirse; AB ile yapılan anlaşmaların ortadan kalkmasının, ticaret hacminin azalmasının ve özellikle no-deal Brexit ihtimalinin emekçilerin sırtına yükleneceğinin bilincindeydi ve yine ülkedeki çeşitli azınlık gruplarının Brexit’ten payını alacaklarını düşünüyordu. Dolayısıyla, seçime kadar olan süreçte, AB ile yapılacak ve parlamentodan geçirilecek anlaşmayla beraber no-deal’in masada olmadığı, “Remain”in ise yeniden ihtimaller arasına döneceği bir referandumla halka tekrar gitme konusunda bir politika yürüttü İşçi Partisi. Bunun çelişkileri daha ilk anda dikkati çekti. İşçi Partisi önce “Remain” propagandası yaptığı referandumda alt sınıftan İşçi Partisi seçmeninin ayrılma yönünde oy vermesinin önüne geçemedi, daha sonra bu kitleyi Perşembe günkü seçimde, referandumda verdikleri oya sahip çıkacağına ve Brexit’i gerçekleştireceğine inandıramadı. Burada iki nedenden bahsedebiliriz: Birincisi İşçi Partisi’nin geçmişinde bu sınıfları çok kez hayal kırıklığına uğratmış olması, ikincisiyse İşçi Partisi’nin içindeki güçlü Remain’ci damar. Bu damar seçim süreci dahil olmak üzere çokça kez Corbyn’in ve parti yönetiminin referandumdan sonra bile Brexit’e doğrudan karşı bir pozisyon almamasını eleştirdi. Remaincilerin referandum sonucunu kabullenememeleri Türkiye’den de tanıdık geleceği üzere onları seçimde ayrılma yönünde oy verenlerin verdiği kararın nedenlerini sorgulamak yerine, bu kişilerin eğitim durumları ve yaşları üzerinden demografik yorumlar yapmaya ve hatta bu kişileri “kandırılmışlar” olarak görmezden gelmeye itti. Bu da, İşçi Partisi’nin tabanını oluşturan işçilerin reaksiyon göstermesine sebep oldu.

Bu noktada değinmek gereken başka bir husus, seçim süreci başlarken Liberal Demokratlar’ın anketlerde Remain destekçilerinin etkisiyle (kimisi İşçi Partili olan destekçiler bunlar) öne çıkmaya ve Remain’in sözcüsü olarak nitelendirmeye başlaması. İşçi Partisi’nin buna verdiği reaksiyon ise seçime asıl nüvesini veren ve gelecek yıllara aktarılacağını düşündüğüm politika değişimleri oldu. Parti, Jeremy Corbyn ile “For the many, not the few” sloganıyla (Azınlık için değil çoğunluk için) çıktığı yolda, seçim dönemi boyunca gerek no-deal Brexit’in yaratacağı işsizliği ve güvencesizliği gerekse de Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin (NHS) özelleştirilmesinin önüne geçmek ve iyileştirilmesini sağlamak, Demiryolları, elektrik-su gibi temel ihtiyaçların kamulaştırılmasını gündeme getirmek gibi politikalar yürüttü. Bu politikalar özellikle çalışanlar, göçmenler ve dünyanın her yerinde gözlemlendiği gibi geleceksizliğe mahkum edilmiş gençler arasında çok konuşuldu, benimsendi. Yine “Green New Deal” politikasıyla, çevre sorunlarına da eğilen İşçi Partisi, bu konuyu da gündemde tutan ve sahiplenen parti konumuna geldi. Bu politikalar da “Remain” üzerinden oy devşirmeye çalışan Liberal Demokratların ve Yeşillerin ilk anketlerde gözüktükleri bir şekilde oy kazanamamasına sebep oldu. Sosyalizm kelimesinin bile büyük bir antipatiye sahip olduğu İngiliz kamuoyunda sosyalist politikalar aylarca konuşuldu ve çok büyük destek aldı. Bu sonuca sadece bu düşünceyi destekleyen anketler üzerinden değil, aynı zamanda Muhafazakar Parti’nin söylemlerinden de ulaşabiliyoruz. Zira seçim dönemi boyunca Muhafazakarlar; özelleştirme yapmayacaklarını, aksine kendilerinin kamu harcamaları konusunda son derece cömert davrandıklarını ve bu konuda İşçi Partisi’nden daha başarılı olduklarını ileri sürdüler. Her ne kadar, bu inandırıcı olmayan bir iddia olsa da, iddialarını kurdukları nokta ve buna dair verdikleri vaatler tam olarak İşçi Partisi’nin istediği sosyal politikalara yönelikti.

