Cuma Çiçek: Türkiye’nin geleceği Kürt dalgasına bağlı
Akademisyen Cuma Çiçek’e göre Türkiye’deki kutuplaşma ideolojik temelli görünse de, arkasında ciddi bir paylaşım mücadelesi yatıyor. Devletin üç temel krizle karşı karşıya olduğunu düşünen Çiçek, bu üç krizi şöyle özetliyor: Kemalistlerin egemenliklerini yitirişi, 15 Temmuz’la birlikte İslamcı cenahtaki yarılma ve Irak, Suriye ile Türkiye’de yükselen Kürt dalgası. Çiçek’e göre Türkiye’nin geleceğini, yükselen Kürt dalgasına vereceği yanıt belirleyecek.
20 Ocak’ta başlayıp 57 gün devam eden kuşatma sonucu cihatçı
grupların desteğiyle Efrîn’i ele geçiren Türkiye’nin zafer havası
yaşadığı ortamda Kürtlerin Newroz’u ne kadar kitlesellikle
kutlayacağı merak konusuydu. Böylece Efrîn’in düşüşünün Türkiyeli
Kürtler üzerindeki etkisine dair çıkarsama yapmak mümkün olacaktı.
Nitekim başta Diyarbakır olmak üzere çok sayıda merkezde, tüm
kısıtlamalara rağmen Kürtler bir araya geldi.
Türkiye’nin Efrîn’den sonra Münbiç’e ve oradan Rojava’nın
doğusuna doğru ilerleme planının seyrinin ne olacağını şimdilik
bilmiyoruz; ama bu planın Kürt sorununu derinleştireceğine kuşku
yok. 2019 seçimleri öncesinde ülkeye milliyetçi-İslâmcı söylem
hâkim olurken, hükümetin Kürt sorunuyla ilgili yaklaşımı Başbakan
Binali Yıldırım’ın “çözüm yok” ifadesiyle bir kez daha ortaya
kondu. Peki çözüm yoksa ne var? Artık öngörülemez denilen
Türkiye’nin önünde ne tür seçenekler var? Dahası, Kürtleri nasıl
bir gelecek bekliyor?
Geçtiğimiz hafta İletişim Yayınları’ndan “Süreç" Kürt
Çatışması ve Çözüm Arayışları adıyla yeni kitabını
yayınlayan akademisyen Cuma Çiçek’e kulak veriyoruz…
Katılımın geçen yıllara oranla düşük olduğu söylenen bu
seneki Diyarbakır Newroz kutlamalarını siz de izlediniz. Alandaki
izlenimler neler?
Aslında geçen seneye göre daha kalabalık bir kitle vardı. Bu da
Kürt hareketi açısından bir sürekliliğin olduğunu gösteriyor. Bunca
olanlara rağmen Kürt hareketi hâlâ kitleleri mobilize edebiliyor.
Hatta hareketten bağımsız olarak da Kürt sokağının belli bir ritim,
süreklilik kazandığı söylenebilir. İnişler, çıkışlar olsa da Kürt
muhalefeti kendisini devam ettirme becerisini gösteriyor. Çünkü
Kürt sokağı dönüşmüş durumda.
Dönüşümden kastınız ne?
HDP çağırmasa da insanlar o meydana gelecekti. Halkta siyasi
aktörlerin pozisyonundan öteye bir dönüşüm var ve bu dönüşüm
kalıcı.
Bu tespiti neye dayandırıyorsunuz?
Türk, Arap veya Fars olmadıkları konusunda Kürtler arasında
artık bir konsensüs var. Bu Ak Parti’ye oy veren Kürtler açısından
da geçerli, Hüda-Par için de. Formları veya yaklaşımları farklı da
olsa tüm Kürtler, Türklerle, Araplarla, Farslarla eşit bir halk
olarak yaşama talebindeler. Bulundukları ülkenin siyasi yönetimine
bağımsızlık, federasyon veya ademimerkeziyetçi yönetim biçimiyle mi
katılacakları konusunda, siyasi aktörler üzerinden farklılıklar
gösteriyor olabilirler. Fakat tarihsel bir haksızlık yaşadıkları,
bulundukları ülkenin siyasi yönetime katılma ve kendi kendilerini
yönetme konusunda mutabıklar. Bu açıdan Türkiye’nin iç meselesi
olan Kürt sorunu, çoğu Kürt için bugün sınırı aşan bir Kürdistan
sorununa dönüştü.
Cuma Çiçek
KÜRTLER DÜŞÜNCE VE ÇIKARLAR DÜZEYİNDE BİRLEŞMİŞ
DURUMDA
Ne zaman başladı bu dönüşüm?
İki dalgadan söz edebiliriz. İlki 2003-2005 arası ABD’nin Irak
müdahalesi ve Kürdistan bölgesinin inşasıydı. İkinci dalga ise
Rojava oldu. Bu iki dalga sadece siyasi aktörleri değil, sokaktaki
herhangi bir Kürdü de etkiledi ve aralarındaki etkileşimi artırdı.
