Çözüm ne Aşti, ne de Esenler Otogarı

Çözüm, Suriye’de mültecilerin sağlık, eğitim ve altyapı açısından geriye dönmesini mümkün kılacak güçlü bir altyapı kurmak üzere rejim ile işbirliği yapmaya, Batılı ülkelerden de bu süreçte destek almaya bağlı. Çözüm, uluslararası toplumla ortak bir anlayışa vararak, mülteciler arasından isteyenlerin Avrupa’da yeniden iskanına yönelik programların yaygınlaştırılmasıyla, sosyal uyuma dönük projelerin uluslararası toplum tarafından daha fazla fonlanmasıyla mümkün.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

"İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de."

1984, George Orwell

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, partisinin mülteci-karşıtı ve ayrımcı çizgisini daha da derinleştirerek, “Şam’a Otobüs Seferi” kampanyası başlattı ve sordu: “Kaç sığınmacı göndermek istiyorsunuz?”

Bu kez Zafer Turizm Otobüsü’nün tek yönlü Şam seferine bindirilerek sınır dışı (deport) edilecekler listesine sadece mülteciler değil, mülteci haklarını savunanların isimleri de eklenerek apaçık bir hedef gösterme ve dışlama kampanyasına dönüştü.

Bu topraklarda doğup Türkçeyi Arapçadan daha iyi konuşur hale gelen mülteci çocuklara, onların mobilyacıda çalışan ağabeylerine, fabrikalarda iş makinelerine kollarını kaptıran babalarına mı sinir oluyorsunuz?

Mülteci haklarını savunan, mültecilerin gönüllü ve haysiyetli bir şekilde geri gönderilmeleri dışında bir seçeneğin uluslararası hukukta olamayacağını söyleyen bir arkadaşınızdan öç mü almak istiyorsunuz?

Onlarsız bir dünya daha mı güzel olacak?

Zafer Partisi'nin 'otobüs seferi' 

Tüm sorunlar “Zafer Turizm otobüs seferleri” anlatısıyla şipşak çözülecek mi? Onlar gidince ekonomimiz kanatlanıp uçacak mı? Almanya da bizi kıskanacak mı?

Buyurun, eşsiz bir fırsat: Zafer Partisi’nin belirtilen IBAN numarasına bağış yapın, EFT açıklamasına da “istenmeyen” kişinin ismini –muhtemelen de izinsiz olduğu için tüm kişilik haklarını ihlal ederek- yazın. “Bir bağış, bir deport” kampanyasına siz de katılmış olun (!). Aman unutmayın, Suriyeli Türkmenler ve Ukraynalılar bu düşman halkasının dışında tutuluyor.

Çünkü siz, kampanyada belirtildiği gibi, “vatanını seven ve sahiplenen Türk evlatlarısınız”; sizi üzen, sinirlendiren herkes ise, adeta toplama kamplarına gönderilirmişçesine bir ima taşıyan otobüse doluşturulacak “ötekiler”.

Sorunu çözmek için öncelikle ismini net koyalım: Bu reklam, bilinçli, örgütlü ve çok tehlikeli bir nefret suçu içeriyor.

Zafer Partisi yöneticileri 'Zafer Turizm' otobüsünde.

Bu, ülkedeki hayat pahalılığı ve derin yoksulluğun tüm yükünü, geçici koruma statüsünde olup, çok büyük kısmı da ekonomik döngüye katkı sağlayan, çalışan, üreten, okuyan, tedavi gören 3,7 milyon kişinin omzuna yükleme kolaycılığıdır.  

Bu, Türkiye’nin mülteci politikasında yıllardır sürdürdüğü hataları ve eksik adımları görmezden gelerek, mültecilere hem kucak açıp hem de onlardan ucuz işgücü olarak yararlananların çifte standartlı evrenidir.

Bu, insancıl bir sorunu salt güvenlikleştirerek seçim sandığına yem etme, mültecileri günah keçisi yapma, diğer partileri de göç konusunda daha radikal bir söylem üretmeye zorlama arayışıdır.