Tabii bu sosyal(ist) politikalara, şaşırılmayacak şekilde(!) en büyük tepkiler, İşçi Partisi’nin kendi içinden, Blair ve benzerlerinden geldi. Seçim dönemi boyunca anti-Corbynci bir propaganda yürüten bu kitleler İşçi Partisi’nin ait olduğu sol cenahın sınıfsal karakterini yansıtan politikaları en az rakip partiler kadar fazla eleştirdi.

Seçim boyunca yapılan bir başka tartışma, Jeremy Corbyn’in kendi şahsını da dahil ederek İşçi Partisi’ne yapıştırılmaya çalışan anti-semitizm yaftasıydı. Corbyn’in pek çok kere İsrail devleti karşısında Filistin’i desteklediği açıklamaları, yapılan insan hakları ihlallerine karşı sesini yükselttiği zamanlar oldu, bu doğru. Ancak anti-semitizm tartışmalarının, komik bir şekilde benzerini ABD’de kendisi bir Yahudi olan Sanders hakkında da yapıldığı düşünülürse, gerçekten bir anti-semitist yaklaşımın varlığı şüphelenilmesi gereken bir soru halini alıyor. İsrail devletinin Filistin’de yaptıklarının eleştirilmesini “Hamas’a selam göndermek” olarak niteleyen bu propaganda sadece İngiltere’de değil, Türkiye’de de bir kısım zevat tarafından dillendirildi. Gerek anti-semitizm yaftası, gerek Corbyn’in geçmişindeki aktivist kimliği, milyarderlerin sahip olduğu medya kuruluşları tarafından sürekli dolaşıma sokularak toplum nezdinde, özellikle Muhafazakar Parti seçmenleri nezdinde, antipati yaratılmaya çalışıldı. Bunda başarılı da olunduğu söylenebilir.

Nitekim Brexit tartışmalarıyla başlayan seçim, İşçi Partisi tarafından sağlık hizmetleri ve daha geniş anlamda sosyal devlet tartışmaları üzerinden farklı bir alana taşınmak istense de ülkenin bir numaralı gündemi ya da belki de kangreni denecek duruma doğrudan bir çözüm bulamaması ve yine sandığı işaret etmesi İşçi Partisi’ne Brexit konusunda olan güveni fazlasıyla düşürdü. Seçimde gündemi oluşturan çeşitli konulara dair yapılan anketlerde seçmenler, Brexit konusunda İşçi Partisi’nin politikalarını inandırıcı bulmazken, ulusal sağlık hizmetleri, çevre ve benzeri meselelerde ezici bir şekilde İşçi Partisi'ni destekledi. Ama Birleşik Krallık’ta yaşayanlar için önem sıralamasında Brexit’in, diğer bütün konulardan farklı olarak yeri sandıkta ortaya çıktı.

