Corbynizmin yükselişi ve düşüşü III: 2019 felaketi ve son
Corbyn’in 2015-2020 arasında dünya solunda yarattığı heyecan günahıyla sevabıyla sona erdi. Bazılarının iddia ettiğinin aksine ‘1970 kafalı’ bir solcu değildi; ekibiyle birlikte 21. yüzyılda sosyalizm için eksik olsa da ilham verici, üzerinde düşünülmesi gereken bir ekonomi politik mirası bıraktı. 2008 sonrası ortaya çıkan çoğu sol-popülist hareket gibi gelgitleri, çekinceleri, belki yeterince radikal olmaması eksik yönleriydi.
Mehmet Erman Erol*
Bir önceki yazıyı 2017 seçim sonuçları sonrasındaki politik atmosferle bitirmiştim. Muhafazakarlar Parlamento çoğunluğunu sağlayamadığı için hükümet olmak için gereken sekiz milletvekilini Kuzey İrlanda’nın sağcı partisi DUP (Demokratik Birlik Partisi) ile bir koalisyon kurarak sağladı. İşçi Partisi ve Corbyn cephesinde özgüven ve moral oldukça yüksekti. Partinin sağ kanadından eleştiriler gelse dahi Corbyn’in liderliğine ilişkin spekülasyonlar sona ermiş görünüyordu. Şimdi sarsılan ve moral üstünlüğü kaybeden Muhafazakarlara vurulacak son bir darbenin hazırlıkları yapılıyor; Cobyn’i Downing Street 10 Numara’daki Başbakanlık konutuna taşıyacak fırsat bekleniyordu.
Seçim sonrasında Theresa May’in Brexit anlaşması için Brüksel’le yürüttüğü müzakereler uzun süre sonuçsuz kaldı. En nihayetinde 2019 başında vardığı anlaşma kendi milletvekillerinin de oylarıyla parlamentoda defalarca reddedilmiş, seçim sloganı ‘Güçlü ve istikrarlı liderlik’ olan May’in oldukça zayıf bir lider görüntüsü vermesine yol açmıştı. Aslına bakılırsa, Theresa May Toryler için başından beri yanlış bir tercihti. İçişleri Bakanlığı döneminde göçmen karşıtı politikalarıyla nam salmasına karşın, 2016 referandumunda AB’de kalmak yönünde pozisyon almıştı. Bu pozisyonun AB ile çıkış konusundaki müzakereler söz konusu olduğunda sağ seçmen nezdindeki kredibilitesi düşüktü. Muhazakar Parti makinesi hızlı davranıp May’in başbakanlığının artık desteklenmediğini kendisine bildirdi. May 2019 Mayıs ayında istifa etti. Corbynizm’in iktidarı için uygun ortam oluşuyor gibiydi.
Corbyn için oluşan olumlu atmosferin takip eden bir dizi gelişmeyle ve ayrıca kendisi ve İşçi Partisi’nin yaptığı bir dizi hatayla tersine döndüğünü söyleyebiliriz. Muhafazakarlar, 2019 yazında May’in yerine günümüzde popüler olan tipte ‘güçlü, kural tanımayan’ sağ-popülist bir lider ve başbakan seçtiler: Eski Londra Belediye Başkanı ve ‘hard Brexit’çi Boris Johnson. Johnson ve siyasi baş danışmanı Dominic Cummings bu kez, 2017’de Corbyn ve Mcdonnell’ın yaptığını yaptılar: Britanya halkının menuniyetsizlik kaynaklarını iyi kavramışlardı. Üç yıldır büyük bir belirsizlik yaratan Brexit sürecinin getirdiği toplumsal yorgunluk ve bıkkınlığı iyi kavrayıp buna denk düşen basit ama etkili bir strateji geliştirdiler: Brexit’i halledelim! (Get Brexit Done); ya da herhalde ‘ya herro ya merro’ denilen ‘do or die’. Ağustos-eylül aylarında Johnson bu stratejiyi parlamentoyu olağanüstü bir şekilde askıya almaya ve muhalif Muhafazakar Parti üyelerini partiden ihraç etmeye kadar götürüp kararlılığını göstermişti. Anlaşma olsun ya da olmasın 31 Ekim 2019’da Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılacağını vurguluyordu.
