Cuma Çiçek: Kürtler ovaya yatırım yapıyor

Kobanê Davası'nda siyasetçilere verilen cezalar, hükümetin yeni bir 'çözüm süreci'ne kapıları kapattığı şeklinde yorumlandı. Akademisyen Cuma Çiçek ise gemilerin yakılmadığını düşünüyor. 

Abone ol

DİYARBAKIR - Yerel seçimler bitti ve beklendiği gibi bölge illerinde belediyeleri DEM Parti aldı. Kayyımlar gitti ancak bir demokrasi ayıbı olan kayyımlar yeniden atanabilir mi endişesi devam ediyor. Bu endişeyi besleyen gelişmelerden biri, Kobanê Davası'nda siyasetçilere verilen ağır cezalar oldu.

Oysa seçimden önce Kürt meselesinin çözümüyle ilgili görüşmelerin yapılacağına dair bir beklenti olmuştu. Aynı şekilde seçimden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da siyasette yumuşama, normalleşme ihtiyacından söz etmişti. Bu beklentiler Kobanê Davası'nda siyasetçilere verilen cezalarla berhava mı oldu? Kürt meselesinin çözümü bir başka bahara mı kaldı? AK Parti'nin tasarladığı yeni anayasada Kürtler yer alacak mı? CHP Kürt meselesinde cesur yeni bir tutum belirleyecek mi? DEM Parti ve Kürtler bütün bu gelişmeler karşısında nasıl bir tutum belirlemeli?

Bu sorular konuşulup tartışılıyor elbette. Biz de Kürt siyasetinin merkezi Diyarbakır'dan bu tartışmaya katkı sunabilmek umuduyla akademisyen Cuma Çiçek'in kapısını çaldık. Konu uzun ve yıllar içinde karmaşıklaştı. Ancak yine de bir pencere açmak ve oradan meselenin çözümüne dair fikirler bulmak, bu fikirleri tartışmaya açmak hâlâ mümkün. Güncelliğini yüzyıldır hiç kaybetmeyen Kürt meselesini bir söyleşi ile tarif etmek oldukça zor. Bu nedenle Cuma Çiçek ile son dönem gelişmeler üzerinden siyasete, siyasi partilerin pratiğine bakmaya ve Kürt meselesinin nereye evrilebileceğine odaklanarak konuştuk. 

'AK PARTİ İÇİNDE ÇATIŞMA SÜRECİ DEVAM EDİYOR'

Kobanê Davası'nda siyasetçilere verilen cezaları, iktidarın yürürlükte olan Kürt politikasını sürdürmekteki ısrarı olarak mı anlamalıyız?

Seçimlerden sonra yumuşama, normalleşme, iyileşme gibi bir beklenti oluştu. Öncesi de vardı. Biraz senin Leyla Zana ile yaptığın röportajdan sonra bu beklenti başladı. Kobanê savunmasında da bir takım ipuçları vardı. DEM Parti ile hükümet arasında bir temas olduğuna dair ilk sinyal, Kobanê savunmalarındaydı. Bir yandan politik olarak daha net bir duruş vardı ama bir yandan da müzakere zeminini yoklayan, ona dair umut veren değerlendirmeler de vardı Demirtaş'ın savunmasında. Leyla Hanım'ın sana verdiği demeçte çok net vurgular vardı. Seçimde kürsüye çıktı, birden fazla konuşma yaptı.
Açık bir dille hükümetle diyalog olduğuna dair mesajlar verdi. Ahmet Türk de buna dahil oldu. Sonra seçimlerde AK Parti hükümeti ciddi bir kayıp yaşadı. Bir önceki yerel seçimle kıyaslarsanız, ortalama potansiyel oyu 21 milyondan 14 milyona indi. Yaklaşık üçte birlik seçmeni kaybetti. Bu seçmenin yaklaşık yüzde 60'ı sandığa gitmedi. Geriye kalan da Yeniden Refah Partisi (YRP) başta olmak üzere diğer partilere gitti. AK Parti'deki bu büyük kriz, kayıp da değişim arzusunu besledi. Toplumda hızlı bir normalleşme, normale dönme beklentisi oluştu. AK Parti buna dair mesajlar da vermeye başladı. Siyaseten yumuşama, normalleşme kavramlarına yönelme oldu. Aslında bir normalleşmeye yönelten koşullar var. Çok büyük bir ekonomik kriz var. Bütün bu meselenin belki de ana dip dalgası olan, bütün bu değişimi zorlayan, artık insanların dayanma, tolere etme noktasını aşmış olan bir ekonomik kriz. Bunun getirdiği zorlamayla ‘hükümet normalleşmeye gidecek’ diye bir beklenti oluştu. Ancak Kobanê Davası'nda çok yüksek düzeyde cezalar çıktı. Bu 4 ay içerisinde oluşan değişim beklentisinin boşa çıktığı kanaatinde değilim. Bunun için biraz izlemeye ihtiyaç var. Daha bu noktaya varacak düzeyde değiliz. Kobanê Davası'na kadar anaakım Kürt siyaseti hükümetle, AK Parti ile yeniden bir müzakere kapısını zorlamak istiyordu ve bu konuda tutum netleşmişti. Ama AK Parti'nin tutumu net değildi. Bir yandan değişime dair sinyaller vardı, temaslar vardı. Ama bir yandan da statükoyu sürdürmeyi tercih eden güçlü bir kanat vardı AK Parti içerisinde. Değişim kanadı biraz öne çıkacak mı diye bir beklenti varken Kobanê hamlesi geldi. Esasında bence bu 4 aylık trendi biraz boşa çıkaran, bu trende büyük darbe vuran bir girişim. AK Parti'yi değişime zorlayan çok fazla dinamik öne çıkmıştı. AK Parti toplumdan bu mesajı aldığına dair değişim sinyallerini vermeye başlamıştı. Ama Kobanê Davası'nda buna büyük bir darbe vuruldu. Birinci değerlendirmem bu. Bir defa değişim bu kadar hızlı olmayacak belli ki.

