Düşünsenize, her topun içine ayağını uzatan bir Türkiye. Libya meclisinde yumruklu kavga çıkıyor. Konu Türkiye’nin dışişleri, içişleri, savunma bakanları, MİT başkanıyla heyet halinde Trablus’a misafirlik baskını. Suriye’nin tarım ürünleri ve sanayi altyapısının yağmalanması gündeme geliyor. Gözler Türkiye’ye dönüyor. ABD’de enerji faturası vurgunu mu? Baş düzenbaz buradan çıkmış. Rusya ikibuçuk milyara hava savunma sistemi mi itelemiş? Alıcı burada, silâhlar ilânihaye depoda, mühürlü.
“Beşli Çete” denilen yapıyı ayakta tutan ruh ve zihniyete bakın. İşte aynı kafa Türkiye’nin dış ve ulusal güvenlik politikasına yön veriyor. Deveyi hanuduyla götürmek, çeşme akarken küpünü doldurmak, kupon arazi telâşındakilerle, yarışa girmeden sözde perde gerisinden ilelebet devleti yönetme ayrıcalığını korumak isteyenler bir iktidarda kalma uzlaşısı yapmış. Altında bir yerlerde de, oraya buraya devasa, yalnızca hacmi önemli tapınaklar dikme ve o tapınakları dolduracağı varsayılan toplumu biçimlendirecek cendereyi biçimlendirme, yasaklar itkisi. Öyle ya, ahireti kurtaracak.
Benim gibiler de bekliyor. Kör hattın sonunda tren bekler gibi. Olana bitene bakıyor. Öküz bıçağa bakar gibi. Ayşe Çavdar’ın yerinde betimlemesiyle gelecek kaygısından çok, kendi zamanının çoktan geçtiği dehşetiyle öylece duruyoruz. İlk paragraftaki daha okurken yoran listeyi uzatabilirsiniz dilediğinizce. Dolayısıyla, bugünü anlamlandırmak, ona göre yarını öngörmek çabası yerine, öbür gün olur da devran dönerse ne türlü bir yara sarma etkinliği yürütülecek onu anlatmayı deniyoruz.
O tarafa yüzümüzü dönünce karşımıza hazır, tek beden bir yanıt çıkıyor: Liyakat. Yanlarından vuruyor ama giydikçe gevşer efendim. Ülkenin pırıl pırıl hariciyecileri, namuslu savcıları, gözüpek subayları, cingöz istihbaratçıları sihirli dokunuşlarıyla işleri hale yola koyacak. Öyle ya, hiç bulaşılmaması gereken işler bunlar, neme gerek sütlü börek. Eşanlı olarak, behşuş çehreli, babacan seçilmişler de ekonomi ve eğitimi düzeltecek. Hayat bayram olacak. Yok, her şey güzel olacak. Bir hizmet koşusu bu. Kulağıma bir şarkı çalınıyor: “Bize olanlar? Yaşananlar… Nasıl olur, unutulur?”
Güney Afrika “ubuntu” demiş, İspanya “olvido”. Türkiye’de kızına Deniz adını verip, İzmir’e taşınan bir Kürt ana çocuğunu otuz yaşına dek hayatta tutmayı başaramamış. Sosyal medyada gülümseten bir paylaşım gözüme çarpıyor. Maradona gibi, Hagi gibi futbolcular top ayaklarındayken, rakip savunma göz kesilir, adeta ipnotize olur. Hangi tarafa yönelecek? Pas mı verecek, şut mu atacak, çalım mı deneyecek, kaleye mi yönelecek? Her duruma uygun bir Demirtaş arşivde hazır. Demirtaş dört yılı aşkın süredir rehin.