HDP’yi bir kenara bırakalım; Hüda-Par bile Kutlu Doğum Haftası
kapsamındaki etkinliğe Irak Kürdistan bölgesindeki İslamcı
partileri çağırıyor mesela. Diyarbakır’daki bir Kürt, Irak
Kürdistan Bölgesindeki TV kanallarını izliyor, oradaki gelişmeleri
takip ediyor. Netice itibariyle son on beş yılda Kürt sahası
Türkiye’yi aşarak sınır ötesi bir Kürdistan meselesi halini aldı.
Bu etkileşim HDP’li Kürtten Hüda-Par’lı, Ak Parti’li Kürde kadar
kapsayıcı olabiliyor. Kürtler geçmişte olmadığı kadar diğer
parçalardaki Kürtlerle ilgili gelişmelere ilgi duyuyor. Bu ilgi çok
sayıda gencin kalkıp Kobanê’ye gitmesi gibi somut olarak da tezahür
ediyor. Hem kültürel, hem siyasi bağlar hem de son yıllarda yaşanan
dönüşümler dolayısıyla herhangi bir parçada yaşanan gelişme,
insanları doğrudan etkiliyor. Bana sorarsanız Kürt sahasındaki bu
sosyolojik dönüşüm tamamlandı ve dört farklı siyasal egemenliğin
altında yaşayan Kürtler tek bir ulus oldukları konusunda düşünsel
konsensüse vardılar.
Bu konsensüs, Kürtlerin uluslaşma sürecinin hangi
aşamasına tekabül ediyor?
Kolektif bir eylemi üç ana mesele belirler: Düşünceler, çıkarlar
ve kurumlar. Bu üç ana husus birleştiğinde Kürtler bir bütün olarak
uluslaşma süreçlerini tamamlayacaklar. Kürtler düşünce ve çıkarlar
düzeyinde birleşmiş durumdalar. Ne var ki Kürt siyasi
hareketlerinin Rojava’da da Irak Kürdistan Bölgesi’nde de
Türkiye’de de ortak kurumlar inşa etme becerisi oldukça
sınırlı.
Kurumlardan kastınız ne?
Sadece formel yapıları değil, bundan öteye sahada hem bireylerin
hem de grupların eylemlerini belirleyen kabul edilmiş kuralları
kastediyorum. Bu ortak kural veya kurumları oluşturma kapasitesi
Kürt aktörlerin tamamında zayıf. Irak Kürdistan Bölgesi’ne
baktığımızda, 25 yıllık bir yönetim deneyimi olmasına rağmen iki
ayrı bölgede iki ayrı Peşmerge gücü, iki ayrı asayiş, iki ayrı
yönetim görüyoruz mesela. Aynı ayrışma Türkiye’de de var, Rojava’da
da. Ama bu seneki Diyarbakır Newroz’unda bu açıdan çok dikkat
çekici bir gelişme yaşandı.
HDP dışı siyasi parti temsilcilerinin de sahneye çıkıp
konuşması mı?
Tabii, ilk defa Hak-Par, Özgürlük ve Sosyalizm Partisi gibi Kürt
siyasi partilerinin temsilcileri Newroz’da kürsüye çıkarak
konuştular. Bence bu seneki Newroz’u ilginç kılan en önemli
unsurlardan biri buydu. Afrin’in kaybedilmesi, Rojava’da
uluslararası güçlerin ortaya koyduğu tutumlar, Türkiye’deki mevcut
durum, düşünce ve çıkar ortaklığına ilave olarak Kürt siyasi
aktörlerinin ortak kurumlar inşa etmesi sürecini tetikleyebilir mi?
HDP dışı siyasi partilerin de Newroz sahnesinde söz alması bunun
bir işareti mi? Bunu ileride göreceğiz.
Kürt siyasi hareketlerinin ortak kural veya kurum inşa
etme kapasitesi neden düşük?
Türkiye’de olduğu kadar Rojava ve Irak Kürdistan Bölgesinde de
Kürt siyasi hareketleri grup eksenli çıkarlarını, politik-ideolojik
önceliklerini ortak mutabakata dair meselelerin önünde tutuyor. Bu
HDP için de YNK, Goran, PDK veya PKK için de geçerli. Kürt siyasi
hareketlerinin ortak kurallar inşa etme becerisi, Kürt sokağının
çok gerisinde.
AFRİN OPERASYONU KÜRTLERDE YENİ BİR MOBİLİZASYONA YOL
AÇTI
Kürdistan referandumunun başta Kerkük olmak üzere önemli
bölge ve mevzilerin kaybıyla sonuçlanması, Afrin’in Türkiye
tarafından ele geçirilmesi Kürtlerin bir araya gelme duygusunu
perçinledi mi sizce?