Bu dediğim Türkiye'nin geneline ilişkin bir hat, Türkiye'nin geneline dair bir demokratikleşme, normalizasyon beklentisinin bu kadar kolay olmayacağını gördük. Çünkü Kürt çatışması Türkiye'deki otoriterliğin ana kaynağı. Türkiye'de otoriterlikten bir çıkış olacaksa bunun ilk sinyalini Kürt sahasında bir demokratikleşme ile göreceğiz. Ya da tersi, Kürt sahasında çatışma dinamikleri artıyorsa bunun birinci yansımasını Türkiye'deki otoriterliğin artması şeklinde yaşıyoruz. Değişim böyle kolay olmayacak genel hatta, ama Kürt sahasında 8 yıllık bir arafta olma hali var. Sokakta bir bunalım var. Buna rağmen Kürt sokağı 8 yıldır DEM Parti'yi siyaset sahnesinde tutuyor. DEM Parti'nin siyasi performansına baktığımızda zayıf bir performans söz konusu. Ama oy oranlarında ciddi bir düşüş olsa da özellikle son seçimlerinde sokak
DEM Parti'yi siyasal oyun alanına tutmaya çalışıyor. Hükümetin kayyım uygulamalarına rağmen halk onu bir şekilde elinin tersi ile bir köşeye itiyor. Buna onay vermediğini, rıza göstermediğini anlatıyor. AK Parti'nin oy kaybı en çok Kürt bölgesinde yaşandı. Diyarbakır'da
muhtemelen tarihinin en düşük oyunu aldı. Dolayısıyla hem HDP'li Kürtler hem AK Partili Kürtler AK Parti'ye çok ciddi bir mesaj verdiler. Kobanê kararı Kürt sokağındaki söylemi görmeyen, buna hala gözlerini kapatan bir tutum olarak görünüyor. Ama benim kanaatim, AK Parti'nin kendi içerisindeki çatışma sürecinin devam ettiği yönünde. Dolayısıyla bu Kobanê Davası'na da yansıdı. 

'AK PARTİ'NİN İÇİNDE BÜYÜK BİR MHP VAR'

Siyasette bir yumuşama ihtiyacından ilk söz eden Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Ancak Kobanê Davası'nda verilen ağır cezalara onay verdi. Normalleşmeye dair umudunuzu koruyorsunuz ama bu bir çelişki değil mi?

Haklısın, Erdoğan açıklama yaptı ama birkaç gün sonra. Açıklama bir soru üzerineydi. Bana sorsan biraz düşük perdeden bir açıklamaydı. Şimdi kamuoyunda şöyle bir yorum var, aslında AK Parti'de bir değişim arzusu var ama MHP buna izin vermiyor. Buna katılıyorum, işin bir boyutu bu. Ama göz ardı edilen başka bir mesele var. AK Parti'nin içerisinde büyük bir MHP var. Kastettiğim şey, AK Parti'nin gövdesinin şu an ağırlıklı kısmı MHP'ye benzer bir pozisyonda.
AK Parti 2000'li yılların AK Partisi değil, başka bir AK Parti. AK Parti'nin teşkilatı şu an güçlü değil, teşkilatın sözü, sesi merkeze ulaşmıyor.
Sarayın hakim olduğu, saraydaki bürokrasinin çok daha güçlü olduğu, politik eğilimlerin sarayda belirlendiği bir AK Parti var. AK Parti'nin kendi içerisindeki normalleşmeye direnç daha güçlü. Dolayısıyla AK Parti'nin şu an açmazı tek başına MHP ve onun etrafındaki siyasi ve bürokratik ilişki ağları değil. O zaten ciddi bir bariyer. Ama AK Parti kendi içerisinde de ciddi olarak MHP'lileşmiş, milliyetçileşmiş. 

'ERDOĞAN OY KAYBETTİ AMA AYAKTA KALDI'

Bu durumda Erdoğan nerede duruyor?

Benim görebildiğim 2015'ten mayıs seçimlerine kadar Erdoğan büyük bir savaşa girdi. Buna ayakta kalma savaşı da diyebiliriz. Mayıs seçimlerinde aslında bu savaşı kazandı Erdoğan. Türbülanstan çıktı. Oy kaybetti ama ayakta kaldı. 22 yıldır iktidarda bir parti. Oy kaybetse de yüzde 30'un üstünde hala oy alıyor ve genel seçimde hala ikinci parti.

Oy kaybından, siyasi ve özellikle ekonomik krizden söz ettiniz. Bunlar bir değişim için zorlamıyor mu AK Parti'yi ve Erdoğan'ı? 