Siyasetçinin, liderin iyisi de öyle. Çoğunlukla top ayağındayken dikine kaleye oynar, izleyene kolay gelir. İki nokta arasındaki en kısa yol, doğrudur. Eğer yüzünü kaldırıp, ileri bakabiliyorsan. Fransa’da ilk turu yapılan yerel seçimlerde 18-24 arası gençlerin neredeyse yüzde doksana varan ezici çoğunluğu sandığa gitmedi. Sahada dikine oynayan virtüöz göremediklerinden olsa gerek. Yanılır da halkımız tepkisini HDP üzerinden mi gösterir? Kapatmalı. Yetmez, hem hazineden aldığı yasal yardıma çökülmeli, hem yüzlerce temsilcisine siyaset yasağı getirmeli.
Lağım mı patladı, ar damarları mı çatladı? Hiçbir şey olmadıysa da, bir şeyler oldu. İçine göçen bir ülke görünümü. Şeamet tellallığı yapma. Umudum yoksa inadım var. Çoban ateşleri. Gidiyorlar. Yargılanacaksınız. Hesap sorulacak. Olur, pekiyi. Sonra? Fabrika ayarları. Güçlendirilmiş parlamenter sistem. Hangi parlamento? Üşenip de, çoğu zaman eşiğini aşındırmadığınız. Üşenmeyip gittiğinizde, kapısının önüne çıkamadığınız.
Yorulduk be hocam. Vallahi yorulduk. Her gün, her an kulaklarımıza bağıran o öfkeli sesten azar işitmekten yorulduk. Doymak bilmez açlığınızdan, kifayetsiz muhterisliğinizden, riyakârlığınızdan, laubaliliğinizden, kara cehaletinizden, bağnazlığınızdan, yağmacılığınızdan, düpedüz yalancılığınızdan yorulduk. Bak bunda haklısınız: Sizin gibisi hiç gelmedi. Bizi de, yedi düveli de dumura uğrattınız. Zaten kavruk hayatlarımızdan kalan hayratın da içine ettiniz. Çıkın birer şeref turu atın gelin.
Dönüp şu I. Dünya Savaşı’nın öncesinde, sırasında bize danışmanlık, kılavuzluk yapmaya gelmiş Alman danışmanların yazdıklarına bakalım. Hani Von Moltke, Von Sanders, Von Goltz paşaları filan diyorum. Islahat deyip duruyordunuz ya, yaptık sonunda biz o ıslahatı paşam. Yüz sene geçti, sizler çoktan toprak oldunuz da, biz sonunda başardık işte. Kabirlerinizden kafalarınızı kaldırın bir bakın, nereden nereye geldi Türkiye. Ya siz, Hitler rejiminden kaçıp, Ankara’nın bozkırına gelerek kurumlarımızı inşaya girişenler, sizler de müsterih olunuz. Hepsini dümdüz ettik evelallah, baş başa kalınca.
Amerika’yı da yeniden keşfettik. İmparatorlukta tanzimat, meşrutiyet, mutlak istibdat, yeniden meşrutiyet, ardından cumhuriyet. Sardık başa, kuruluş. Yetmedi diriliş. Durmak yok, yola devam, büyük Selçuklu. Ara ki bulasın o eski ihtişamı. Ver gazı, ver coşkuyu. Euro2020’ye sessiz veda. Her Kıraç’a bir gol. Hem teknik, hem direktör Şenol Güneş’ten billur gibi açıklama: Takımın üzerinde bir ağırlık var. Ve: Oluşan havadan olumsuz etkilendik. Yerli yerinde, mükemmel hatta. Anlam deryası. Aynı toplumumuz gibi. Bizi bize anlatıyor. Tümüyle bilimsel.
Kıt aklımla düşünüyorum. Siz bana bakıyorsunuz. Ben aynaya bakıyorum. Sessizlik. Sonunda buluyorum: Rahatsız edilmeme ve zırvalama hakkı. Bırak, dağınık kalsın. Çoğulculuk. Büyükelçi Selim Kuneralp, bence göz ardı edilmemesi gereken bir yazı yazdı. “Lozan Antlaşması ile genç cumhuriyetin kurucuları kaybedilmiş topraklar üzerinde olabilecek tüm hak ve iddialarından vazgeçmiş ve gerçekçi bir yaklaşımla yayılmacılığın sadece sorun yaratacağı, hiçbir yararı olmayacağı bilinciyle hareket etmiştir” diyor.
