Corona günlerinde ‘face’çilik
Komünist ufku kerteriz almak, yaşamın tüm duraklarından ona doğru yürünecek yolu geçirebilecek ehliyeti ve niyeti üstlenmektir. Taleplerin/vaatlerin gerçekçi ve imkân dahilinde olup olmamaklığı ise, onların siyasi inşa süreci ile alakalıdır.
“Facebook”, elimize geçeni, dilimizden düşeni savurduğumuz doludizgin akan bir nehir. Denk geldiğinizi bir daha denk getirmenizi, denkleştirilenler arasında seçici olmanızı epey zora sokan bir akış. Bir bakıma, akıp giden hayata verdiğimiz tepkilerin kendimiz için de tuttuğumuz kayıtları ise onlar, niye daha kamusal bir mekânda paylaşılmaya. İşte, öyle; bir tür “corona güncesi” niyetine.
“CORONA”NIN FİLOZOFİSİ
Slavoj Zizek, "Korona virüsü karar vermeye zorluyor: Ya küresel komünizm ya da orman kanunları" derken çok haklı bir noktaya temas ediyor. Bence de, Brechtçi tavrıyla, bindiğimiz alametin bizi nasıl da kıyamete taşıdığı gerçeğini bilince çıkartan viral bir "karakter" corona. Eşitlik, küresel kamusal duyarlık ve dayanışma, öteki üzerinden kendini sorumlu kılma, hayata her ân kurucu/yapıcı irade ile katılma hak ve sorumluluğu esas olmadıkça kıyamet günlerinin kaçınılmaz olacağını hatırlatan bir karakter. Dahası; komünist eşitlik meselesinin, bildik tüm kategorilerinin ötesinde, türler arası eşitlik olarak da değerlendirilmesi gerektiğini; ortaklaşarak yaşama (hiyerarşi gözetmeme) ilkesinin 'orman kanunları'na mahkûm olma öncesi son çıkışımız olduğunu; ve elbet, "komünizm ufku"nun bugüne tuttuğu ışıkla —ancak— gerçeklik değeri kazanacağını da hatırlatan bir karakter.
[Açıktır ki, topa, “varsayımsal bir korona virüsü salgınına karşı alınan hummalı, irrasyonel ve hepten yersiz acil durum önlemleri” diye giren Giorgio Agamben’in tavrı benim için pek muteber değildi. Agamben, salgına dair ilk işaretleri abartarak değerlendirişi ve tedbiri yönelimleri ile mevcudu “istisnai hal” kabulüne doğru bükmeye çalışan zamane iktidar anlayışının izlerini yakalıyordu olan bitende (“istisna halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğilimi”). İstisnai hal çerçevesi kurup “biyopolitika”nın (Foucault) disiplinci tasarrufları ile toplumu kuşatmaktı dert. Ve hatta şu: “Terörizmin istisnai önlemler almaya bahane olarak kullanılma ihtimali tüketildiğinde bir salgın icat etmenin her türlü kısıtlamanın ötesinde böylesi önlemleri genişletmeye ideal bir bahane olduğu pekala söylenebilir”. (14 Mart 2020, Gazete Duvar’a bakılabilir.) Anlaşılacağı üzere, ben, Foucaultcu biyopolitik otoriter/disiplinci kapitalist moderniteye tâbi oluştan, “ne hâli varsa görsün”cü neoliberal politikalarla kamusundan, kamusal dayanışma, inisiyatif ve iradesinden, toplumsal politik talepleri ve örgütlülüğünden yoksunlaşmaya uzanan trajik insan hikâyesinin bir göstereni olarak değerlendirilmesinden yanaydım “covid-19”un. Öyle ya; niye, demokratik/komünist kamusallık içinde sahiplenilen bir biyopolitika olmasındı muradımız.]
Sorunuzu hakkıyla yanıtlayabilmek için; "komünizm"e ilişkin verdiğiniz tanımı, kamusallıktan, eşitlik ve özgürlükten ne anladığımızı (ve bunların ulus-ötesi/küresel ölçekli karşılıklarını), maddi/nesnel-insani ihtiyaçlarla onlara duyarlı ya da kapalı (ya da, onlardan başka şeylerin yakıtını tedarik eden) ideolojilerin nasıl kurulduğunu ve işlediğini, faşist ideolojinin yığınlar tarafından kabullenilmesinin neden komünist olanına göre daha kolay ve cazibeli olduğunu, komünist kolektivite ile faşist kalabalıklaşmanın/yığınsallığın farklarını, modern sonrası/neoliberal —psikopolitik— iktidar tekniklerinin nasıl işlediğini, vs. tartışmak gerekli. Bunun için —maalesef— ne yerimiz, ne zamanımız müsait. Son cümlemde ihsas ettiğim hususun bir yanıt olabileceğini düşünüyorum ama; komünist ufku kerteriz almak, yaşamın tüm duraklarından ona doğru yürünecek yolu geçirebilecek ehliyeti ve niyeti üstlenmektir. Taleplerin/vaatlerin gerçekçi ve imkân dahilinde olup olmamaklığı ise, onların siyasi inşa süreci ile alakalıdır.