Kısmi olarak güç kaybettiği için bir değişime girer diye genel bir beklenti var. Bende de vardı. Çünkü Erdoğan ayakta kaldı ama çok güç kaybetti. Teşkilatını kaybetti. İkinci, üçüncü adamlarının tamamını kaybetti. Yargıdaki, bürokrasideki MHP'lilere bağımlı hale geldi. Dış politikada çok daraldı. Hani o ‘değerli yalnızlık’ hakikaten yapayalnızlığa dönüştü. Şimdi bütün bu tablo içerisinde Erdoğan'ın değişim yapmasını beklersiniz. Kendi tabanını tutması için bile olsa bir değişime ihtiyacı var. Oy kaybını YRP'nin siyasi performansına bağlayabilirsiniz. Ama AK Parti'ye kızanların yarısı sandığa gitmedi, yarısı aynı mahalledeki ikinci partiye oy verdiler. Bu 7 milyonluk kaybı Erdoğan'ın tekrar toparlayabilmesi lazım. Bunu nasıl yapacak? Bir, ittifak siyasetini yeniden kurması lazım. İki, teşkilatını yeniden yapılandırması lazım. Üç, siyasi figürleri, yereldeki başkanlardan tutun da belediye başkanlarına, parti merkezine kadar teşkilatı yeniden kurması lazım. Öne çıkan simaları yenilemesi lazım. Kendi gövdesinde değişime direnen bariyerler var. Kobanê Davası'na buradan baktığımda iş bitmiş diye bakmıyorum. Bu işin bitip bitmediğini anlayabileceğimiz göstergeleri izlememiz gerekir.

'BÜTÜN GEMİLER YAKILMADI'

Nasıl göstergeler, örnek verebilir misiniz?

En azından iki gösterge sayabilirim. Bunun bir tanesi, yakın zamanda 28 Şubat davasından tutuklu bulunan askerlerin tamamı bırakıldı. 

Ama bu Demirtaş ve arkadaşlarının ağır cezalar aldığı güne denk getirildi.

Öyle, bu da bir denge siyasetinin göstergesi. Kemalist, ulusalcı tabanın gönlünü hoş tutan bir adımla, Kobanê kararını aynı gün aldırdılar. Şimdi ortada bir siyasi mühendislik olabileceğini düşünüyorum. Siyasi davalardan tutsak olan ve yaklaşık 10 yıldır Kürt hareketinin hasta tutsakların bırakılması talebi var. Çözüm sürecinde bile 2 yıl boyunca masadaki ana gündem maddelerinden bir tanesi buydu ve adım atılamadı bir türlü. Önümüzdeki aylar içerisinde Kürt meselesinden kaynaklı olarak cezaevinde olan hasta tutsakların bazıları bırakılacak mı? Yani bir göstergemiz bu olabilir. Ama muhtemelen ana gösterge kayyımlar olacak. Belediyelere kayyım atanacak mı atanmayacak mı? Türkiye'nin nereye gittiğini gösteren hamle bu olur. Kayyım atanırsa 2028'e kadar Kürt meselesindeki belirsizlik devam eder. Geleceğini görememe hali, tıkanmışlık devam eder. Ama kayyımların atanmaması, sembolik adımların gelmesiyle beraber belki Kobanê Davası'nda da değişimleri beraberinde getirir. İşte temyiz aşaması, Yargıtay aşaması var. Birtakım değişimler görme potansiyelimiz var. Bütün bu tablo içerisinde hikayenin bittiğini düşünmüyorum hala. Son bir şey söyleyeyim. Dikkatimi çeken bir şey de Kürt siyasetinden gelen tepkiler oldu. Aslında ipleri koparan tepkiler duymadık. Yani ne Demirtaş'ın ne de Ahmet Türk'ün tepkileri bütün gemileri yakan cinsten olmadı. 

Bu yumuşama söylemlerini değerlendirirken CHP ile diyalog çabasını göz ardı etmemek gerekiyor sanırım. Mesela AK Parti'nin CHP ile sokağı sakinleştirmek istediği yönündeki tespitleri nasıl yorumlarsınız?

AK Parti ekonomik krizi bir şekilde kontrol edebilir hale getirinceye kadar CHP ile uzlaşarak yol almak istiyor olabilir. Kemer biraz daha sıkılacak gibi görünüyor ve bunun sokağa maliyeti daha da artacak. Son yerel seçimlerde sokağın gösterdiği bir tepki var ve bu tepki kemer sıkma ile sokağa taşabilir. CHP de bu işin liderliğini yapabilir. Dolayısıyla hükümet biraz bunun önünü almak adına CHP ile bir siyaset alanı açıp, krizi yönetmek için manevra sahasını genişletmek istiyor olabilir. Ben buna yok diyemem. Ama muhtemelen CHP de bunu görüyordur. CHP öğretmenlerle ve ardından emeklilerle miting yaptı. Görünen o ki CHP diyalog içerisinde olsa da ekonomik krize karşı bu kadar yumuşak durmayacak. Ekonomik kriz içinde bunalmış sokaktaki insanın temsilciliğini üstlenmiş durumda CHP. Çok da rasyonel bir tercih. CHP eğer bu sözcülüğü taşıyabilirse muhtemelen 2028 seçimlerinde iktidara gelebilir. Hatta CHP'yi iktidara taşıyacak birinci dalga bu bence.

Tek başına ekonomik kriz CHP'yi iktidara taşıyabilir mi?

CHP Kürtlük ve Türklük krizini, yine muhafazakarlık-sekülerlik krizini aşan, kimlik siyasetinde kapsayıcı, özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyaset inşa edebilir mi? İkinci dalga bence bu. CHP bu konularda henüz çok bir şey söylemiyor.

Kobanê Davası'na CHP'li milletvekillerinden oluşan bir heyet gitti. 

Evet, bir heyet gitti ama mesela Özgür Bey gidebilirdi. Türkiye'nin siyasi geleceğini belirleyen bir davaya katılabilirdi. 

