Corbynizmin yükselişi ve düşüşü II: Başbakanlığa ramak kala
Bir buçuk ay gibi kısa bir süre içerisinde Corbyn İşçi Partisi’nin yüzde 24-25 civarındaki oy oranını yüzde 40’a taşımış ve bir azınlık hükümetinde başbakan olmaya birkaç milletvekili sayısı kadar yaklaşmıştı. Peki bu kadar kısa bir sürede tarihin akışı nasıl değişmişti?
Mehmet Erman Erol*
İlk yazıyı bitirirken Muhafazakar Parti lideri ve Başbakan May’in seçim tarihini ilan ettiği 18 Nisan 2017 tarihindeki politik atmosferin ve tablonun Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi için oldukça olumsuz bir duruma işaret ettiğini; ancak tarihin başka türlü aktığını belirtmiştim. Seçim İşçi Partisi’nin zaferiyle sonuçlanmasa da, 9 Haziran 2017 sabahı ortada parlamento çoğunluğunu kaybetmiş bir Muhafazakar Parti ve 1945’ten bu yana bir seçimde en çok oy oranı artışı sağlayan (10 puan) bir İşçi Partisi vardı. Corbyn, İşçi Partisi’nin 650 sandalyeli parlamentodaki milletvekili sayısını 30 yeni milletvekiliyle 262’ye çıkarmış; Muhafazakarlar ise 13 sandalye kaybetmişti. Bir buçuk ay gibi kısa bir süre içerisinde Corbyn İşçi Partisi’nin yüzde 24-25 civarındaki oy oranını yüzde 40’a taşımış ve bir azınlık hükümetinde başbakan olmaya birkaç milletvekili sayısı kadar yaklaşmıştı (1). Peki bu kadar kısa bir sürede tarihin akışı nasıl değişmişti?
Her şeyden önce, İşçi Partisi açısından bu kampanya sürecinin Birleşik Krallık seçimlerinde daha önce pek rastlanmamış bir dinamizm örneği gösterdiğini vurgulamak gerekli. Burada kökenleri daha eskiye gitmekle birlikte 2015’te resmi olarak oluşturulan Momentum isimli taban hareketinin önemini vurgulamak önemli. Momentum üyeleri seçim süreci boyunca gerek sahada kapı kapı dolaşarak, gerekse sosyal medya platformlarında oldukça yaratıcı bir kampanya yürütüp Corbyn’in sol-popülist söylemini – ana akım basının negatif tutumuna rağmen – geniş kitlelere yaydılar.
‘Oyunu değiştiren’ bir diğer etkenin ise Corbyn ve ekibinin (özellikle yakın çalışma arkadaşı ve ‘Corbynomics’in arkasındaki beyin olan Gölge Maliye Bakanı John McDonnell’ın) Britanya halkının 2008 krizinden bu yana memnuniyetsizlik duyduğu temel sorunları iyi kavramış olması ve buna yönelik doğrudan çözümler getirme konusundaki basiret ve mahareti olduğunu ileri sürebiliriz. Bu anlamdaki önemli bir dönüm noktası 16 Mayıs 2017’de açıklanan İşçi Partisi’nin seçim manifestosuydu. Manifesto tam anlamıyla sosyalist olmasa da, keskin bir şekilde neoliberalizm karşıtı ve sol-popülist bir stratejiyi yansıtan ‘radikal’ bir manifestoydu.
Manifesto’da ilk dikkati çeken yüksek gelirlilerin, büyük şirketlerin, mali sermayenin (‘City’ denilen) ödediği - ya da ödemediği - vergileri artıran politikaydı. Bir diğer önemli politika önemli ve özel sektörde olması halkın geçim düzeyini olumsuz yönde etkileyen sektörlerin kamulaştırılmasıydı. Bu bağlamda, su, tren yolları, posta hizmetlerinin kamulaştırılması ve enerji sektöründe kamu kontrolünün ve sahipliğinin giderek artırılması hedefleri göze çarpıyordu. 250 milyar poundluk bir ‘Ulusal Dönüşüm Fonu’ ile bu dönüşümler sağlanacaktı.