“CORONA”SAL SESLENİŞ
"Corona (covit-19)", ayrımsız tüm farklılıkları kesen ve eşitleyen hükmüyle insana, kurucu hakikatini, esasta/sadece büyük insanlık ailesine (hatta, tüm canlılar dünyasına) "ait" olduğunu hatırlattı (ya da, hatırlatmış olmalı). Temel "aidiyet ihtiyacı"nı birini ötekine düşman kılmak üzere istismar edenlerin insanlığa karşı suç işlemiş olduklarını da. İtalyanların, kapandıkları evlerinin pencerelerinden birbirlerine "Bella Ciao" ('Çav Bella') ile seslenişleri, Avrupa üzerinde süzülüp çekilmiş "Komünist Manifesto"nun hayaletini de hatırlattı bana. "Gezi"de teneffüs ettiğim ruhu da.
“CORONA” BİR KÖTEKTİR
Modern sonrası ahvalde kıyamete doğru yol alırken bindiğimiz alamet kayığının ('post-truth/post trust') bir temsili de olmalı "covid-19". Doğrudan, basit, insani/doğasal gerçeklikten kopuşumuzun bedelini hatırlatan —belki/bir ihtimal— bizi kendimize getirecek bir tokat. Jean Baudrillard'ın işaret ettiği, gerçeklikten kopmuş, hikmeti tümüyle kendinden menkul "hipergerçeklik" evrenini kendine mesken tutmuş, dahası, sanal penceresinden hep o "başkalarının" olan acıya bakmayı (Susan Sontag) huy edinmiş insana doğanın indirdiği bir sille: "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" (Ziya Paşa) ya da, denk geldiğim hoş bir çevirisiyle, "first tell, if not, yell, if it did not work too than beat him up to hell”.
“CORONA” ve DECAMERON
"Giovanni Boccaccio"nun, Avrupa'da 1348'de yaşanan büyük veba salgınından etkilenerek yazdığı Decameron'u (hele o pencereden birbirine seslenen İtalyanları gördükten sonra) hatırlamamak ne mümkün." Decameron dünyasının ekseni ne Tanrı'dır ne bilimdir; insanın olanca gücüyle mistisizme karşı çıkma içgüdüsüdür. Decameron Ortaçağ’a karşı çıkmakla yetinmez, daha önce benzeri olmayan ince bir alaycılıkla yerden yere vurur bu dönemi" tespitiyle ve eşsiz çevirisiyle eseri Türkçeye kazandıran sevgili Rekin Teksoy'u ya da. Veba salgınından kaçmak üzere bir araya gelen yedi genç kadınla üç genç erkeğin birbirlerine anlattıkları öykülerle, sohbet ve dansla (ve neler nelerle) geçen günlerin hikâyesini bugünlerin çorak insan ikliminden dönüp hürmet (ve eksiklenme) ile anmamak ne mümkün.
“CORONA” ve "BULAŞ"
"Covid-19" beni "bulaş" sözcüğü ile de tanıştırdı. Meslektaşım (hekim) bir akademisyen kendisi ile gerçekleştirilen mülakatta kullanıyordu. "Bulaşma"nın gerkçekleştiği, virüsle bulaşık nesneleri ya da virüs bulaşmış/taşıyıcı olan kişileri ve bazen de eylemin kendisini ifade etmek üzere. Demek ki, "isim" niyetine. Evet; fiilden türetilmiş "isim-fiil"ler vardır (bunlar, 'isim-fiil, sıfat-fiil, zarf-fiil' olan "fiilimsi"lerdendir) ama "bulaş" isim olabilir mi? Wikipedia'ya baktım, şöyle diyor: "Biyoloji ve tıpta 'bulaş', bir bulaşıcı hastalığın enfekte konakçıdan, doğal konaklardan, vektörlerden veya portörlerden başka canlılara geçmesine denir". Burada da, bir eylemin/fiilin adı olarak anılıyor demek ki (meslektaşımla hemfikir gibi). Peki, ben isim-fiile bir örnek vereyim: "tanış", emir kipinde bir fiildir, "-ma" ekini aldığında bir "isim-fiil" (fiilimsi) olur: "tanışma". Ya da, diyelim, "ayrıl"; -ık gelsin sonuna, olur isim-fiil: "ayrılık". Bilmem aradaki farkı anlatabildim mi? Ha, şu da var; bazen de, emir fiillerinin sonuna gelen ekler onu isim-fiil değil, doğrudan müstakil bir isim haline getirir. "Kaz"ın -ma ekini aldığında "kazma" (ya da, "dol"dan "dolma") olması gibi. ("Gözleme" sevdiğini söyleyen askerin kendisini "gözleme kulesi"nde buluşundaki hüsran da o bahisten.) Bir de şu; elimdeki hiçbir sözlükte (herhalde benim gibi eski kafalı olduklarından) "bulaş"a rastlamadım.