Sizce neden katılmadı?

Kürt meselesinin temel bir özelliği var. Bir sorun olarak çatışma zemininde tutulması politik alanda her zaman bir otoriterlik kaynağı olarak işlev gördü. Ekonomik alanda özellikle bölgesel ölçekte her zaman bir eşitsizlik kaynağı olarak işlev gördü. Şimdi Türkiye ekonomik alanda daha eşitlikçi ve siyasal alanda daha özgürlükçü, daha demokratik bir yere kaymak istiyorsa Kürt meselesini çatışma zemininden çıkarıp barış zeminine taşımak zorunda. Şimdi CHP bu işin ekonomik boyutuna talip, daha kolay bir alan. Bunu bir yıl sonra, iki yıl sonra kimlik siyasetiyle bütünleştirebilir mi? O ikinci dalgayı da arkasına alabilir mi? Şimdi ben bunların CHP içerisinde de tartışıldığı kanaatindeyim.

'KÜRT ÇATIŞMASI ANKARA'DA BİR SİYASİ REKABET UNSURU'

CHP'nin 2028'de iktidar olabilme ihtimalinden ve Kürtlere ihtiyaç duyduğundan söz ettiniz. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay veren CHP ile şimdiki CHP arasında bir fark var mı?

Bence burada CHP'den ve AK Parti'den öte biraz Kürtlere bakmak lazım. Şimdi yüzyıllık tabloya baktığımızda Kürt çatışması Ankara'da bir siyasi rekabet unsuru. Yani herkes çatışmaya yatırım yapıyor. Herkes daha fazla milliyetçi olmaya çalışıyor. CHP'nin içerisinde şu an yönetimde bir değişim dalgası var. Ama şimdi şunu da hatırlatmak lazım: İstanbul'da Ekrem İmamoğlu ile Kürtler arasında bir diyalog kuruldu ama Bolu örneğini nereye koyacağız? Irkçılığa varan söylemlerine rağmen Bolu Belediye Başkanı yeniden aday gösterildi ve kazandı. Sonra Afyon'daki aday. Milliyetçi açıklamaları krize neden oldu, Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel cevap vermek zorunda kaldı. Ama buna rağmen aynı aday oyunu arttırarak seçimi kazandı. Demek ki Afyon'un insanları arasında belediye başkanının sözünün bir karşılığı var. Yani CHP'nin tabanında bu milliyetçi ifadelerin bir karşılığı var. Ankara'da Mansur Yavaş'ı düşünün. Mansur Yavaş Kürt meselesinde yeni bir şey mi söyledi? Hayır. CHP'nin bu yükselişinde, -benim kişisel analizim bu, tartışabiliriz- yerel seçimlerde CHP'nin başarısını ortaya çıkaran iki ana dinamik var. Bunun bir tanesi AK Partililerin AK Parti'den vazgeçmesi. Ve bir buçuk milyonluk CHP oyunun en az üçte ikisinin başta İYİ Parti olmak üzere milliyetçi cenahtan gelmesi. Yani İYİ Parti'ye oy veren ciddi bir seçmen CHP'ye yöneldi. Ve şu an CHP içerisinde yeni bir seküler milliyetçi kanat, grup var. Tekrar Kürtlere gelecek olursak, CHP'nin yükselişinde Kürtlerin pozisyonu önemli. İstanbul'da 214 bine yakın potansiyel DEM Partili gidip CHP'ye oy verdi. CHP'nin Kürt meselesinde son birkaç yıldır Kemal (Kılıçdaroğlu) Bey'le başlayan pozisyonuna bakınca negatif konuşmayan bir CHP görüyoruz. O kadar. Tamam, Kürt meselesinde negatif şeyler söylemiyor ama bu meseleyi nasıl çözecek? Silahlar nasıl bırakılacak? Anadil meselesinde CHP ne düşünüyor? Kürtlerin kendisini yönetme hakkı, yerelleşme, özerklik meselesinde CHP ne düşünüyor? Hani Kürt meselesinin ana parametrelerine baktığımızda cezaevi meselesinde ne yapacak? Sürgünde bu kadar insan var, bunlar ne olacak? İfade özgürlüğü ne olacak? Kürt meselesinin ana parametreleri kimlik haklarıdır. Bunlarla ilgili CHP'nin ortada bir sözü yok. Yani negatif konuşmuyor ama bir şey de söylemiyor. Sanki bir hazırlık da yok. 

'KÜRTLERİN KAYBEDENİ BELİRLEME GÜCÜ VAR'

Kürt meselesi çatışma alanı olarak milliyetçi söylemlere kazandırıyor, dediniz. Bu yüzden Kürt meselesi çözülmüyor ve Kürt siyasetine mesafe konuluyor. Bu durumda Kürtler ne yapmalı? 