Bu, uluslararası hukukun güvenli, onurlu ve gönüllü dönüşe dayanan ilkelerini hiçe sayıp, kendi ideolojisini her şeyin üstünde görme sanrısıdır. Ötekinin trajedisinden beslenmektir; schadenfreude’dir.

Bu, kötülüktür. Bu, mültecilerin evlerinden dışarı başlarını çıkarmaktan, markete bile gitmekten, çocuğunu evde yalnız bırakmaktan korkar hale getirilmesidir.

Empatinin ve dayanışmanın toplumsal ölçekte yitirilmesini, bizi bir arada tutan bağların salt milliyet üzerinden tanımlanmasını isteyen bu propagandanın hedef kitlesi ise, makul olanı savunan bizleriz.

Onlar gibi düşünmeyen, onlarla aynı milliyet veya etnik kökene sahip olarak doğmuş veya doğmamış olan herkes, bu kampanyanın bugün değilse bile bir gün hedefi olabilir; “persona non grata” (istenmeyen kişi) ilan edilebilir.

Yalan haberler yaygınlaştırılarak halk galeyana getirilebilir, içinden adeta kan damlayan tweet’ler ortalığa pervasızca saçılabilir. Tüm bunlar da ucu açık bir “memleket aşkı” adı altında fütursuzca yapılabilir.

Hatta elinde hiçbir kanıt olmayan Türkiye’de 13 milyon mülteci yaşadığını iddia ederek veya “Sessiz İstila” şeklindeki distopyalarla Türklerin Arap nüfus karşısında azınlık durumuna düşeceği yönünde uyarılarda bulunarak zaten toplumda kangrenleşmiş yabancı düşmanlığını tetikleyebilir.

Konuya, bir de “kötülüğün sıradanlığı” açısından bakalım.

Siyaset bilimci ve filozof Hannah Arendt, “Kudüs’teki Eichmann: Kötülüğün Sıradanlığı” kitabında, Hitler’in emri altındaki üst düzey bir komutan olan ve Yahudilerin toplama ve imha kamplarına nakil işlemlerini yöneten Eichmann’ın İsrail’deki yargılanma duruşmalarına dair izlenimlerini yazar.

Arendt’e göre, Eichmann, oldukça normal biridir; çünkü kötülük yapan biri zaten kendisinin kötülük yaptığını asla düşünmez. Tam tersine, verili bir sistemdeki parametrelere uygun hareket ettiğini sanır.

Dolayısıyla, bizim kötülük atfettiklerimiz aslında kendilerini “kötü” olarak görmek şöyle dursun, kendilerini mağdurlaştırır, yaptıkları kötülükleri ise çevresel faktörlere bağlayıp zihinlerinde meşrulaştırırlar.

Mültecilerin “hakları” olduğunu savunan kişileri de hedef haline getirip mağdur ettiklerinde yine bunun sorumluluğunu üstlenmezler, “kurbanı” suçlarlar. Onlara göre göçmen hep suçlu, vatandaşlar ise mağdurdur. Ne de olsa “halk plaja akın edince, vatandaş denize giremez”.

Kötülüğün öyle bir konfor alanı vardır ki, ardından kitleleri sürükleyecek kadar normalleştirilmiş ve “anonimleştirilmiş” ise, artık sorgusuz sualsiz bir itaat ortamı doğar. Bu itaat, kâh empati eksikliğinden, kâh iletişim kopukluğundan, kâh bilgisizlikten türemiştir. Bazen de kötülük, başka örneklerden görülüp taklit edilir.

Kötülük, teflon misali, onun gerçek faillerinin üstüne yapışmaz. Herkesin kötülüğü sıradanlaştırılır – Eichmann’ın bile...