AK Parti yönetimindeki Türkiye, Afrin’de askeri bir zafer elde
etti. Peki Türkiye siyasal açıdan kazandı mı? Geçmişte de Kürtler
belli vak’alar karşısında sokaklara dökülürdü ama Afrin’le birlikte
ta Kanada’ya kadar, daha önce hiç sokağa çıkmayan Kürtler de
mobilize oldu. Bu mobilizasyonun bütün Kürt hareketlerine
kazandırdığı yeni bir enerji var. Oysa Kürt hareketi kent
çatışmaları üzerine kendi kitlesiyle ciddi bir güven krizi yaşamaya
başlamıştı. Fakat Afrin operasyonu bu krizi geride bıraktı ve
İtalya’dan Kanada’ya kadar, dünyanın her yerindeki Kürtlerde yeni
bir mobilizasyona yol açtı. Irak Kürdistanı’ndaki insanların başka
bir parçadaki vak’a için sokağa çıktığı örnekler istisnaidir. Fakat
Afrin için onlar da sokağa çıktı, Süleymaniye’de üç günlük yas ilan
edildi. Bunlar geçmişte olmayan şeylerdi.
Efrîn’in ele geçirilmesi Türkiyeli Kürtler üzerinde
nasıl bir tesir yarattı?
HDP iki yıldır neredeyse hiçbir faaliyet yürütemiyor. Eş
başkanları, milletvekilleri, 6 ila 8 bin arasında mensubu
tutuklandı, Kürt medyası tamamen kapatıldı. Kent çatışmalarının
sonuçlarına da bakıldığında, ortada bir gerileme olduğu
söylenebilir. Fakat dikkat çekici olan şu ki, tüm bunlar HDP’yi oy
kaybına uğratmıyor. Bakın, devletin güç kaynağı iki temel unsura
dayanır. İlki şiddettir. Devlet, Weber’in söylediği üzere meşru
şiddet tekelini elinde bulundurur ve polisiyle, askeriyle,
yargısıyla, hapishanesiyle bunu kullanır. Devletin ikinci güç
kaynağı ise rızadır. Devlet rıza üretir. İyi ve gerekli olduğunu
insanlara kültürle, dille, dinle, şehircilikle, iyi bir eğitimle,
iyi bir sağlık hizmetiyle anlatır. Özünde devletler rıza ve
şiddetin birleşiminden oluşur. Rıza üretme kapasitesi genişledikçe
devletler sopaya, şiddete daha az ihtiyaç duyar. Fakat şiddetin
artması bir açıdan rıza üretme kapasitesinin azaldığını gösterir.
Gerçi Pierre Bourdieu, insanlar rıza göstermezse, devlet sopa da
kullanamaz diyor. Netice itibariyle rıza, bir devletin, bir
sosyo-politik sistemin veya hareketin devamının veya kitleleri
yönetebilme becerisinin ana göstergesidir. Dolayısıyla HDP’nin
herhangi bir faaliyet yürütememesine rağmen oy kaybetmemesini, Kürt
sokağındaki canlılığı bu çerçevede okuyabiliriz. Devletin şiddeti,
Kürtlerdeki rızayı azaltıyor. Daha da ötesi bir karşı-rıza
üretiyor.
DEVLET FARKINDA OLMADAN KÜRT COĞRAFYASININ SINIRLARINI
İNŞA ETTİ
Karşı-rızadan kastınız ne?
Devletin yıkıcı güçleri bazen kurucu olarak da işlev
görebiliyor. Sosyo-ekonomik alandan örnek verecek olursak, Kürt
coğrafyası 80-90 yıllık bir geri bırakılmayla karşı karşıya. Bunu
bütün sosyo-ekonomik haritalar ortaya koyarken, aslında başka bir
haritayı daha gösterir bize: 2012 Teşvik Yasası’na göre en geri
kalmış, en fazla teşviğe ihtiyaç duyan 6’ıncı bölgenin 15 ilinde
HDP ya birinci ya da ikinci parti. Kürt coğrafyasının
sosyo-ekonomik haritasıyla kimlik haritası büyük oranda çakışıyor.
Yani devlet, 80-90 yıllık ekonomi politikasıyla, farkında olmadan
bugün kültürel ve siyasal haritalarla uyuşan bir sosyo-ekonomik
harita da yarattı ve farkında olmadan Kürt coğrafyasının
sınırlarını inşa etti.
Kayyımlar üzerinden belediyelere el konması, çeşitli
bölgelerin yıkılıp yeniden inşası ne tür sonuçlar
yarattı?
Türkiye’de iki farklı Kürtlük var. Biri, temsiliyetini HDP’de
bulan seküler, sol mirasa dayanan, toplumsal cinsiyet gibi
sorunları olan bir Kürtlük. Fakat 2000’li yıllardan itibaren ikinci
bir Kürtlük inşa olmaya başladı. İslâmî-muhafazakâr ve biraz da
liberal bir Kürtlük bu. Bu da temsilini büyük oranda AK Parti’de
buluyor. Öte yandan Hüda-Par’dan birçok İslami-muhafazakar gruba
kadar farklı kesimleri de kapsıyor. Bu iki Kürtlük de belli
başlıklarda aynı taleplere sahip. Örneğin anadilde eğitimde,
Kürtlerin kendilerini yönetmesi gerektiği fikrinde ortaklaşıyorlar.