Kürt çatışması şu an bir rekabet unsuru Ankara'da, ana partiler arasında. Kürt barışına yatırım yapan kazanabilirse, muhtemelen biz o zaman yeni şeyler konuşmaya başlayacağız. Siyasal olarak DEM Parti önde görünüyor ama çok sayıda Kürt partisi var. Siyasi partilerden öte devasa bir sivil toplum alanı, bir Kürt medyası, iyi kötü bir Kürt akademisi var. Bütün bu aktörlerin Türkiye'deki Kürt çatışmasının çözümünü, Kürt barışını Ankara'da bir rekabet unsuru haline getirmek için çaba sarf etmesi gerekiyor. Ancak burada da bir kriz var. Kürtlerin seçimlerde şöyle bir avantajı var: İktidara gelmek isteyen Kürtlerle konuşmak zorunda. Yani şu an Kürtler oyun kurucu aktör değiller. DEM Parti mesela, oyun bozucu bir aktördür. Son İstanbul seçimlerine bakalım. Şimdi İstanbul seçimlerinde muhtemelen DEM Parti çok güçlü bir kampanya yürütseydi Ekrem Bey daha az bir farkla da olsa yine kazanırdı. Ama DEM Parti AK Parti'yi destekleseydi Ekrem Bey kaybederdi. Yani Kürtlerin kaybedeni belirleme gücü var, kazananı belirleme gücü olmasa da. Şimdi bu gücün siyasal alanda oyun kurucu olarak değerlendirilmesi konusunda bir kriz var. Kürt aktörler bu konuda henüz yeterli bir beceri gösteremediler.

'SİYASAL BARIŞ OLMADAN TOPLUMSAL BARIŞ OLMAZ'

Başa dönersek. Bütün bu konuştuklarımızdan sonra barış ihtimaline dair ne söylemek istersiniz? Gelişmelere bakarak, barış bir başka belirsiz zamana mı kaldı?

Kürt sokağında yapılan birçok anket var. Yani Kürtlerin ne istediğini AK Parti de CHP de biliyor. Barış Kürt aktörlerle görüşerek olacak. Burada kastettiğim bir normatif dönüşüm değil. Ben bu normatif dönüşümün çözüm olmadığını düşünüyorum. Daha doğrusu kısa vadeli bir normatif çözüm olmayacak. Toplumlarda değerlerin, normların değişmesi bazen birkaç kuşak kalır. Biz bugün kağıt üzerinde Kürtlerle Türkleri eşit kılalım, yasaya göre. Muhtemelen iki kuşak sonra o eşitlik hissedilecek. Ben ve sen hissetmeyeceğiz o eşitliği çünkü uygulamada olmayacak. Bunlar daha uzun vadeli işler. Buna bir tür sosyal barış diyebiliriz. Bu nedenle bizim siyasal barışa odaklanmamız lazım. Çünkü siyasal barış olmadan toplumsal barış olmayacak. Yani siyasal barışı sağlayıp bu barışın sağladığı ortam içerisinde sosyal barışı inşa etmek lazım. Dolayısıyla somut ihtiyaçlar üzerinde bir çerçeve çizmek ve bu ihtiyacı sağlayacak adımlar atmak lazım. Şimdi burada da benim görebildiğim temel mesele biraz güç paylaşımı ve güç kavgası. Kastettiğim şey, Kürtlerin ilgili aktörleri buna mecbur bırakması lazım. Amiyane tabirle imana gelmelerini bekleyip 'biz size yanlış yaptık' demelerini bekleyemeyiz. Bu dönüşümün çok çabuk olmasını beklemiyorum. Özellikle sokağın içerisindeki milliyetçilik bu kadar yükselmişken. 'Rasyonel seçim kuramı' dediğimiz bir kuram var. Kabaca, 'barış savaştan daha karlı olduğu zaman gelir' deniliyor. Yani tarafların barışı daha iyi bir seçenek olarak algılaması lazım. 

'MALİYETİ İLK KÜRTLER ÖDÜYOR'

Aslında o seviyeye gelmedi mi Türkiye? Şu içinde bulunduğumuz ekonomik krizin nedenlerinden bir tanesi de savaş değil mi? 

Algı önemli. Sokakta, iktidar tarafında barış algısı oluşmalı. Örneğin iktidar, 'ekonomik olarak, siyasal olarak büyümem için bu meseleyi çözmem lazım, barış sağlamam lazım' demeli. Aslında çözüm sürecinin hikayesi de buydu. Hatırlayın. Newroz bildirisini düşünün. Kabaca şunu söylüyorlardı: 'Türkiye Ortadoğu'da siyasi ve ekonomik lidere dönüşebilir. Bunun da yolu küçük kardeş olan Kürtlerin sorunlarını çözmekten geçer. Kürtlere ağabeylik yapalım. Siz de büyüyün biz de kazanalım.' Çözüm süreci kazan kazan formülüydü. Şimdi aslında belki burada bir parantez açmalıyım. Türkiye'de belki bu işin çözüme kavuşabilmesi için yeterli olmayan ama gerekli olan bir şart var. 1990'dan bugüne kadar olan ana tabloya baktığımız zaman, Türk siyaseti bürokrasisi ve sermayesi sınır ötesini bir fırsat penceresi olarak gördüğü zaman çözümü konuşmaya başladı. Bunun ilki Özal dönemindeydi, hatırlatayım. Musul-Kerkük meselesi üzerinden Türkiye büyüyebilir, genişleyebilir düşüncesi vardı. Türk sermayesi, devleti, siyaseti ve bürokrasisi bunu bir fırsat penceresi olarak görmüştü o zaman. 'Biz buradan büyürüz. Kürt meselesi gibi küçük sorunu aradan çıkaralım. Bu bize engel.' Düşünce buydu.
Şimdi çözüm süreci de öyleydi. Kabaca bir hatırlayalım. Türkiye, AK Parti'nin ilk 10 yılında özellikle ekonomi alanında bölgede bir merkez olmaya doğru yol almaya başladı. Sonra buna bir siyasal merkez olma iddiası dahil oldu. Suriye devletiyle yapılan bakanlar kurulu
toplantıları, stratejik anlaşmalar ve benzeri. Ancak Arap Baharı ile birlikte bütün dengeler yeniden altüst oldu. Bu fırsat penceresi zaman içerisinde kapandı. Olan yine Kürtlere oldu. Fırsat penceresi kapandığı zaman maliyeti ilk ödeyen Kürtler oluyorlar. Türkiye'de sınır ötesi bağlamında bir fırsat penceresi çıkmadığı sürece yeniden çözüme dönüş zor görünüyor. Ancak şu an bir fırsat penceresi olmasa da dış politikada ciddi bir daralma var. Değerli yalnızlık bir yapayalnızlığa dönüşmüş durumda ve Türkiye şu an onu kırmaya dönük girişim içerisinde. İçeride de ekonomik kriz var. Yani bu iki ana konu değişimi belli ölçülere zorluyor. 