Ve sorguluyor: “Başka ülkelerde bu tür askeri mevcudiyetlerin maliyeti ve getirisi tartışılırken, Türkiye’de en ufak bir tartışmaya yol açmamakta, iktidar, muhalefet, medya ve kamuoyu bu bayrak sallama operasyonlarının ülkeye ne gibi bir faydası olduğunu sorgulamamaktadır.” Mahsuplaşacaksak, önce defterleri kapatacağız. Yine futbol: Basit bir oyundur, ama onu basit oynamak zor iştir. Demokratik olmak iddiası varsa ana akım muhalefetin, önünde duran başlıca ödev bu. Aynaya uzun uzun bakmak ve sadeleşmek.
Uzun, huzurlu bir dönem gerek bize. Etliye, sütlüye bulaşmadan. Sıradan. Başa geleceklerin de o dönemi gerçekten yönetmek iradesi ortaya koyması gerek. Ben o tür bir iddianın emarelerini henüz göremedim doğrusu. Dilerim yanılıyorumdur. Onun yerine, uyurgezer, ağır aksak, arkasından “#HADİ-sene” diye iteklenen bir tutum görüyorum. Yine bir şarkı çalınıyor kulaklarıma: “Acı da olsa yine gerçeği / Görüp de söylemeyi bilmediysen.” Maalesef devamı “sanki seni boğar gibi” diye geliyor güftenin. Aynen kardeşim, aynen.
Libya, Suriye, Doğu Akdeniz, bir Rusya, olmadı bir NATO, ABD, unutulan AB, onunla küs, bununla barışık derken, segman gömlek dağıttık, pistonları havadan topluyoruz. Muhalefet de eline almış bir direksiyon, ağzından gaza basma sesleri çıkararak kaz adımı yürüyor kendi kendine. Bizler de kenarda aylak esnaf pozunda bakıp, “ehe ehe…” diye gülüyoruz. Ta ki ensemizde yeni bir şamar patlayıncaya kadar. Şaplağı yiyince toparlanıp, dönüp artık ciddileşmiş suratlarla dükkânlarımıza giriyoruz.
Şöyle demiş akılda kalıcı formül üstadı Levent Gültekin: “İktidar Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkarabiliyor ama muhalefet Mithat Sancar ile basın toplantısı düzenleyemiyor.” Yalan mı? Değil. Ama İstanbul böyle kazanıldı. Denizi salyaya boğulmuş, parsel parsel satılmış, beton cenneti, uluslararası havaalanı pistine alelacele atıl hastane inşa edilmiş, kanalına kazma vurulacak, keşmekeşin sultanı İstanbul. Galataport’unun, Haliç’inin kurdelesi yaz aylarında kesilecek İstanbul. Biricik küresel pırıltısını nicedir yitirmiş, renksiz, suskun İstanbul. Neden doluşuyor bu gençler Kadıköy’e her hafta sonu, her boş zamanlarında?
Sedat Peker diyor ya: “Önce deli edeceğim, sonra tedavi edeceğim sizi.” Eskiden de berbere diş çektirilir, hamamda tellağa çıban sıktırılırmış. Böyle hastaya, böyle hekim. Doğa gibi siyaset de boşluğu sevmiyor. Halbuki bir ucu Ege’de diğeri Van Gölü’nde, Karadeniz’den Mezopotamya sınırına, bereketli hilâl Levant’tan İç Anadolu bozkırına, Trakya’dan Fırat’a. İstanbul’u, İzmir’i, Diyarbakır’ı, Adana’sı, Trabzon’uyla muhteşem bir parsel. Konuştuğumuz işler de işte bunlar. Cem Yılmaz’ın “Karakomik” film dizisinin birinde Özkan Uğur’un canlandırdığı bir eski dışişleri mensubu tipi vardı. Tımarhanede “uydudan geliyor bana haberler” diye dolaşıyordu. Kızım beni o karaktere benzetiyor.