Blair döneminde getirilen, 2010’da Muhafazakar-Liberal koalisyon hükümetinin yıllık 9 bin sterline çıkardığı üniversite harçlarını tamamen kaldırmak göze çarpan ve gençler arasında oldukça popüler bir diğer vaatti. Manifesto çalışma ilişkileri ve işçi hakları konusunda da önemli dönüşümler öngörüyordu. ‘Sıfır zamanlı kontrat’ (zero-hour contract) denilen aşırı esnek çalışma biçimini ortadan kaldırma, asgari ücrette önemli iyileştirmeler, Muhafazakar Parti döneminde geriletilen sendikal hakların genişletilmesi, iş mahkemelerindeki ücretlerin kaldırılması, ücretsiz stajyerliklerin kaldırılması gibi bir dizi düzenlemeyle neoliberal otoriterizme ket vurmak hedefleniyordu. Ücretsiz çocuk bakımı, emeklilik yaşının yükselmesini durdurma, sosyal konutların sayısının artırılması gibi sosyal politilkalar da popülerdi. Eğitime ve Ulusal Sağlık Sistemi’ne (NHS) önemli yatırımlar yapılarak kronikleşmiş toplumsal sorunların çözülmesi hedefleniyordu.
Kamuoyu anketleri bu politikaların geniş halk kesimlerinde oldukça popüler olduğunu gösteriyordu. Dış politika konuları ise çetrefilliydi; burada önemli tavizler veriliyordu. Dış politika konusundaki öteden beri ‘establishment’ da denilen Britanya egemenlerine karşı çok keskin eleştiriler getiren Corbyn sağ siyaset ve medya tarafından bir ‘güvenlik sorunu’ olarak da lanse ediliyordu. Bu nedenle seçim kampanyası sürecinde Corbyn’in ‘o topa girmediğini’ ve Britanya’nın Nükleer Programı (Trident) ve savunma harcamaları konusunda radikal değişikliklerden kaçındığını söyleyebiliriz. Corbyn’in bu konulardaki eleştirel tutumu baki olsa da bu konuda pragmatik bir davranış sergilediğini not etmek gerekir.
Referandumun gerçekleştiği Haziran 2016’dan bu yana belki de en önemli başlık olan Brexit bir diğer çetrefilli alandı. Corbyn, 2016 referandum sonucunu kesinlikle kabul ettiklerini ve AB’den en iyi şekilde çıkış için bir anlaşma arayışında olacaklarını ilan etmişti. Bu anlaşmanın da parlamento onayına sunulacağı vurgulanıyordu. Bunun serbest dolaşımın sona ermesi anlamına geleceği ve bu yolla bir diğer ‘memnuniyetsizlik’ konusu olan göçmen sayılarının makul seviyede tutulacağı sözü veriliyordu. Ancak göçmenlerin hiçbir şekilde günah keçisi olarak ilan edilmeyeceğini, Muhafazakarların getirdiği göçmen sayısı hedeflerinin kaldırılacağını, İngiltere’deki AB vatandaşlarının haklarının korunacağı da ekleniyordu.
Bu politika Corbyn ve ekibinin öteden beri neoliberal AB’ye karşı eleştirel tutumu düşünüldüğünde makuldü. Ancak parti içerisinde bu konu çok hassastı. İşçi Partisi'nin seçmen tabanı Brexit konusunda ikiye bölünmüştü. Güneydeki daha kozmopolit bölgelerde yaşayan genç, beyaz yakalı, ‘orta sınıf’ denilebilecek seçmenler AB’de kalma yönünde oy kullanmıştı ve ikinci bir Brexit referandumunu arzuluyordu. Partinin Kuzey İngiltere’deki (büyük şehir merkezleri hariç) geleneksel işçi sınıfı kökenli seçmenleri ise AB’den çıkmayı ve göçmen sayılarının sınırlandırılmasını istiyordu. Thatcher döneminden bu yana artan kuzey-güney eşitsizliği ve kemer sıkma politikalarına karşı oluşan memnuniyetsizlik kendisini AB ve göçmen karşıtlığında buluvermişti. Böyle bir ince çizgide yürümek zorunda kalınılan bu konu kemer sıkma karşıtı sol-popülist siyasetin potasında eritilip onun baskın çıkmasıyla çözüme kavuşmuş gibi görünüyordu. Şimdi sırada sarsılan Toryleri daha da hırpalayıp çok da uzak olmayan tarihte iktidarı ele almak vardı. Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin ‘hükümet olmasına ramak kalmış, hazırda bekleyen’ (government-in-waiting) bir siyasal aktör olduğu yorumları yapılıyordu. Ancak tarih bir kez daha bambaşka akacaktı.
(1) Aslında Britanya seçim sistemi dar bölge (first past the post) olduğundan oy oranları tek başına anlamlı değil. Birçok bölgede İşçi Partisi’nin adayıyla diğer adaylar arasında yakın bir yarış yaşandı; onlar İşçi Partisi lehine sonuçlansaydı Corbyn’in başbakanlık şansı çok yüksekti.
*Doktora Sonrası Araştırmacı, Cambridge Üniversitesi