'KÜRTLER KAYNAKLARINI KOLEKTİF MESELELERİNE YATIRMALI'

Dış siyaset ve içeride ekonomi alanında sıkışmış Türkiye'ye karşı Kürtlerin halihazırda aldığı pozisyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birincisi Kürtler inşa siyasetini güçlendirmeli. Kürtlerin kendi kaynaklarını (bu maddi olabilir, sembolik olabilir, insan kaynağı olabilir, para olabilir) kendi dertlerine yatırabilmeleri lazım. Bu konuda devasa bir örgütlemeye ihtiyaç var. Ancak ben bu konuda bir negatif inşanın olduğu kanaatindeyim. Aslında Kürtler kaynak sahibi olan aktörler. Diyarbakır sokaklarında gezerseniz devasa insan kaynağı, devasa bir maddi kaynak var. Ama bu kaynaklar ne kadar kollektif meselelere yatırılıyor? Mesele burada. İki şey yapmamız lazım. Birincisi, yüksek siyasetten daha çok günlük hayatta sorun çözme odaklı sokak siyaseti yapılmalı. Örneğin devletin Kürtçeyi bitirmeye dair bir derdi, bir siyaseti var değil mi? O zaman Kürtler dili yaşatma siyaseti inşa etmeli. Bu dili çocuklarına aktarabilmesi için bir şeyler yapması lazım. Bu tek başına siyasi partinin işi değil. Tamam, parti bu dilin siyasal sözcülüğünü yapacak, propagandasını yapacak, insanları mobilize edecek ama bu öğretmenin de, mühendisinin de, doktorun da, sokaktaki işçinin de işi. Evdeki annenin de işi, babanın da işi, kardeşinin de işi, herkesin işi. Ama şimdi Kürtler ne kadar dert edinip, ne kadar bütün bu kaynaklarını mobilize edebiliyorlar? Kürtler siyasal alana yatırdıkları kaynakların yarısını bu alana yapsalar çok daha büyük bir değişim olacak. İkincisi, Kürtlerin bugün herkesin izleyebildiği iyi bir televizyonu yok. Bütün dünyaya hitap edebilen yabancı dilde yazılı bir günlük ya da haftalık, aylık bir mecrası yok. Bu tek başına siyasi aktörlerin işi değil. Kürt sermayesi bu kadar zayıf değil. Diyarbakır'da gezdiğiniz zaman devasa bir sermaye var ama bu sermaye Kürt diline ne kadar akıyor? Bunu devletin baskısıyla ilişkilendirmek mümkün. Sonuçta Kürtlük kriminalize olan bir alan. Biraz da bu yüzden sermaye Kürtçe bir sözlüğe bile para yatırmak istemiyor. Çünkü fişlenmekten korkuyor. Halbuki Kürtçe sermayenin de dili. Kürtçeyi savunmak ve yaşatmak onun için de bir siyasal çatışma, 
müzakere ve mücadele meselesi olmalı. Öte yandan diasporayı düşünüyorum. Yüzden fazla ülkede Kürt diasporası var. Bugün Filistin meselesinin konuşulduğunun onda biri kadar Kürtler konuşulmuyor. Rojava denklemi biraz değiştirdi belki ama Rojava'ya kadar geçen
yılları bir düşünün. Ben 2009'dan 2013'e kadar Fransa'da kaldım. Filistin meselesi yüz defa konuşuluyorsa Fransa medyasında, Kürt meselesi bir defa konuşuluyordu. Oysa 200 bine yakın Kürt var Fransa'da. Burada Kürt aklında bir sorun var görebildiğim. Buna Kürt bir akademisyen olarak kendimi de katarak söylüyorum. Kaynakları mobilize etmek için kafa yorma, akıl yormanın artması lazım. 

Neden yok?

Bu biraz zor bir soru. İlk aklıma gelenleri söyleyeyim. Bunun en temel nedeni iç çatışmaları yönetecek kurumsal geleneklerden ve yapılardan yoksunlar. Birakûjî (kardeş katli) örneği üzerinden bunu açıklayabilirim. Kürtler uzun süre birbirlerini öldürdüler. Bu defter bir bütün olarak kapanmış değil. Kendi kardeşinin büyümesinden keyif alan geleneğimiz yok denecek kadar az. Aile şirketlerine baktığında ikinci, üçüncü kuşak yok Kürtlerde. Bu kurumsallaşmanın olmadığı anlamına geliyor. Kürtlerin yönetim deneyiminin yokluğu da bunda rol oynuyor. Kriz anlarında bu krizleri çözecek yüksek otorite kaynaklarından yoksun bu halk. Bir diğer mesele, Kürt siyasal mücadelesi 60'lardan sonra yeniden canlandı. Kürtler 60'lara kadar kurumlarından yoksun bırakıldılar. Var olanlar hep kırıldı, bastırıldı, yok edildi. 60'tan sonraki Kürt muhalefet geleneğine baktığımızda da bu birikim yok. Daha uç bir örnek vereyim. Örneğin Türkiye sahasında devlet şiddeti var, izin vermedi kurumsallaşmaya ama Avrupa'da da yok. Diasporada bugün Kürtlerin referans olarak kullandığı kaç tane kurumu var? İster kültür sahasına, ister medya sahasına, ister ekonomik sahaya bakalım. Var mı 60 yıllık, 70 yıllık bir tane şirketimiz? Paris, Berlin, Washington merkezi bir
tane firmamız yok. Burada tek başına Kürtlere yüklenmeyelim. Devletler de Kürt meselesini hep şiddet zemine çektiler. Diyarbakır cezaevi bunun en sembolik ifadesidir. 