Kayyım, bu her iki kesim için de rahatsız edici. Çünkü kayyım
uygulamasının siyasi iradenin gaspı anlamına geldiğini her iki
kesim de biliyor. Kayyım uygulamasını kent çatışmalarına
bağlayabilirsiniz ama böyle bir çatışmanın olmadığı Mardin’de Ahmet
Türk’ü, Ağrı’da Sırrı Sakık’ı, Van’da Bekir Kaya’yı görevden almayı
izah edemezsiniz. Seçilmiş iradeye el koyup yerine Ankara’dan memur
atamak, Kürt meselesinin temeli zaten. HDP’nin temsil ettiği cenah,
kayyım ne kadar iyi iş yaparsa yapsın, kendi seçtiği kişi görevden
alınmış olduğu için kayyıma net olarak tepkili. İkinci Kürtlükte de
benzer bir tepki var. Ak Parti’ye oy verip de kayyım uygulamasını
destekleyen Kürt nadirdir. Elbette her iki Kürtlük arasında bir
rekabet de var. Ama rekabetin dayandığı temel nokta Kürt bölgesinin
sol-seküler referanslı mı yoksa muhafazakâr-İslamcı referanslı mı
olacağına dayanıyor. Bu kutuplaşma Türkiye’nin batısında da var.
Keza, kadınların mobilizasyonu ve toplumsal cinsiyet eşitliği Kürt
bölgesinde çok kurucu bir öğe. İslâmî cenah bunu ciddi bir risk
olarak görüyor. Muhafazakâr Kürtlerin kayyıma kısmi rızası esasında
bu çatışma alanlarına dayanıyor. Öte yandan Selahattin Demirtaş’ın
cumhurbaşkanı adayı olmasıyla beraber, Kürt hareketinin yüzde
6’lardan yüzde 13 bandına sıçramasının ana kaynağı bahsettiğim
“İkinci Kürtlüktü”. Bu Kürtlük 2003 Irak işgalinden bu yana,
jeopolitik bağlamda dipten gelen bir dalgadan besleniyor. Tezimi
yazarken çok sayıda İslamcı STK’yla görüştüm ve farkettim ki,
Barzani bunların çoğu için bir sembol. Temsiliyetlerini HDP’de
bulamayınca, yine bir Kürdü, Barzani’yi kaynak olarak seçiyorlar.
Yoksa Barzani’yi çok tanıdıklarından, bildiklerinden değil.
Peki bu kesimler neden Demirtaş’a, HDP’ye oy
verdi?
HDP’ye oy verenlerin yüzde 4 ila 5’ini muhafazakâr Kürtler
oluşturdu. Çoğu insan Türkiyelileşmeyi, Kürtlükten uzaklaşma olarak
okudu. Oysa HDP barışma, dolayısıyla Kürtlerin Ankara’yla,
İstanbul’la geleceklerini kurgulama projesiydi. HDP Kürtlükten
vazgeçmek değil, barış ve entegrasyon demekti. Nitekim HDP’nin
oylarının yarısı belli on metropolden ve politik olmayan Kürt
bölgesinden, yani Elazığ, Adıyaman, Antep gibi çeper illerden
geldi. İstanbul veya Ankara’daki Kürtler zaten entegre oldukları
için ve HDP buna uygun siyaset ürettiği için oy verdiler. Çünkü
oralarda Kürt olarak yaşayabilmek istiyorlardı. HDP barış ve
entegrasyon siyasetiyle bu farklı kesimlerle konuşabilme becerisi
sergiledi.
Türkiye’nin batısında AKP-MHP-İYİ Parti ile kısmen
CHP’de temsilini bulan Türkçü-İslamcı ortaklaşma, Kürtlerin farklı
ideolojik motivasyonlara rağmen geliştirmeye başladıkları
ortaklaşma duygusundan mı etkileniyor?
Türkiye’de üç ana blok var. Bir bloğu Kürtler oluştururken
seküler-muhafazakâr sağ siyaset CHP’de, İslâmî-muhafazakâr sağ
siyaset AK Parti-MHP’de iki ayrı blok oluşturuyor. Kemalist blokla
İslâmcı- muhafazakâr blok arasındaki çatışma 2010 referandumunda
yeni bir boyut kazandı. O tarihten itibaren muhalefet ilişkisi
düşmanlık ilişkisine doğru kaydı. AK Parti’nin 2010 referandumuyla
birlikte devlet yönetiminde kritik eşiği aşması Kemalist elitte
“cumhuriyetin elden gitmesi” korkusu olarak yorumlandı.
Kemalistler, yüz yıldır inşa edilmiş tüm imtiyaz ve olanaklarını
kademeli olarak kaybetmeye başladı. Bu, bizi bugünlere getiren
devlet içindeki krizlerin ilkiydi. İkinci kriz, AK Parti-Cemaat
çatışmasıyla İslami-muhafazakâr blokta gerçekleşti. Devlet
açısından üçüncü kriz ise Rojava’da ortaya çıkan yeni denklemle,
yahut 2003’te Irak Kürdistan Bölgesi’nden sonra yaşanan ikinci
jeopolitik kırılmayla oldu. Böylece Türkiye bir “Kürdistan
kriziyle” karşı karşıya kaldı ve bu kriz, üç ana bloğun şimdiki
pozisyonlarını doğrudan etkiledi. Bunun da Türk sokağına doğrudan
etkisi oldu.
