İnsani gelişmişlik ve sosyal kalkınma, ekonomik kalkınmanın ardılı gibi görülür genellikle. Hatta moral yükseltici isimlendirmeyle gelişmekte olan ülkeler adeta lüks tüketim maddesi olarak değerlendirir, sosyal kalkınmayı. Bu nedenle de tamamlanmaz bir türlü o ekonomik kalkınma anlamını verdikleri gelişme süreci. Çünkü sosyal kalkınma, ekonomik kalkınmanın sürdürülebilirliğini sağlayan en önemli etkenlerden. Nitekim sosyal kalkınma yatırımlarına yönelinmediği için o meşhur “kişi başı on bin dolar tuzağı” yıllarca ekonomik patinaja yol açmıştı ülkemizde. Artık patinaj yok çünkü son yıllarda istikrarlı bir gerileme sürecindeyiz.
Hazine'den gelir kaybına yol açan delikleri tıkamakla; bankaların içini boşaltan ‘hortumları’ kesmekle; milli geliri on bin dolara çıkarmakla; IMF borçlarını ödemekle övünen AKP, dış yatırımların ve mali disiplinin etkisiyle artan kamu kaynaklarını Hazine'ye akıtmadı. İnsana yatırım yapmak, sosyal kalkınma için milli geliri toplum yararına kullanmak yolunu seçmedi, topluma kazandırmadı o geliri. Tersine yükselen milli geliri, hazineye uğramadan yandaşa akıtan boru hattı döşedi. Toplumun refah seviyesini yükselterek kalkınmayı sürdürülebilir kılmak yerine kendi iktidarını tahkim için kendi burjuvasını yaratmak yolunu seçerek, geçmiş iktidarları taklide yöneldi. Dolayısıyla geçmiş iktidarların yaşadığı gibi toplumun hak taleplerini, güvenlik öncelikli politikalarla bastırması kaçınılmazdı. İnsanı, bireyi, hak ve özgürlükleri yok sayan, yok eden kamu güvenliği anlayışıyla polis devletini egemen kıldı.
Sosyal kalkınmanın öncülü olan insani gelişmişlikte hep sınıfta kalışımız, seçilen ekonomik kalkınma modeliyle yakından ilişkili. Şahane retorikti “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sloganı. Malum artık duyulmuyor bile. Oysa insani gelişmişlik endeksi, insanlık bilincinin ölçülebilir, somut göstergelere dönüştürülmüş hali. İnsan hakları manzumesiyse bütün dinlerin oluşturmaya çalıştığı insanlık bilincinin, hukuk aracılığıyla somutlaştırılıp yaşama aksettirilmesinin biricik yoluydu. Bunların hepsinden vazgeçildiği, tüm toplumun iki parti ve tek lideri yaşatmak için seferber edildiği, “şahsım devleti” oluşum sürecinde yakalandık küresel salgına. Tabii ki insanı görmeyen, hastanelerin kapasitesinin yeterli olduğunu göstermekten ibaret kaldı hastalıkla mücadele.
Sağlık Bakanlığı'nca her gün yayınlanan tablolar evsizlerin, yoksulların test ve tedaviye erişim fırsatı bulup bulmadığını göstermekten uzak. Zenginlerin o pahalı test kitiyle oyuncak gibi oynayıp sosyal medyada şov yapışını gördük ama. Sağlık çalışanlarını alkışladığımız günlerde, o alkışa öncülük eden karar vericilerin, ‘dayısı’ olan sağlıkçıları korona virüsü tedavisinden uzak tuttuğunu sonradan öğrendik. Bir grup sağlıkçı bulaştan uzak tutulabilsin diye diğer bir grubun virüsten değilse bile yorgunluktan ölecek kadar uzun nöbet saatleriyle çalıştırılması damga vurdu mücadele politikasına. Hatta test sonucu pozitif çıkan hasta evine gönderilirken, Sağlık Bakanlığı'ndan bir yakınını telefonla arayınca, doktorun peşinden koşarak hastane çıkışında yakalayıp, yatış verdiğini ve on gün tedavi gördüğünü de okurlardan, yakınlardan, eş dosttan edinilen bilgileri birleştirerek, sonradan öğrendik. Özgür basınımız ve haber alma hakkımız olmadığından, açık kaynaklarla güvenilir veri paylaşımı yapılmadığından bireysel çabalarla sınırlı kalıyor, haber kaynaklarımız.