Bu sırada Yüksek Mahkeme Johnson’ın parlamentoyu askıya alma kararının hukuksuz olduğu kararını vermişti. Takibinde İşçi Partisi ve Corbyn, kaos olarak gördükleri anlaşmasız ayrılık seçeneğini elemek için Parlamento muhalefeti marifetiyle Johnson’ın 31 Ekim macerasını durdurdu. Johnson’ın parlamentodaki tıkanıklığı aşmak için seçim istemesine karşılık 31 Ekim’de anlaşmasız ayrılık seçeneğini ortadan kaldırması koşuluyla seçime hazır olduğunu belirtti. Johnson üç aylık ek uzatmaya mecburen yanaşınca 12 Aralık 2019 için seçim tarihi belirlenmiş oldu. Corbyn ve parlamento muhalefeti için ilk etapta zafer gibi görünen bu durumdan Johnson ve Cummings’in memnuniyet duyduğu aslında büyük bir sır değil. Çok kısa bir zamanda istedikleri atmosferi yaratmışlar, ‘halkın demokratik tercihini gerçekleştirmek için canı pahasına savaşan (bir ara ‘Brexit şehitliği’ gibi kavramlar kullanılıyordu) bir lider ve karşısında parlamentosundan yüksek mahkemesine bunu engellemeye çalışan bir müesses nizam’ imajını yaratmayı başarmışlardı…
Seçimin bir Brexit seçimi olacağı belli olmuştu. Corbyn’in parlamentodaki tutumunun doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, esas hatanın 2017’deki Brexit pozisyonunun revize edilmesi olduğu daha sonra ortaya acı bir şekilde çıkacaktı. Corbyn’in hem İşçi Partisi tabanının ‘AB’de kalalım’cı kesimi hem de partinin şimdi yeni seçilen lideri Sir Keir Starmer (o zamanki gölge Brexit Bakanı) gibi parti figürlerinin ikinci bir Brexit referandumunun İşçi Partisi’nin seçimdeki pozisyonu olması gerektiği yönündeki baskılarına boyun eğdiğini belirtmek gerekir. Corbyn seçim süreci boyunca olası bir ikinci referandumda nasıl bir kampanya yürüteceği sorusuna da ısrarla cevap vermekten kaçındı; bu da muhtemelen başka bir hayati hataydı.
Corbyn ve McDonnell açısından esas strateji meseleyi olabildiğince Brexit’in dışına çıkarmak; 2017’deki gibi dinamik bir kemer sıkma karşıtı ve bu sefer daha da radikal bir vizyonla kampanya boyunca olumsuz havayı tersine çevirmekti. 2017’deki manifestonun birçok yönü korunuyor, buna yeni politikalar ekleniyordu. Örneğin kapsamlı bir ‘Yeşil Sanayi Devrimi’ ile birlikte karbon salımının 2030’a kadar radikal bir biçimde azaltılması hedefleniyordu. Konut politikası yılda yüzbin yeni sosyal konut yapımı öngörüyor; haftalık çalışma saatinin 32 saate indirilmesi, endüstriyel demokrasi, daha yaygın kamulaştırmalar, bütün hanelere ücretsiz fiber internet sözü, sağlık bütçesinin radikal bir şekilde artırılması, 25 yaşın altındakilere ücretsiz ulaşım, özel okulların kapatılması, emeklilere yeni haklar, Britanya’nın kolonyal tarihinin hesabının sorulması gibi her kesime hitap eden bir dizi vaat dikkat çekiyordu. Ancak Johnson’ın basit ve sürekli tekrarladığı ‘Brexit’i halledelim!’ sloganı karşısında bu vaatler duyulmuyordu. Üstelik tarihi boyunca oldukça pragmatik bir tavır sergilemiş olan Toryler Johnson liderliğinde bu kez kemer sıkmaya son verip sağlıktan eğitime, polisten altyapı harcamalarına; ama özellikle de az gelişmiş Kuzey’e yatırım yapma sözü de veriyorlardı.