15 TEMMUZ’DA İSLAMÎ BLOK BİR KANADINI
KAYBETTİ
Kemalistlerin imtiyazlarını kaybetmeye başlamasına
dayanan kriz, AKP-Cemaat çatışmasıyla İslamcı blokta yaşanan kriz
ve bu iki bloğun da Rojava’daki gelişmelere dayanan ortak krizinin
Türkiye’nin geleceğini hangi yönde belirleyeceğini
düşünüyorsunuz?
Bir kere her üç kriz de devam ediyor. 16 Nisan referandumunun
sonuçları CHP’de temsilini bulan blokta yeni bir enerji yarattı ve
bu enerji önümüzdeki seçimlere kadar işlevsel olacak. Öte yandan
İslâmî blokta yaşanan kriz de devam ediyor. 15 Temmuz’a sadece
cemaat meselesi olarak değil, İslâmî blokun yediği bir darbe,
yarılma olarak da bakılabilir. Bloğun darbeye girişen kanadı,
devlet içindeki elli yıllık mevzilerini, insani ve bürokratik
kaynaklarını altı ayda kaybederken aslında İslamî bloğun kendisi de
bir kanadını kaybetti. Kadroları olmayan AK Parti, bunu ikame etmek
için milliyetçilere alan açarken, Gülencilerden boşalan yerleri
doldurmak için sayısız cemaat de birbiriyle rekabet ediyor. Öte
yandan Rojava bölgesi Suriye’nin aşağılarına, kaynak açısından
zengin bölgelere, Deyrezor’a kadar kaydı. Kürtler ABD’yle doğrudan
ilişki kurdu. Askeri olarak 70 binlik bir güçleri olduğu
söyleniyor. Türkiye açısından bu kriz de devam ediyor.
Az önceki soruya geri dönelim: Bu krizlerin Türkiye
toplumu üzerindeki etkisi ne olacak?
Seküler-muhafazakâr sağ blokla İslâmî-muhafaza sağ blok
arasındaki rekabet ve çatışma “Türk sokağını” doğrudan etkiliyor
zaten. Fakat bu iki bloğun paylaştığı Türk milliyetçiliği,
Kürdistan kriziyle karşı karşıya. Son beş yıla baktığımızda,
Türkiye’de büyümüş bir Kürt hareketi, Suriye’de üç-beş yılda hızla
genişleyen, ABD, Rusya ve Şam’la konuşabilen, 70 bine yakın askeri
gücü olan devasa bir yapı var. Kürdistan Bölgesi’ndeki referandum
sonrasında bazı alanlar kaybedildi ama son kertede bir sandık
kuruldu ve Kürtler bağımsızlık yönünde oy kullandı. Bunun orta-uzun
vadede yaratacağı meşruiyet Kürtler açısından hâlâ bir kaynak
olarak ortada duruyor. “Türk sokağı” tüm bu gelişmeleri büyük bir
tehdit olarak okuyor ve bunun üzerinden mobilize oluyor. AK
Parti-MHP ittifakının dinamiğini de bu sağlıyor. Keza CHP’nin yüzde
50’yi aşmak için ittifak kurabileceği tek güç HDP’yken, yan yana
görünmekten bile kaçınması da bu milliyetçi mobilizasyonun etkisine
dayanıyor. Oysa aslında Kemalistlerin kayıplarının temel nedeni,
geçmişte Kürt meselesine ilişkin aldığı tutuma dayanıyor. Kürt
meselesini sürekli öteleyen Kemalist elit, tam da bu yüzden tüm
iktidarını kaybederken, demokrasiyi de tüm Türkiye kaybetti.
Bahsettiğiniz üç ana krizin, devleti ve toplumu
rasyonalitenin dışına sürüklediği, hatta toplumu çökertmeye
başladığı tespitine katılıyor musunuz?
Siyaset, farklı sınıfsal, toplumsal çıkarlara sahip grupların
rekabet ve çatışma alanıdır. Toplum olabilmek için bu rekabetin
düşmanlık ilişkisinden ziyade muhalefet ilişkisi bağlamında sürmesi
lazım. Türkiye’de bu açıdan bir sorun olduğu açık. Fakat “Kürdistan
krizinin” yükselmesinin, Ortadoğu’da bir Kürt dalgasının varlığının
Türkiye’deki üç ana akımın temsilcisi AK Parti, CHP ve MHP’ye hakim
olan ortak milliyetçi bloklar tarafından risk olarak okunması
rasyonel görünüyor. Keza bu bağlamda toplumsal ve siyasal
kutuplaşmanın derinleşmesi de irrasyonel değil. Unutmamalıyız ki
insanlar, siyaset kurumunun toplumsal, ekonomik, sosyal, kültürel
çıkarların, sermayelerin paylaşıldığı bir alan olduğunu biliyor.