Oysa, o otobüse doldurulmak istenenler sizin dostunuz, sırdaşınızdır; kapı komşunuzdur; iş arkadaşınızdır; hastanede doktorunuzdur; sosyal medyada takip ettiğiniz gazetecidir; humus’una bayıldığınız lokanta sahibidir; anaokulunda bebek, ilkokulda çocuk, lisede üniversite hayalleri kuran gençtir.

Bu sıradanlık, tüm insani değerleri bir vakum etkisiyle içine alır; nefret söylemiyle başlayan çılgınlık hali, duygular üzerine kurulu bir seçmen mobilizasyonuyla linç kampanyalarına dek varır.  

Benzeri, geçen yıl Teksas ve Arizona eyaletlerinin Cumhuriyetçi valileri tarafından yapıldı. Binlerce göçmen otobüslere doldurulup New York ve Washington DC’ye gönderildi. Çoğu da Venezuelalı sığınmacılardı. Vardıkları yerde parasız, aç, sefil, evsiz halde sokaklarda yattılar; yardım gruplarından destek aradılar.

Ancak, yerlilik taraftarı (nativist) Teksas valisi de Arizona valisi de bu yaptıklarının normal, gerekli ve meşru olduğunu savundular, çünkü ABD-Meksika sınırının güvenliği Biden yönetimi tarafından sağlanamıyordu. Ancak bir hedefleri de, acımasız politikalarını meşrulaştırmak üzere böyle bir kaos ortamı yaratmak ve göçmen yanlısı politikacıları da üstü kapalı şekilde tehdit etmek, aba altından sopa göstermekti.

Benzerini 19.yüzyıl ortalarında Massachusetts’te de yapmışlar, ülkelerindeki açlıktan kaçan İrlandalı Katolik göçmenleri, kadınıyla, çocuğuyla eyaletten kovmaya dönük politikalar “geliştirmişlerdi”. Yardım kuruluşlarında misafir edilen İrlandalı göçmenler ani bir kararla Britanya ve İrlanda’ya geri gönderilmişler, hatta direnenler “kaçırılmışlardı”. İçlerinde akıl sağlığı yerinde olmayan, iletişim kuramayan göçmenler vardı. Liverpool veya Dublin’e geri gönderilen göçmenler sokaklarda parasız, kıyafetsiz, aç susuz kalmışlardı.   

Ancak o dönemde mülteci haklarını düzenleyen ne bir yasa vardı ne de federal kurallar net bir şekilde belirlenmişti. Artık hepimizin “insan” olduğumuzu ve doğuştan gelen “haklarımız” olduğunu net bir şekilde ortaya koyan, aksi yöndeki tavırları da cezalandırıp “ayıplayan” uluslararası bir rejim var.

Örneğin, 1951 Cenevre Sözleşmesi'nin en önemli unsurlarından biri, zulüm riski olan yere geri göndermeme (non-refoulement) ilkesi artık bir uluslararası kural haline geldi ve sözleşmeye taraf olsun veya olmasın tüm devletlerin yükümlülüğü olarak görülüyor. Şu anda Suriye’de geri dönüş koşulları arasında sayılan sağlık, eğitim, iskan için yeterli koşullar olmadığı ise herkesin malumu.

Türkiye’nin miyop politikalar, yetersiz sınır güvenliği ve anı kurtarmaya dönük göçmen alımı sonucunda göç yönetimi ve vatandaşlık politikaları konusunda ciddi bir sorununun oluştuğunu ve bu konunun “ensar” ile ele alınmasının artık yeterli gelmediğini kimse inkar etmiyor.

Tüberküloz vakalarının yıllar önce tamamen bitmesine rağmen son yıllarda kontrolsüz göç sonucu yeniden ciddi şekilde artışa geçtiği de bu sürecin halk sağlığı boyutu.

Ama bizim karşı çıktığımız, tüm bu kaosun ve denetimsizliğin sorumluluğunun mültecilerin sırtına yüklenmesi, “işin asıl öznesi kim?” sorusunun yanıtının boş bırakılması...

