C.A.M. Galeri'de sekiz uluslararası sanatçıyı bir araya getiren 'Her Story' sergisi, çok duraklı bir tren yolculuğu boyunca, içki, kahve, sigara ve artık daha ne ararsanız, onun çakır keyifliğiyle okuduğunuz, evrensel, renkli bir öykü seçkisini andırıyor.
Şu günlerde, 'Balkon' isimli sergi ve kitabıyla gündeme gelen Orhan Pamuk'un yazmak üzere 10 yılını verdiği ve bir müze-kitap haline evrilen İstanbul Çukurcuma'daki Masumiyet Müzesi'ne, bir grup sanatçı da komşuluk ediyor. Bilindiği gibi, Masumiyet Müzesi, baş karakterleri Kemal ve Füsun'un melodramatik aşk hikâyelerinin tutku mabedi halinde, her gün pek çok yerli ve yabancıyı ağırlamayı sürdürüyor.
İşte bu bölgedeki C.A.M. Galeri'de yer alan 'Her Story'/'O'nun Hikâyesi' isimli sergi de, sanki yine birçok 'Füsun' karakterinin benliğini buluşturan bir sırdaşlık ve samimiyet atmosferi üretiyor. Serginin vitrininden melankoliyle - şu sıralarda soğuk, gri ve ıslak - sokağı izleyen dışavurumcu figüratif kadın heykeli (Busto Noce, 2012), Bruno Walpoth'a ait. Eser, adeta galeride yer alan ve yine sanatçının imzasını taşıyan, salonda suskunca kendi ebediyetine uzanmış bir diğer yalın, kendine dönük dingin kadınla (Bei Mir, 2012), hayli gizemli bir anıyı paylaşırcasına, sokağı seyrediyor.
Walpoth'un ekseriyetle ıhlamur veya ceviz - sanki duygu ve akıl teninde - nezaketle ortaya çıkarttığı eserleri, ilhamını genellikle tanıştığı ve hayatının bir parçası olan modellerden alıyor. Fiziksel zanaatkârlığı şöyle dursun, bir karakter işçisi olarak, son derece yoğun duygusallık içinde eserlerini işleyen heykeltıraşın çalışmaları, birer insan olarak bizlerin mi onlara, yoksa onların mı bize, artık daha uzakta kaldığının çetin birer sınav göstergesi olarak kayda geçiyor. Heykeller, bulundukları yer ve onlara bakışlarla dayatılmış her nevî zamanı dondurarak izleyiciyi kendi, özerk zamanlarına doğru sürüklemeyi, başarıyor.
Resmi, içinden geçilip, başka bir kişilik olarak çıkılabilen büyülü bir ayna gibi kullanmayı başaran Rugül Serbest de, çalışmasında kendi aslı ve suretini yan yana taşıyarak enteresan bir varoluşçuluk deneyini , 'o'nlara bakan bizim üzerimizde sınıyor. Karşı karşıya kaldığımız bu ikiz varlık durumu, izleyici olarak herhangi bir şeye baktığımızda aslında yine kendimizi de karşımızdakine nasıl yankıladığımızı, hatta dayattığımızı ve onu sahiplenip, özgür bıraktığımızı düşünmemize vesile oluyor.
Kişinin susarak ve bakarak an içinde kendisiyle yaptığı nice konuşma, Serbest'in soyadı kadar samimi, serbest gerçeküstücü bu tablodaki (Öpücük, 2015) yaklaşımıyla, neredeyse gözlerle işitilebilir hale geliyor. Resim bize, kendisine bakarken neyi gözden kaçırdığımızı, neyin ayıp veya kayıp sayıldığını, hatta aslında kimin kimi baştan aşağı süzdüğünü sorgulatması açısından, bir nevi 'duble' algı sarhoşluğuna vesile oluyor. Bu tıpkı, aynanın/suretinizin size baktığını fark ettiğiniz o garip hisse yaklaşan, empatik ve aynı zamanda antipatik bir duygu boşalması, farkındalık ve geri çekilme üretiyor.
Kadınlar üzerinden dünyaya alternatif bakışlar katan sergide, 'öteki'ne bakışı bir yorum olarak Milanolu kadınların kürklü giyimlerine yaptığı bir nevî gerçeküstücü, dışavurumcu katkı ile değerlendiren bir sanatçı da, fotoğrafik yapıtlarıyla Sinan Tuncay oluyor. Yaşamı ve çalışmalarını Türkiye ve ABD arasında sürdüren Sabancı Üniversitesi çıkışlı Tuncay'ın çektiği 'resimler', aklıma Fikret Mualla ve Cihat Burak'ın, figüratif dışavurumcu, sınıfsal eleştiri ve sosyal hicivle dopdolu, rengârenk ama içi kan ağlayan ünlü kompozisyonlarını getiriyor.
Şeffaflık ve sırrın aynı an içinde izleyiciye emanet edildiği, izleyenin hem bir iticilik hem de çekiciliğe maruz bırakıldığı gerilimli bir diğer kompozisyon da, C.A.M. Galeri'deki Nihâl Martlı resminde karşımıza çıkıyor. Kendileri olmakta hiçbir beis görmeyen, kendi 'plastik ve tarihsel evren'lerinden, izleyiciyi sınayan nice 'kişisel karakter'ler ortaya koyan ressam, 'Lady Godiva' isimli yapıtında bize kilit ve anahtarı yine aynı anda bırakıp gitme yoluna gidiyor.