Kutuplaşmanın, sert kavganın, düşmanlaşmanın kaynağını da bu
paylaşım rekabeti oluşturuyor ki, bu da irrasyonel değil.
İrrasyonel olan, bu bloklar arasındaki muhalefetin, siyasal
kimliklerin mücadelesinin düşmanlık ilişkisine kayması ve ekonomi,
eğitim, sağlık gibi herkesi ilgilendiren sorunların artık
konuşulmaması.
TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNİ YÜKSELEN KÜRT DALGASINA YANITI
BELİRLEYECEK
“İnsanlar siyaset kurumunun sermayelerin paylaşıldığı
bir alan olduğunu biliyor” diyorsunuz ama kutuplaşma neden daha
ziyade ideolojik motivasyonlar üzerinden yaşanıyor?
Ortalama bir vatandaş çocuğuna iş bulmak istiyorsa, güçlüye
yakınlaşmak zorunda olduğunu bilir. Dolayısıyla kimlik etrafındaki
kutuplaşmanın kaynağı sadece kimlik değil. Kemalist cenah sadece
sekülarizmi değil aynı zamanda ekonomik olanaklarını da kaybettiği
için kriz yaşıyor. Onların kaybedişleri üzerine yeni bir ekonomik,
kültürel, siyasal, akademik elit, yeni bir orta sınıf, yeni bir
burjuvazi kazanıyor. Bu kayıplar ve kazançlar siyaset kurumu
üzerinden yaşandığı için kümelenme ve kutuplaşma da bunun üzerinden
şekilleniyor. İnsanlar salt kimliklerini değil, gündelik
çıkarlarını da korumak için belli bir siyasette konumlanıyor. Aynı
şey Kürtlerin konumlanışı açısından da geçerli. Kürt sorununun
çözümü demek, Kürtlerin bu ülkenin ekonomik kaynaklarından eşit
olarak pay alması, kendi bölgelerinde söz sahibi olması, onların
kaynaklarından faydalananların artık eskisi gibi faydalanamaması
anlamına da geliyor. Bu açılardan bakınca Türkiye’deki kutuplaşma
son derece rasyonel.
Peki bu “rasyonel” kutuplaşma geleceğe ilişkin nasıl bir
çıkarsama yapmanızı sağlıyor?
Öngörüden ziyade birkaç ihtimalden söz etmek mümkün. Türkiye’nin
ana krizi, içeride ve Ortadoğu’da yükselen Kürt dalgası. Bu
dalganın asıl gücü birtakım siyasi hareketlerin özne olmasına
değil, sokağın dönüşümüne dayanıyor. Esas soru şu: Türkler, Araplar
ve Farslar bu dalgayı nasıl karşılayacak? Bu karşılama tarihsel
yapıyı sürdürme, Kürtlerin tarihsel mağduriyetini görmeme, bunu
telafi etmeye ilişkin hiçbir çaba sarf etmeme yahut Kürtlerin
eşitlik arayışını kırmaya dönük baltalama girişimleri şeklinde mi
olacak, yoksa bu yükselen dalgayı tarihsel ve eşitsiz ilişkiyi
düzeltmenin fırsatı olarak değerlendirme şeklinde mi olacak? Bu iki
seçenekten hangisinin tercih edileceği Türkiye’nin geleceğini
belirleyecek.
Efrîn’in düşmesi Kürtler açısından nasıl sonuçlara sebep
olur sizce?
Afrin Kürtlerde ciddi bir karamsarlığa yol açmış olsa da,
Kürtler muhtemelen Esad’la bir ara formül bulacaklar. Orada ne
Kürtlerin ne de Arapların ayrılma arzusu var. Türkiye’de ise 6
milyona yakın yetişkinin HDP’ye oy verdiği ve bunun da ortalama 10
milyonluk bir nüfusa tekabül ettiği gerçeği var. Bu nüfusun bu
saatten sonra teklik üzerine kurulmuş bir projeye onay vermesi,
Türklük kimliği etrafında bir araya gelmesi mümkün değil. HDP’yi
geçtim, AK Parti’ye oy veren Kürtlerin de büyük çoğunluğu kimlik
haklarını ve yerelleşmeyi talep ediyor. Üç ülkede Kürtlerin geldiği
noktayı baskıyla yok etmeye çalışamazsınız.
Buna çalışılırsa ne olur?
Böylesi bir çaba Türkiye’ye beş-altı yıl kazandırabilir. HDP
dahil bütün kurumları kapatırsınız, seçimlere sokmazsınız,
belediyeleri on yıl daha kayyımla yönetirsiniz. Peki bu politika,
devletin Kürt sokağında rıza üretme becerisini genişletir mi, yoksa
daraltır mı? Yükselen Kürt dalgasını şiddetle kırma yöntemi şu anda
Kürt sokağını sessizleştirmiş görünebilir. Bu sessizliğin beş yıl
mı, on yıl mı devam edeceğini bilemem ama bir sonraki dalganın çok
daha yüksek olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Devletler
toplumsal alanda onyıllar içerisinde meydana gelen dönüşümü kolay
kolay geriye çeviremezler. Türkiye’nin de Kürt sosyopolitik
alanındaki dönüşümü geriye sarabileceğini düşünmüyorum.