[Türk Tabipleri Birliği ‘Halk Sağlığı Kolu’ndan bir hekim arkadaşımız da “bulaş”ı kullanıyordu: “Şu an ne aşıya ne de tedaviye bel bağlayabiliyoruz. O yüzden korunmak çok önemli. Bulaş hızını engellersek ölüm sayısını engellemiş oluruz.” Ha bir de, “hapşuruk” var. Hapşırık ne zaman hapşuruk oldu? “Hapşu”, hapşırma sesi olarak anılıyor sözlüklerde; ama “hapşırık” duruyor —hapşuruk yok.]
“CORONA” ve PROFESYONEL FUTBOL
Fatih Terim, BJK maçı sonrası, kendilerininki dahil bazı maçların seyircisiz oynanmasının (ertelenmemesinin) sporcuların ve doğrudan oyunla alakalı kişilerin sağlığının hiçe sayılması demek olduğunu çok haklı bir şekilde dile getiriyordu. Peki, futbolcular niye itiraz etmemişti? Edemezlerdi (yine Terim'e göre), zira, "sendika"laşmamışlardı —söylenmenin ötesine geçecek sözleri yoktu, olamazdı. (Terim'in ağzından "sendika" lafını duymak gerçekten hoş ve bir o kadar da şaşırtıcı idi.) Peki; sendika, çalışanın, işveren karşısındaki her türlü hakkını gözeten, mücadelesini veren ya da verme ehliyetinde; gücünü 'emek' konumundan alanların örgütü ise; demek, futbolcu, profesyonel düzeyde mesleğini icra eden, emeğini satan kişi ise, aynı Fatih Terim, nasıl oluyordu da, futbolcularının (bir hafta öncesi) gol sonrası asker selamına duruşunu meslekten sayıyordu? Nasıl oluyordu da, profesyonel futbolun icra edildiği (ve tuhaftır; neredeyse tüm oyuncuların yabancı olduğu) yerde, düpedüz mevcut iktidar ("şehitler tepesi") siyasetinin ve düz milliyetçiliğin yanında saf tutuluyordu? Eski Galatasaraylı ve verdiği sendikalaşma mücadelesi üzerine aforoz edilen Metin Kurt'u hatırlayan var mıydı? [Lakin, “birlik ve beraberliğe en ziyade ihtiyaç duyulan günlerde” herkesin gözetmesi gereken bir linç hattı olduğu da unutulmamalıydı herhalde.]
"CORONA" ve BİZ
Dün [16 Mart 2020] t24’te çıkan haberde, 300 hekimin “corona virüsü/covid-19” salgınına ilişkin tüm bilim dünyasına açık mektubu yayımlandı. Ana fikri şu idi: ‘Hiç oyalanmadan en keskin tedbirleri alın. Virüsün öylesine katlanarak giden bir yayılma hızı var ki, gecikirseniz üstesinden gelmeniz imkânsızlaşır. İşte, İtalya, 10 gün önce güçlü bir tepki verebilmiş olsaydı bugün ülkenin bütünüyle karantinaya alınması ile sonuçlanan vahameti yaşamazdı.’
Kuşkusuz, “keskinlik”ten, alabildiğine ve gerekçesiz insanları evlerine hapsetmek değil; son derece yaygın ve hızlı bir şekilde test uygulayarak (bkz. Güney Kore örneği) doğrudan ve gerçekçi bir şekilde virüsün yol alışını izlemek, gereğince önünü kesmek anlaşılmalıydı elbette. Bizde ise, tanısı olmayanın (testi uygulanmayanın) gerçekte de olmadığı (“tanimaayrum!”) beyanı satıldı —ve herkes aldı. Tanımak istemediği dili “bilinmeyen dil” deyip bilmezden gelebilme, kendinden olmayanı “kart-kurt” deyip öğütebilme kolaycılığına ve geleneğine yaslanan hâkim kültürün insanı, elbet, cuma hutbesinde, “Kalabalıklara girmeyin!” diye cuma kalabalığına seslenebilen adamın temsil ettiği devlet zihniyetindeki samimiyetsizliği de görmezden geldi. Umreden dönenlerin dörtte üçü evlerindeki —güya— yalıtıma herkesle temas ede ede uğurlanırken, öğrenimleri tatil edilen üniversiteliler kalabalık güzergâhları takiple evlerine doğru yola çıkarıldı. Benzer koşullardaki tüm ülkelerde spor karşılaşmaları ertelenirken (ligler tatil edilirken) bizde ’seyircisiz’ de olsa vazgeçilemedi. Sahadakilerin sağlığı değersizleştirildiği gibi, dışarıda kalabalık ortamlarda maç seyretme azminde olanların yaratacağı tehlike de hiçe sayıldı.
Hasılı; şeffaflığı zaaf olarak mütalaa eden, kamunun bilgilendirilmesini asla bir yurttaş hakkı (ve devletin sorumluluğu) olarak kabul etmeyen, kitabında “kamusallığa” yer olmayan devlet anlayışıyla ve dahi, elde avuçta olmayan (olanı da heba edilmiş) dayanışma ve kamusallık/toplumsallık ruhu ile gelindi bugünlere; allah encamımızı hayreyleye —amin inşallah!