Bindiği - sürdüğü - hakim olduğu kara, gürbüz ve beden pozu ile evcilleştiği düşünülebilecek bir at üzerinde, tamamen çıplak bir genç kadın bu. Kendisine bakıldığının bilinciyle at ile birlikte hayali bir çiftlik yapısı alanında, sonsuzluğa pozlanıyor. Bir bakıma öznel, psikolojik insan manzaraları üreten ve genellikle bunu kadın figürleri üzerinden tecrübe eden bir sanatçı, Martlı. Acı mizahın, absürd ama alenî olanın içine yer yer tüm cüreti ile sindiği, sanat, kültür, edebiyat tarihi ve klişelerini bir resmi geçit misalî değerlendirerek, içinden Lewis Carroll'un ünlü Alice'i gibi nice âleme doğru merakla seyrettiği yapıtlarıyla tanınıyor. Sanatçı, eserlerinde yeri gelince kendi varoluşu, bazen de tuvalde yeni tanıştığı bu mistik figürleri, bir öykücü özgürlüğünde, ait oldukları 'uzay'lara, hani ressam diliyle, espaslara uğurluyor. İşte bu eserinde de, 11'inci yüzyıl İngiltere'si Mercia Kontesi, Coventry Lordu Leofric'in eşi Lady Godiva'nın, bir vergi protestosu sebebiyle, 1057'de kocasına karşı giriştiği bir meydan okuma neticesinde, kent sokaklarında çırılçıplak dolaşmasına göndermede bulunuyor, Nihâl Martlı; bir sanatçı, bir kadın olarak, kendisiyle özdeş figürlerden birine daha, elinden, gözünden ne geldiyse o samimiyetle, saygı duruşunda bulunuyor. Keza Lady Godiva'nın, vaktiyle Sylvia Plath ve Arthur Lubin gibi edebiyatçı ve sinemacılara verdiği ilham da, cabası.
Sergideki bu yoğunlukta çalışmalardan birini de, Serpil Mavi Üstün'ün baş döndürücü, bilinçli tıkanıklığı, tekdüze paleti ve grafik rutinliğiyle psikolojik olarak hayli etkili, ayrıca ürettiği düşsellik ile yine izleyeni kendi rızası ile rehin aldıran tuvali oluşturuyor.
Üstün'ün eserinde (I don't belong here anymore, 2018) izleyici, bir yanıyla 'Stockholm sendromu' yaşar gibi, resmin kendisine aktardığı görsel metne rızası ile inanmayı seçip, o yöne doğru bakmaktan ötürü, içinde bulunduğu dünyayı, bile isteye boşlamaya başlıyor. Bir bakıma imge, hakikate uyuşturucu (belki de uyarıcı) etki yapıyor. Bunu söylemem de, İngilizce dilinde uyuşturucu ve ilaç kavramlarının aynı kelimeyle açıklanması... Sanırım mesele, hangi dozda 'baktığımız' ve yapıtı 'tecrübe ettiğimizde' gizleniyor. Gevelemeye çalıştığım bu hissiyatı en iyi şekliyle, sergi metninde ressam Üstün özetliyor belki de: "Son çalışmalarımı modern toplumun standartlarıyla hayatını şekillendiren sıradan bireyler olarak, baş etmek durumunda kaldığımız iç çatışmalar, savunma mekanizmaları, ilgi açlığı ve nevrotiklik sınırında dolaşan küçük gerilimlerimiz üzerine kurguluyorum. Resimdeki karakter aracılığıyla, her şeyin yolunda göründüğü anlarda bile, içimizdeki tekinsizliğe dikkat çekmeyi seviyorum."
Dieter Mammel'in fotoğraf ve sinemayla cilveleşerek 'an'ın uçuculuğuna yalın izlerle beyhude imgesel güzellemeler yaptığı, Leo Ferdinand Demetz'in yine teatral ve büyüleyici 'büst'leriyle (Cinderella) atmosferi baştan çıkardığı 'Her Story' sergisinin radikal yaratıcılarından biri ise, Neslihan Başer olarak kayıtlara geçiyor.
Başer, kadın dokusu ve doğasını gerek ataerkil, gerek sömürücü, cinsiyetçi bakışa direniş adına ve gerekse, kadının kendini gerçekleştirme alanı olarak sanat yapıtı biçiminde deneyselleştirmesine katkıda bulunduğu eseriyle, güzel, kalıcı ve özgün, organik olanın, gerçekte nasıl temsil edilebileceğine yönelik yeni 'ipuçları' paylaşıyor.
Çukurcuma C.A.M. Galeri'deki 'Her Story' sergisi, kompartımanları boyunca her nedense mor nergislerin, kasımpatıların akıp geçtiği çok duraklı bir tren seferi boyu, çay, içki, kahve, sigara ve artık daha ne bilelim, ne ararsanız, onun çakır keyifliğiyle okuduğunuz, evrensel bir öykü seçkisini andırıyor. Her kompartıman - yapıt sizi bambaşka şeylerle ve kişilerle yüzleştiriyor. Çalışmalar kendi iç yoğunlukları sebebiyle izleyiciyi kendilerine çekebilmek için tatlı bir rekabet içine girerken, yapıtların sergilenişindeki itina, mekânı maddi değil, manevî bir alışveriş samimiyeti alanına dönüştürüyor.
Zaten bir süre sonra da, sessiz galeride kafalarına göre takılan yapıtlar birbirleriyle, birer sevgili gibi dertleşmeye devam ediyor. E o an da, sizin neredeyse aradan tüm edebiniz, nezaketinizle şöyle bir çekilesiniz geliyor.
Hele de şu 14 Şubat zımbırtısına beş kala... Tren kaçmadan binin desek, yeri.