AK PARTİ’Lİ KÜRTLER DE AK PARTİ’DEN FARKLI ŞEYLER
SÖYLÜYOR
Neden?
Türkiyeli Kürtler coğrafik olarak bütünleşik bir bölgede
yaşıyor. Sınırları İran’a, Irak’a ve Suriye’ye uzanıyor. Keza
Türkiye’deki 15 milyonluk Kürt nüfusunun en az yarısı tamamen
politize olmuş ve teklik projesini reddediyor. Dahası Ankara’nın,
AK Parti’nin yanında duran Kürtler de AK Parti’den farklı şeyler
söylüyor. Kültürel, ekonomik ve yönetsel eşitlikten söz ediyorlar.
Ve nihayet jeopolitik koşullardan ötürü Türkiye, Kürtlerdeki
dönüşümü geriye götüremez. Ayrıca Kürt dalgasını kırmaya dönük
politikaların bedelini sadece Kürtler değil, Türkler de ekonomik,
sosyal, siyasal açıdan ödüyor. Buna mukabil, Irak istisnası hariç,
Kürtler hâlâ ayrılıkçı modelleri dışarıda tutan önerilere
sahip.
Geçen hafta İletişim Yayınları’ndan çıkan “Süreç”/ Kürt
Çatışması ve Çözüm Arayışları kitabınızda Endonezya ve
Filipinler’deki çatışma çözümleri örneklerini veriyorsunuz. Bu
örnekler Kürt sorununun çözümüne ilişkin ne tür çıkarsamalar
yapmayı sağlıyor?
Dünyada son 200 yılda, 400’den fazla çatışma deneyimi olduğu
için bu mesele bize özgü değil. Çatışma çözümlerine dair önümüzde
70-80 yıllık muazzam bir literatür, çatışmaların ve barış
süreçlerinin verilerini sayısal olarak tutan projeler var. Yani
istemediğimiz kadar deneyim, tecrübe ve örnek mevcut. Bütün bu
çatışma deneyimlerine baktığımızda Türkiye’nin nereye gideceği üç
aşağı-beş yukarı belli.
Türkiye’nin gideceği nihai yer masa! Dünya örnekleri üzerinden
yapılan bazı çalışmalar, devletin isyancıları ilk 5 ila 7 yıl
içinde bastırması halinde bitirebileceğini gösteriyor. Çatışma 7
ila 10 yılı aştığı durumda, sonuç ya kalıcı çatışmaya ya da
müzakereli çözüme varıyor. Türkiye’de bu meselenin askeri
yöntemlerle bitirilme ihtimali yok.
Kitabınızda aktardığınız tezlerden birine göre
taraflardan biri öbürünü yenerse, barış daha muhtemel hale
geliyor…
“Süreç" Kürt Çatışması ve Çözüm
Arayışları, İletişim Yayınları, Mart 2018
“Savaşa şans vermek” diye bir tez var. Bu teze göre ateşkesin
sağlandığı dönemlerde taraflar kendi güçlerini yeniden organize
ediyor ve tekrar çatışmaya giriyor. Bu teze göre “bırakın
taraflardan biri diğerini yeniden organize olamayacağı kadar güçten
düşürsün ki, bu iş bitsin.”
Sri Lanka’da Tamil Kaplanları’na yönelik büyük kıyımı
buna örnek olarak vermek mümkün mü?
Sri Lanka bu tezin geçersizliğinin ortaya çıktığı örnektir.
Çünkü Tamil Kaplanları bitirildiği halde sorun devam ediyor.
Türkiye’de defalarca isyanlar bastırıldığı halde sorun devam etti,
ediyor. Çünkü bu tür sorunlar piramit gibi bir yapı yaratır: En
tepede çatışan aktörler, en aşağıda halk grupları, ortada da
arabulucular, STK’lar, medya, üniversiteler vs. Çatışma, tüm bu
katmanları kapsadığı için, çözümün de benzer bir kapsayıcılıkta
olması lazım. Tepedeki aktörler barışı veya savaşı, koca bir
piramidi tek başına dönüştürmez. Türkiye’deki çözüm süreçlerinin
çökmesinin en büyük nedenlerinden biri de bu. Çözüm süreci tepedeki
aktörlerin tamamında bile değil, belli bir elit arasında yürütüldü.
Orta kademeler toplumsal barış çalışması yapmadı, yapamadı. Keza
çatışmalardan doğrudan etkilenmiş halkın yeni bir anlayış inşa
etmesi, ötekiyi tanıyıcı yeni bir kültürü yaratması yönünde de bir
çalışma olmadı. Dolaysıyla aslında bu türden “çözüm süreçleri”
çatışmayı sadece öteler ve devamında çok daha büyük çatışmalara
neden olur. Bizde de o oldu.