Global Akademi’nin son yayımladığı Türkiye Eğilimleri 2022 Araştırması’na göre Türkiye’de vatandaşların en çok kaygılandığı konularda ekonomik gidişat ve terörle mücadeleden sonra mülteciler üçüncü sırada geliyor. Bu biriken ve ihmal edilen kaygıların ciddiye alınmaması da vahşi bir popülizme ve ondan türeyen ırkçılığa alan açıyor.

Ancak bu akut sorunun çözümü ne Aşti’den geçiyor ne de Esenler Otogarı’ndan... Bu sorununun çözümü Esad yönetimiyle görüşmelerden netice almaya ve Suriye ile mültecilerin geldikleri şehirlere gönüllü ve güvenli bir şekilde geriye dönüşüne dair Birleşmiş Milletler gözetimi altında güvenceler istemeye bağlı.

Çözüm, Suriye’de mültecilerin sağlık, eğitim ve altyapı açısından geriye dönmesini mümkün kılacak güçlü bir altyapı kurmak üzere rejim ile işbirliği yapmaya, Batılı ülkelerden de bu süreçte destek almaya bağlı.

Çözüm, uluslararası toplumla ortak bir anlayışa vararak, gerek Türkiye’deki mülteciler arasından isteyenlerin Avrupa’da yeniden iskanına yönelik programların yaygınlaştırılmasıyla, gerekse sosyal uyuma dönük projelerin uluslararası toplum tarafından daha fazla fonlanmasıyla mümkün.

Mültecilere yönelik eğitim programı. 

Entegrasyon önemli, hem de çok. Zira Suriyeli mültecilerin büyük kısmının ne yaparsak yapalım artık bu ülkede kalacağı, tüm uzmanların uzunca bir süredir vurguladığı bir hakikat. Bu aşamada önemsemek gereken hangi partiye ne için bağış yapacağımız değil, bu toplulukların eğitimi, uyumu ve istihdamını hızlandıracak projelerin yürütülmesi.

Bu tür makul çözümler, birçok açıdan da Suriyeliler açısından Türkleri bir tür “öteki” haline getirmemenin, kendi aralarında ötekileştirme kaynaklı tehlikeli bir milliyetçi dalga yaratmamanın da kilidini taşıyor.

Almanya’ya 1960’larda çalışmak üzere Türkiye’den giden, hatta Alman yazar Günter Wallraff’ın “en alttakiler” olarak betimlediği misafir işçilere yönelik uyum ve eğitim politikalarındaki geç kalmışlığın sonuçlarını hepimiz biliyoruz.

Ancak entegrasyon politikaları hız kazanınca bu işçilerin çocukları arasından siyasetçiler, yazarlar, sporcular, aydınlar, BioNTech aşısının mucitleri Uğur Şahin ve Özlem Türeci gibi bilim insanları ve daha nice başarı öyküsü çıktı.

Geçtiğimiz yıl Türkçe’ye çevrilen ve Almanya’da yaşayan 27 başarılı Türk göçmenin hikâyelerini anlatan ‘Almanya Nasıl Vatan Oldu?’ kitabı bu süreci görmek açısından oldukça öğretici. Ne de olsa, Arendt’in de o güzel ifadesiyle, “Geçmiş, geleceğe ışık tutmayı bıraktığı için, insan aklı karanlıkta gezinir.”

Zafer Partisi’nin son seçim kampanyası ve öncesindeki sansasyonel girişimleri, mülteci meselesini siyaset sınırları içerisinde çözmenin de önüne geçiyor; entegrasyon politikalarına yönelik harcayacağımız enerji ve zamandan çalıyor. Oy toplamak ve kampanyaya para akmasını sağlamak için mülteciler kullanışlı birer aparata dönüştürülüyor.

Göç yönetimine dair tartışmaları, “güvenlik mevzu bahis ise insan hakları teferruattır” söyleminin ve “seni otogara bırakırım ha!” tehditlerinin ötesine çıkarmanın vakti gelmedi mi?

Tüm yazılarını göster