Coşku ve tekinsizliğin kesiştiği yerde, esprilerde buluşmak
Kulağa hem hoş hem nahoş gelecek şöyle bir durumla karşı karşıyayız: İmamoğlu sürecinin de benzer bir esprisi var. Türkan Elçi'nin esprisi bunun belirtisi gibi.
Baran Gürsel
Türkan Elçi'nin esprisi bende farklı bir his yarattı, bilmiyorum başkalarında da öyle olmuş mudur.
Heyecan ve hüznün iç içe geçtiği, iki bambaşka gerçekliği içinde taşıyan bir histi bu.
Planlı, rasyonel ve biriktirmeye dayalı -ki hepimizin de uğraştığı şey bu- siyaset/düşünüş biçimini yaran, bir anlamda aşan bir his. "Her şey iyi olacak" ile "yo, hiçbir şey iyi falan olmayacak"ın ötesinde, bunları buluşturan, yani İmamoğlu ile Elçi'nin gerçekliklerini aynı dizgeye yerleştirebilen ilginç bir durum var burada; gerçekten esprisi olan bir durum. Bu dönemde kendi ellerimizle böyle esprisi olan durumlar yaratmakta epey zorlandığımızı, hatta bu tür esprilere aşırı rasyonel yaklaşabildiğimizi söylesem abartmış olmam herhalde.
Tam da Gezi'nin yıl dönümünde, Gezi'nin esprisine benzemediğini söyleyebilir miyiz bunun? Gezi'nin rasyonel siyaset düzlemini yararcasına parlayışını, yarattığı eşzamanlı coşku ve korkuyu; mizah ve hüzün/kayıp dolu varlığını düşündüğümüzde... Tabii bence de Gezi'yi rasyonel ve birikimli bir siyaset/mücadele sürecinin bir parçası olarak da düşünmeye ve bu türden sol bir perspektifle yorumlanması gerektiğini savunmaya devam etmeliyiz. Ama bir yandan da onun, yorumlamakla kolayca bitmeyen, hikayelere kolayca sığmayan veya anlatıldığında aynı etkiyi vermeyen, "sindirilmesi" zor, yoğun bir deneyim olduğu gerçeğini de es geçemeyiz.* Gezi'nin kendisinin bir espri olduğu gerçeğini yani...
Kulağa hem hoş hem nahoş gelecek şöyle bir durumla karşı karşıyayız: İmamoğlu sürecinin de benzer bir esprisi var. Türkan Elçi'nin esprisi bunun belirtisi gibi.
İmamoğlu coşkusunun rasyonel sol aklımızla hızlıca kavrayabileceğimizin ötesine geçen, iktidarın aklıyla birlikte bizimkini de yarıveren, afalattan bir yanı var. Ancak birazcık kapıldığımız ölçüde anlayabileceğimiz, biraz anlayabilirsek, yorumlayabilirsek "gerçekten" iyi olacak bir taraf bu. Bana kalırsa bu gerçek, ne İmamoğlu sürecine ilişkin yapılan sol ve sınıf temelli eleştirilerle çelişiyor ne de sosyalist ufkumuzun derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması ihtiyacını geçersiz kılıyor. Ve bu gerçeği tanımak, ne toplumsal hafızayı taşıma rolünden geri çekilmeyi, ne de seçim siyasetinde erimeyi gerektiriyor. Bu gerçeğin inkârı da bana oldukça kaygılı bir tutum gibi geliyor. Belki bu türden çekince ve kaygılarımız, rasyonel sosyalist duruşlarımızın ötesinde biraz bu esprili durumun doğasıyla alakalı: İktidarın tehdidi altında coşku, bir o kadar tekinsizlikle iç içe. Bu tekinsizliğin içine girmek, içinde kalmak ve içinden geçmek için bize yardımcı olacak ortak kurumlardan da (şimdilik) yoksunuz. Belki o nedenle başka bir esprili insan olan, yani bir o kadar feci durumlar içinden geçerken espriler yapabilen, onları taşıyabilen Selahattin Demirtaş'ın bizi biraz rahatlatmasıyla İmamoğlu sürecine girebilir olduk bazılarımız.
Bir ölçüde Gezi'de de benzer bir durum vardı: Gezi de coşku ve tekinsizliği aynı anda içinde taşıyordu. Ama bir süre için Gezi, bu deneyimi taşımamıza olanak veren bir "kurum" olmuştu. Mizahıyla hüznüyle, talebiyle, kaybıyla Gezi var olmuştu, Gezi'yi var etmiştik. Neticede yine kurumsuzuz, mahallesiziz ama bence şunu biraz daha iyi biliyoruz: Coşku ve tekinsizliğin içinde sağa-sola kaçmadan durmak mümkün ve esprileri taşımak/anlamak için de ortak kurumlar yaratmak zorunlu.
*Gezi'nin "sindirilmesi" meselesi üzerine yazdığım denemeye buradan ulaşılabilir.