Nepotizm yönetim felsefesi olunca testine ve tedaviye, öncelikli olarak ihtiyacı daha çok olanın değil daha yüksek mevkide tanıdığı olanın erişmesi, şaşırtmıyor. Sağlık sorunlarına ilişkin hak ihlalleri ve kayırmacılığa dahi şaşırmama oranları, bağımsız bir madde olarak eklenmeli belki de, insani gelişmişlik endeksine. Hükümetlere yönelik insanlık bilinci testi doğruya en yakın sonuçları verebilir, test ve tedavide eşitlikçi olmayan tutumlar, bu yolla açığa çıkınca. Her gün test yapılırken nüfusun çok küçük bir azınlığına, topluma yaygınlaştırılmadı, ekonomik gerekçeyle. Bazıları her gün test yaptırmasa aylardır en çok risk altında olan örneğin kargoculara test yapılabilirdi. Patronun kârı değil halk sağlığı öncelense testi yaygınlaştıracak şekilde düzenlenebilirdi ekonomi. Test imkanlarını arttırıp pozitif çıkanları izole etmek yerine halkın bir bölümünü eve kapatmak yolu seçildi.
65 yaş üstü ile önce 20 sonra 18 yaş altı, üç ay eve kapatılınca, salgınla mücadele sorumluluğu, yaşlılarla gençlerin sırtına yüklenmiş oldu. 65 yaş, günümüz şartlarında henüz orta yaş ve insanların üretken olduğu çağ ama eve kapatıldılar. Üretken insanların sağlık politikasıyla muhtaç kişilere dönüştürülmesini yaşadık karantina sürecinde. Daha çok yaşlılarda görülen demans grubu hastalıkların hızla ilerlediğine şahit olduk bu süreçte yakınlarımızdan. Eklem sorunları artanlar olduğu gibi kas ve kemik kaybı hızlananlar da olduğu herkesçe bilinmekte. Genç ve çocuklar için de durum farklı değil. Bedensel, zihinsel ve duygusal gelişimleri olumsuz etkilendi.
Üstelik bulaş da önlenmedi bu yolla. Çünkü onların evde kalabilmesi diğerlerinin çalışmasına bağlı olduğu gibi günlük ihtiyaçları açısından da dışarı çıkma serbestisi olan yaş grubuna bağımlı hale gelerek zorunlu temasta bulundular. Ne anladık bu işten? Hastanelerin, yoğun bakım yataklarının, yakını olanlara tahsis edilebilmesi için pandemiyle mücadelenin yükü, çocukların ve yaşlıların sırtına sarılınca, güçsüzler yurdunda veya evlerinde yalnız ölen yaşlı haberlerinin yayınlandığı ülkelere kıyasla daha mı başarılı olduk? Bu ‘daha başarılı’ söylemi değil mi zaten asıl sorun? Tabiatın bir parçası olan virüs karşısında hükümetlerin ortaklaşması gerekirken rekabetçi ulusalcılığın ifşası bu söylemle insanlık bilinci bir kere daha yara aldı. Eşitsiz ve adaletsiz karantina süreci halkın ruh ve beden sağlığını hiçe saymak, ekonomik kaygıları öncelemekti.
Bazı ülkeler yaygın test, pozitifleri izole, hastalığı erken evrede yakalayarak daha kolay ve daha ucuz tedavi ve ülkenin kısa bir süre de olsa tümüyle kapatılarak karantinanın eşit uygulanması, yolunu seçmişti. Eşitlik ilkesinin yaygın ve yerleşik olduğu bu ülkelerde halk sağlığını ekonomik çıkarlardan üstün tutan kadın liderler yöneticiydi. Radikal kararlar alabilmeleriyle dikkat çekti bu kadın liderler. İnsanı önceleyerek halk sağlığını korudukları görüldü. Ekonominin olumsuz etkilenmesi riskini ikinci plana atabilen bu ülkelerin ekonomisi kuşkusuz bizim gibi ülkelerden daha çabuk toparlanabilir, salgın devam etse bile. Çünkü ekonomik gelişme de insanla mümkün. Bozulanı düzeltecek olan yine insan ve yöneten-yönetilen ilişkisinin güven esası üzerine kurulu oluşu.