Devletin çeşitli yöntemlerle örgüt yöneticilerini
bertaraf ederek, siyasi parti yöneticilerini hapsederek sonuç
alabileceği görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bakın, Endonezya’daki Özgür Açe Hareketi’nin (GAM) 52 kişilik
merkez komitesinden 49’u öldürülüyor. GAM, askeri kaynaklarının
yüzde doksanını yitiriyor. Ama buna rağmen on yıl sonra yine ortaya
çıkıyorlar. Demokrasi düzeyi düşük, sosyo-ekonomik açıdan yoksul,
çatışmaların belli bir coğrafyaya sıkıştığı, o coğrafyanın fiziki
şartlarının uygun olduğu bölgelerde kimlik temelli hareketlerin
kendilerini yeniden üretme becerisi oldukça yüksekken, askeri
yöntemlerle bu tür hareketlerin bitirilme olasılığı oldukça düşük.
Türkiye’nin de bundan çıkaracağı bir sonuç olmalı. Ulusal ölçekteki
yapısal dinamikler; nüfus, demokrasi düzeyi, sosyo-ekonomik
koşullar, coğrafi yapı, çatışmaların kimlik temelli olması gibi,
aktörlerin kısa vadede değiştiremeyeceği etkenler bize şunu
söylüyor: Örgüt açısından zafer imkânsız ama devlet açısından da
imkânsız. Ana kriz şu an sınırötesi dinamiklerde yaşanıyor. Irak ve
Suriye gibi sınır ötesi dinamikler Kürt barışını desteklemiyor.
Aktörler de şu anki konumlarını bu belirsizliği yönetmeye, onun
etkilerini, maliyetini minimize etmeye odaklanmış durumda. Oysa
aktörler, ulusal ölçekteki yapısal dinamiklerin askeri çözümü
imkansız kıldığını ve herkese kaybettirdiğini doğru okursa, küresel
dinamikleri, sınır-ötesi belirsizliği barışçıl bir pozisyon için,
yeni bir süreç için yönetmek mümkün.
Mevcut iktidar böyle bir eğilimi gösterecek bir
rasyonalitede mi?
İyi senaryo, 2019 seçimlerinden sonra bir normalleşmenin
yaşanabileceği yönünde. Eğer bu senaryonun gerçeklik payı varsa,
muhtemelen şu an Afrin operasyonu gibi gelişmeler yaşanırken kapı
arkasında da birtakım görüşmeler yapılıyordur. Eğer bu senaryoda
gerçeklik payı varsa, seçimlerden birkaç ay önce birtakım yumuşama
sinyalleri görebiliriz.
Ne türden yumuşama sinyalleri olabilir?
Suriye’de federatif değil de ademimerkeziyetçi bir yönetim
modeli ortaya çıkarsa, Türkiye’de de buna benzer bir düzenleme söz
konusu olabilir. Türk devletinin ve hükümetinin Kürt dalgasına
karşı, Kürtlerle yeniden ilişki kurma ve bu meseleyi içeriden çözme
iradesini gösterebileceği bir seçenektir bu.
Kötü senaryo nedir?
Bugün yaşadığımız yapı kalıcı hale gelebilir ve on-on beş yıl
devam edebilir. Daha merkeziyetçi bir yapıyla yola devam etmek
üzere bir iktidar bloğu inşa edilebilir. Başkanlık rejimine geçiş
tartışmaları sadece Erdoğan’ın kişisel arzusundan değil, devlet
içindeki yeni elitin, yeni iktidar bloğu bileşenlerinin bölge
okumasına ve Türkiye’yi konumlayışına dayanıyor olabilir.
Dolayısıyla OHAL kaldırılsa bile fiili olarak OHAL koşulları uzun
bir süre daha devam edebilir. Bunun bedelini de sadece Kürtler ve
seküler kesimler değil, İslâmî kesimler de öder. Buna karşın
yükselen Kürt dalgası bir süre kırılabilir ama o dalga daha da
güçlü bir biçimde geri döner.
Cuma Çiçek kimdir?
1980 yılında Diyarbakır’da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi
Endüstri Mühendisliği bölümünü tamamladı. Aynı üniversitede
2005-2008 yılları arasında Şehir ve Bölge Planlama Yüksek Lisans
Programı’nı bitirdi. 2009-2014 yılları arasında Paris Politik
Etütler Enstitüsü’nde (Institut d’Etudes politiques de Paris –
Sciences Po.) Siyaset Bilimi Anabilim dalında, Siyaset Sosyolojisi
ve Kamu Politikaları/Eylemleri alanında doktorasını tamamladı. Kürt
meselesi, Kürt İslamcılığı, yerel yönetimler, bölgesel eşitsizlik,
sınıf ve kimlik ilişkileri, çatışma çözümü ve toplumsal barış
inşası konularında makaleleri ve kitapları yayınladı. Halen Paris
Politik Etütler Enstitüsü Uluslararası Araştırmalar Merkezi (Centre
de Recherches Internationales - CERI) bünyesinde akademik
çalışmalarını sürdürüyor. Son kitabı “Süreç" Kürt Çatışması ve
Çözüm Arayışları başlığıyla geçtiğimiz hafta yayınlandı.