'SEMBOLİK BİR ADIM OLARAK ADA'NIN YOLU AÇILABİLİR'

Normalleşme ile ilgili konuşurken hasta tutsakların serbest bırakılmasının bir işaret olabileceğini söylediniz. Aylardır ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmeyen Abdullah Öcalan ile bir görüşmenin sağlanması da bu işaretlerden biri olabilir mi?

Öcalan ailesi ya da avukatlarıyla görüşebilirse ve oradan küçücük bir mesaj gelirse sembolik bir adım olabilir. Ama burada biraz bağlamı genişleteyim. Ben barıştan çözüme değil, çözümden barışa gideceğimizi düşünüyorum. Kürtler 'bu mesele nasıl çözülür'ü konuştukça, buradan kendi sokağında bir rıza, bir konsensüs ürettikçe ve bunu Ankara'ya taşıyabildikleri ölçüde Kürt barışının önünü açabilirler. Sembolik bir adım olarak Ada'nın yolu açılabilir. Oradan bir haber gelirse bu sokakta bir umut yaratır. Çözümü konuşmanın zemini güçlenir. O zaman insanlarda 'boşuna konuşmayacağız' diye bir umut doğabilir. Ama ben ana hattın barıştan değil, çözümden geçtiğini düşünüyorum açıkçası. 

Aslında Diyarbakır'da sivil toplum örgütleri son dönem Kürt meselesi ile ilgili epey konferans, panel düzenledi. Kürtler, Kürt meselesi nasıl çözülür diye kafa yoruyor ve taleplerini de dile getiriyorlar. Ancak bu çaba, hiç değilse şimdilik, pek bir karşılık görmedi gibi geliyor bana. Esas sorun Diyarbakır'da konuşulanların Ankara'da tartışılmıyor olması sanki?

Haklısın, çözümün olabilmesi için Ankara'yla konuşmak, Ankara'yla konuşmanın zeminlerini genişletmek lazım. Ankara'dan kastettiğim hem muhalefet hem iktidar bloku. Mesela Kürtlerin zaten Ankara'da, İstanbul'da, İzmir'de, Antalya'da konuşma kapasiteleri güçlü. Buradan sana destek verebilirim. Hatta bir adım öteye gideyim. DEM Parti'nin tek bir coğrafyası yok. Fırat'ın doğusu var, Kürt coğrafyası var. 20 tane ili var burada. Burada hegemonik siyasi güçlerden biri. Ama 12 metropolden aldığı oy toplamı 20 ilden daha fazla. Aslında seçmenin yarısı metropollerde yaşıyor ve burada yaşayan Kürtler de meseleyi çatışma zemininden tartışma ve çözüm zeminine taşımada katkıda bulunabilirler. Bu iş bir şekilde çözüme kavuşacaksa nihayetinde anayasal düzleme taşınacak ve bu müzakere etmeden, konuşmadan olmaz. Kürtlerin bu konuşma kanallarını zorlaması lazım. Bu konuşma kanalları sadece DEM Parti, AK Parti ya da CHP değil. Bunun birçok katmanı var ve bütün bu katmanlarda çok fazla aktör var. Burada bu aktörler kümesinin bir akarsu olarak akmasını sağlayacak bir Kürt siyasal aklına ihtiyaç var. 

'MİLLİ VE YERLİ ANAYASADA KÜRTLERE YER YOK'

Yeni bir anayasa için siyasi partiler arasında görüşmeler yapılıyor. Bu arada Cumhurbaşkanı danışmanı Mehmet Uçum, Kobanê Davası'nda verilen cezalarla ilgili yaptığı paylaşımda 'milli ve yerli' yargıdan söz etti. Bu, hükümetin hazırlama aşamasında olduğunu tahmin ettiğimiz yeni anayasada Kürtlerin lehine yine bir şey bulunmadığı anlamına mı geliyor?

Mehmet Uçum'un yaptığı paylaşım önemliydi. Milli yargı diyordu. O millinin altını bir daha çizelim. O millilik şu anki çerçevede Kürtleri kapsayan bir millilik değil. O milliliği Kürtler ve Türkler yeniden kuracaklar. Çok millilik gibi ya da çok ulusluluk gibi bir seçenek yaratacaklar. Şimdi DEM Parti'ye Türkiye solundan, Kürt olmayan solculardan büyük katkı var. Feminist hareketlerinden, Müslüman demokratlardan ciddi bir katkı var. Kobanê Davası'nda alınan cezaların birinci nedeni oradaki aktörlerin Kürt ve Kürt partisinden olmasından dolayıdır. Zaten hikayenin çıkış noktası da Kobanê meselesiydi. Dolayısıyla o millilik vurgusu boşuna değil. Bütün o millilik ve yerlilik Kürt çatışması üzerine inşa olmuş durumda. Kürtler ve Türkler, millilik ve yerlilik kavramlarını Kürt barışı üzerinden kurmalılar. Bu siyasette mümkün olan bir seçenek. Ama bütün bu hikaye içerisinde benim görebildiğim, Ankara o milliliğe Kürtleri dahil etmiyor şimdilik.