Üstelik Corbyn’in işi bu kez sağ ve ana akım medya dolayısıyla da çok daha zordu. Corbynizm seçeneğinin 2017’de ciddi bir ihitmal olarak belirmesi sağ ve merkez medyayı eşi benzeri görülmemiş bir Corbyn karşıtı kampanyaya yöneltti. Oldukça çirkin, iftira dolu, komplocu bir dizi propaganda başladı. Belki de en ironik olanı, Corbyn liderliğinde İşçi Partisi’nin kurumsal olarak anti-semitist olduğunun sağ kanat medya tarafından sürekli vurgulanmasıydı. Hayatı boyunca her türlü ayrımcılığa, ırkçılığa, faşizan eğilimlere karşı mücadele etmiş ama her zaman Filistin yanlısı olduğunu da saklamayan Corbyn’in bu suçlamaları anlamakta zorluk çektiği ve belki de bu nedenle bu suçlamalara karşı etkin bir ideolojik mücadele geliştiremediğini vurgulamak gerekir. Corbyn’in medya tarafından çizilen bu olumsuz imajı oldukça etkiliydi. Sahada kampanyayı yürüten partililer insanların sık sık Corbyn’e asla oy vermeyeceğini söylemesiyle karşılaşıyorlardı.
Bu şartlar altında gidilen 12 Aralık 2019 seçimleri aslında kimilerine şaşırtıcı kimilerine ise şaşırtıcı gelmeyen bir sonuçla sona erdi: Toryler sandalye sayısını 47 artırarak 365 milletvekilliğiyle mutlak bir zafer ilan etti. İşçi Partisi 59 sandalye kaybederek 203’te kaldı. Tarihsel olarak İşçi Partisi’ne oy vermiş ve aslında Torylerin temsil ettiği her şeyden nefret eden daha az gelişmiş ve büyük ölçüde AB’den çıkmak yönünde oy kullanmış Kuzey kasabaları önemli oranda Johnson’a Brexit’i halletmesi ve verdiği sözleri tutması için kredi açtı.
Bu yazı dizisinin ilkinde belirttiğim gibi, geçtiğimiz hafta İşçi Partisi’nin merkezine daha yakın, çok daha ılımlı, eski başsavcı ve ‘Sir’ Keir Starmer’ın İşçi Partisi liderliğine seçilmesi ve ‘Corbynista’ Long-Bailey’nin kaybetmesi partide bir dönemin sonu anlamına geliyordu. Starmer her ne kadar partinin 2017 ve 2019 manifestosunu sahiplendiğini ve kendisinin sosyalist olduğunu iddia etse de; ilk günlerinden itibaren parti sağına göz kırpan hamleleri (örneğin uydurma anti-semitizm suçlamaları konusunda özür dilemesi) ve Corbyn’in altını oymaya çalışan milletvekillerini gölge kabineye atamaya başlaması, Financial Times’tan aldığı övgülerle potansiyel yönelimi hakkında ipuçları vermeye başladı. İşçi Partisi üyelerinin – Starmer’a da oy veren – önemli bir kesimi onun üzerindeki denetimini sürdürecek ve partinin Corbyn dönemindeki yöneliminin daha ‘seçilebilir’ bir lider ve vizyonla sürdürülmesini sağlamaya çalışacak. Bu ne kadar başarılabilir, tartışmalı. Her halükarda, Londralı olan ve ikinci Brexit referandumunun arkasındaki isim olarak bilinen Starmer’ın olası bir seçimde Kuzeyde Torylere kaptırdığı sandalyeleri nasıl alacağı büyük bir muamma.
Corbyn’in 2015-2020 arasında dünya solunda yarattığı heyecan günahıyla sevabıyla sona erdi. Bazılarının iddia ettiğinin aksine ‘1970 kafalı’ bir solcu değildi; ekibiyle birlikte 21. yüzyılda sosyalizm için eksik olsa da ilham verici, üzerinde düşünülmesi gereken bir ekonomi politik mirası bıraktı. 2008 sonrası ortaya çıkan çoğu sol-popülist hareket gibi gelgitleri, çekinceleri, belki yeterince radikal olmaması eksik yönleriydi. Bu hafta ABD’de Bernie Sanders’ın da yarıştan çekilmesiyle sol-popülist stratejinin sonu üzerine tartışmalar muhtemelen alevlenecek. ‘Corbynizm’ olarak bilinen ‘şeyin’ yenilgisi bizi vazgeçirmemeli. Corbyn’in vurguladığı gibi, ‘aslında Corbynizm diye bir şey yok, sosyalizm var, sosyal adalet var.’ İçinden geçtiğimiz dönemde bu hatırlatmanın önemi büyük.
*Doktora Sonrası Araştırmacı, Cambridge Üniversitesi