Sonuç olarak, İşçi Partisi bu seçimlerde büyük bir hezimete uğradı ve 2017 yılındaki seçimlerde arkasına aldığı rüzgarın büyük bir kısmını kaybetti. Ancak halihazırda kaybedilmiş bir referandumdan arta kalan tartışmaların üzerine inşa edilen bir seçim sürecinde önemli olan, İşçi Partisi’nin Birleşik Krallık’ta gündeme getirilemeyen, getirilmesi tercih edilmeyen konuları gündeme getirebilmesi ve bunu dinamik bir grassroots hareketiyle (1) mobilize edebilmesiydi. Corbyn döneminde İşçi Partisi’ne katılımlarda (özellikle gençler) patlama yaşandı. Çok da uzak olmayan bir gelecekte Brexit tartışmaları bitip bulutlar dağıldığında, yarına dair söyleyecek bir sözü ve programı olan, bunu örgütleyebilecek tek parti bu nedenle İşçi Partisi olarak gözüküyor. Yine de şunu eklemeden geçmemek gerekiyor: İşçi Partisi’nin başarısı ya da başarısızlığı dünyada solun başarısı ya da başarısızlığına dair herhangi bir emare veremez. Çünkü İşçi Partisi, sosyalist Jeremy Corbyn liderliği altında dahi, her ne kadar sosyal adaleti savunan, gelir adaletsizliğini eleştiren ve zenginleri (ayrıcalıklı yüzde 1 diyerek) karşısına alan bir politika yürütse de, kendisini neoliberal düzlemde progressive (ilerici), reformist politikalar üreten ve yine aynı düzlemde eşitsizlikleri törpüleme yollarını arayan bir siyasi parti olarak tanımlıyor. Yani doğrudan neoliberalizmin kurumlarını yıkma amacı taşımayan, rahatsızlığı emek sömürüsünün bizzat kendisinde değil miktarda (örneğin maaşta) bulan, mülkiyetin kendisine değil mülkiyetin ayrıcalıklı kesimlerin elinde olmasına karşı çıkmakla yetinen bir siyasi parti. Dolayısıyla İşçi Partisi’nin; neoliberalizmin emeklilik maaşı gibi, ulusal sağlık hizmetleri gibi, parasız üniversite okuma hakkı gibi sosyal devletin her alanına saldırdığı bir dönemde bu konuları gündeme getirmesi, destek bulabilmesi ve sağ partileri de bu politikalara özen göstermeye itmesi çok önemli ve sol siyaset için bir kazanımdır. Ama sonuç olarak yaşadıkları seçim hezimeti sol siyaset için büyük bir kayıp değildir.

Brexit’in kaderi, her ne kadar onu çözebileceğini iddia eden Boris Johnson ve Muhafazakar milletvekillerinin eline kalmış olsa da tartışmalar kolay kolay sona erecek gibi görünmüyor. Özellikle Brexit oylamasında yüksek bir oranda “Remain” oyu veren İskoçya’da yeniden alevlenen bağımsızlık referandumu taleplerinin Muhafazakarlar tarafından ciddiye alınmaması, buna karşılık İskoç Ulusal Partisi (SNP)’nin oy oranlarında ve milletvekili sayılarındaki artış, özellikle bu konudaki tartışmanın önümüzdeki günlerde Birleşik Krallık’ta gündemi meşgul edeceğine dair işaretler veriyor. Yine, Kuzey İrlanda’da tarihte ilk kez milliyetçi ve ayrılıkçı partilerin (güneyle birleşmeyi savunanlar), Birleşik Krallıkla birliği savunan DUP’tan fazla milletvekiline sahip olması orada da benzer tartışmaların yaşanacağını gösteriyor. Kuzey İrlanda’daki durumu daha kritik yapan bir başka durum da şu: Seçim öncesinde Avam Kamarası’nda çoğunluğa sahip olmayan Muhafazakarlar, DUP ile bir koalisyon içindeydi. Bu da Kuzey İrlanda özelinde daha çok olsa da, İskoçya ve Galler gibi, İngiltere’den bazı konularda ayrı ajandası olan bölgelerin çekincelerinin Muhafazakarların elini kolunu bağlaması sonucunu doğuruyordu. Şu an Muhafazakarlar’ın DUP’a ihtiyacı yok. Kuzey İrlanda’da da Birlikçiler güç kaybediyor. Bu nedenle Brexit üzerinden bu bölgelerden yükselebilecek ayrılık talepleri, önümüzdeki günlerde gündemde yer alacağa benziyor.

(1)  Grassroots hareketleri kitleleri mahalle konseyleri gibi ufak topluluklar şeklinde örgütleyerek yerel, ulusal ve uluslar arası siyasete etki etmelerini sağlamaya çalışan politik hareketler olarak özetlenebilir. Bu hareketlerce TV gibi genele erişen medya araçlarındansa; arama, mail atma ya da yüz yüze konuşma gibi bireye erişmeye çalışan propaganda yöntemleri kullanılır.

*Araştırmacı, DK Üyesi, UNIVERSUS Sosyal Araştırmalar Merkezi