'KÜRTLER PARTİLERİNİ AYAKTA TUTUYOR'

Son soru yerel seçimlerle ilgili olsun. Kürtler belediyelerde kayyım istemediklerini net bir şekilde bir kez daha gösterdiler. Bu tutumun siyasette ısrar anlamına geldiğini de düşünüyorum. Bunu DEM Parti'nin kimi yetersizliklerine rağmen yaptılar. Siz ne dersiniz?

Partilerini Kürtler ayakta tutuyor. DEM Parti'nin beklediğimiz oranda bir gücü yoktu bence bu son yerel seçimlerde. Partiye rağmen insanlar sandığa gittiler ve oylarını DEM Partili adaylara verdiler.

Bunu nasıl yorumlamak lazım? Kürtler sadece belediye başkanı mı istedi? 

Bütün bu tablo içinde, Demirtaş’ın mealen ‘devletin gözünde siyaset yapanlar dağa çıkanlardan daha tehlikeli’ sözü önemli. Hatırlarsınız, Mehmet Ağar, ovada siyaset yapmanın imkanlarını yaratmazsak dağın yolu kapanmaz, demişti. Şimdi baktığımızda devlet ovanın yolunu genişletiyor mu? Genişletmiyor. Bu çok belli. Kobanê Davası bunun son örneği. Sahaya baktığımızda hep sürdürülebilir bir kriz olarak tutuldu Kürt meselesi. Çünkü Ankara'da otoriter bir yönetim inşa etmek istiyorsanız Kürt meselesi gibi bir kaynağa ihtiyacınız var. Kurulan Kürt partilerinin HEP'ten bu yana ortalama ömrü 3 yıl. Devlet 3 yılda bir bu partileri kapatıyor. 300-500 siyasetçiye yasak getiriyor. Seçime girebilecek bir parti kurmak, Türkiye'de 300 birim kurmak demek. Yani 3 yılda bir sicili temiz 3 bin insanı yönetici olarak bulup seçime girecek parti kurmanız gerekiyor. Tablo bu. Öte yandan Kürt siyasetinin performansına baktığınızda, bütün bu devlet şiddetinin yanı sıra bütün bu meselelerde çok da iyi işleyen bir siyasal akıl yok açıkçası. Burada çok ciddi bir performans krizi var. Ama bütün bunlara rağmen Kürt sokağı nasıl ayakta kalıyor? Ben hep Newroz mitingini örnek veriyorum. Son 8 yıldır devasa bir kriz var Kürt siyasetinde ve 5-6 bin kişinin bir araya geldiği eylem neredeyse hiç olmadı. Ama Newrozlar hep devam etti. Bunu devletle konuşma çabasını, Kürt meselesinin tarihsel hikayesinde pozisyon almak olarak görüyorum. Kürtler bir hak mücadelesi yürütüyorlar. Ve bu hak mücadelesinde 'ben buradayım' deme günü seçimler. Peki, partinin performansına, devlet şiddetine rağmen Kürtler partisine neden bu kadar oy veriyor? Kürtlerin bir tecrübesi var ve bu tecrübeden dolayı Kürtler silah meselesini kapatmak istiyorlar. Çatışma meselesini gündemlerinden çıkarmak istiyorlar. Diyarbakır zindanından 90'lardaki köy yakmalara, kıyımlara varan deneyimleri var. Silahla, şiddetle girebilecekleri yolların maliyeti çok yüksek ve sonu belirsiz. Dolayısıyla maliyetin daha düşük olduğu, getirinin biraz daha yüksek olduğu barış seçeneğine yönelmek dışında bir yol görmüyorlar. Kürtler ovaya yatırım yapıyorlar. DEM Parti'nin performansına, devletin şiddetine, Kobanê Davası'ndaki cezalara, meseleyi şiddet zeminine çekme girişimlerine rağmen sokağın siyasal aktörlerin yanında durması, siyasi aktörleri sahada tutmasının temel nedeni bence bu. İnsanlar ovaya yatırım yapıyorlar çünkü bu işin ovada çözüleceğini biliyorlar. 

Van'daki protestoları da bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? 

Esasında öyle tabii ki. Orada kurumlar da var ama esasında daha çok sıradan insanların sokağa döküldüğü bir eylem oldu. Van'daki eylemin şöyle bir sembolik anlamı da var. Newroz dışında insanların kitlesel olarak sokağa çıktığı başka bir eylem yok. Van onu kırdı. Yani 8 yıldır Kürt sokağı biraz arafta, demoralize, demobilize olmuş durumda. Siyasal çağrılara pek bir cevap vermiyor. Şunu fark ettiler, Van'da kayyımın önü alınmazsa kayyımlar adım adım her tarafa atanacak ve bir beş yıl daha kaybedecekler. Bu 8 yıllık arafta olma halinin insanlarda yarattığı bir bıkkınlık hali var. Bir değişim arzusu var. Van bu arzunun sınandığı güne dönüştü ve bence insanlar bu mesajı aldılar. Tam da bahsettiğim gibi çözüme yatırım yaptılar.