Sınıf, cinsiyet, etnik köken ve dil yönleriyle tüm insanları eşitleyen (Hucurat / 13) bir inanç sistemi olarak indirildi İslam. İbrahimî dinlerin hepsi gibi… Örnek olarak seçtiğim ayet, eşitlik gerekçesi olarak kullandığı “tearuf” kavramıyla “maruf” olanın, yani insani değerlerin alışverişini mümkün kılmanın önemini anlatır. Eşitlik ayetidir kısacası Hucurat 13. Farklı kültür ve inançların beşeri insan kılma özellikleriyle tanışıp evrensel değerlerde yani maruf olanda ortaklaşmayı öğütler. Ve bu ayetin muhatabı insanlardır. Sadece müminlere seslenilmez bu ayette. Hangi dinden, inançtan olursa olsun, hangi zaman ve mekana ait olursa olsun insani değerlerde ortaklaşmanın önemsendiği gösterilir. Gerisi Allah’ın takdirine bırakılmalı denir üstelik. Yani öncelik insan olmaktır. İnsan olmanın gereği de cinsiyet, ırk, dil ve sınıf yönlerinden olduğu gibi inanç yönünden de ayrımcılığı ortadan kaldırmak olarak işaret edilir.
Fakat ilahî mesajın bu denli kesin ve keskin eşitlik hükmü ve insani ortak değerlerde buluşma gerekçesi, bugün din otoriteleri tarafından ters yüz edilmiş halde. İnanç sistemleri kurumsallaştığında, din otoriteleri oluştuğunda, Musevî, İsevî inanç sistemleri gibi Muhammedî öğreti de tanınmaz hale geldi. Tek tanrılı dinlerdeki tanrısal buyruk ile dinî otoritenin buyrukları arasındaki muazzam uçurumun kaynağı ise inanç esaslarıyla yani uhrevi olanla bağlantılı değil. Tümüyle dünyevi temsiliyet meselesiyle yani iktidar odağı olma çabasıyla ilişkili. Bütün dinler böyle tahrif edildi. Din kurumları oluştu. Din adamları sınıfı yaratıldı. Orada bir iktidar alanı oluşturuldu. Dini iktidar ile siyasi iktidar odağı kimi zaman birbiriyle çatıştı kimi zaman barıştı ve ortaklaştı. Müslüman toplumların tarihinde ise çoğu zaman siyasi iktidar, dini iktidarı kendi gücünü tahkim için kullanacak şekilde emri altına aldı. Yani 8’inci yüzyıla kadar geri götürebileceğimiz İslam’ı tahrif süreci ne yazık ki günümüze kadar etkisi arttırılarak sürdürüldü. Ve daha yazık olanı bugünkü iktidar ve onun yetki verdiği Diyanet, İslam’da yürütülen tahrifatın bayraktarlığını üstlenmiş halde.
Ayetlerin uydurma rivayetlere dayanan yorumlarla ters yüz edilmesi ile oluşan bir gelenek yaratıldı dinde. Sorgulamayan Müslümanlar içinde çok kişi zannediyor ki örneğin 8’inci veya 9’uncu yüzyıldan bir “alim” her ne söylediyse o dinin esasıdır. Oysa ilahî mesajın anlamını çarpıtacak şekilde yorumlayarak, dinin inanç ve ibadet esaslarını siyasetin, halifenin, sultanın istediği kılığa sokma girişimi o zamanlar başladı. Giderek kurumsallaştı çarpıtılmış yaklaşımlar. Örneğin Kur’an’a göre tek şâri (kural koyucu) Allah’tır. Ancak ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra Peygamber de şâri ilan edildi. Böylece şeriat Allah’ın emirleri sayılmaktan çıkarıldı, Peygamberin yaptıkları ve söyledikleri de şeriat sayılır oldu. Kur’an’da yer alan Sünnetullah kavramının yanına Peygamberin sünneti de ekleniverdi. Kim bilir belki çok iyi niyetlerle başlatılmış olsa da hakikat yolundan bir derecelik sapmanın ilk adımları böyle atıldı. Ve bin küsur yıl boyunca o ilk şâri kavramında başlatılan sapmanın ilerlediği yol, kimi Müslümanları, bir ölümlünün gavs (yarı tanrı) olduğuna inanacak kadar çarpık bir din anlayışına teslim olur hale getirdi. Diyanet ve günümüz Cumhur İttifakı iktidarı da buradan siyasi güç devşirmenin peşinde. Pek öykündükleri Osmanlı tarihini incelemeye davet etmek gerek kendilerini. Çıkar uğruna dini değerlerle oynama siyasetinin Osmanlı’da yaklaşık 150 yıl süren o “istemezükçü” geri kalmışlığını incelemeliler.
Özellikle bugün kültür savaşları derdiyle dertlenip, toplumu dinileştirmeye yönelmekle tam tersine bir iş yapıp, kültür savaşlarında bir kere daha gerilemeye yol açtıklarını görseler keşke. Bugün yaptıklarının Ali ve Muaviye arasındaki halifelik çatışmasının önemli savaşlarından birisi olan Sıffin’de başladığını da bilseler iyi olacak. Mızrakların ucuna Kur’an yaprakları taktıran Muaviye taktiği, dini siyasetin emrine veren, inancı iktidar aracına dönüştüren ilk adımlardan birisiydi. Günümüzde ise Diyanet’in Kobani davasına verdiği dilekçeyle Savcılık iddianamesine katıldığını/onayladığını ifade etmesi, yargı sopasının ucuna Kur’an yaprağı takmaktan ibaret. İnancı iktidarın siyasi çıkarı hesabına yorumlayanlarla Allah’ın dinini siyasi çıkar için araç haline getirenlerin ibretlik hikayeleriyle dolu İslam tarihi. Ve Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu yüzlerce yıllık ezilmişlik, geri kalmışlık hali bu çarpık din-devlet ilişkisinin eseri. Ama hiç sorumluluk üstlenmeyen yöneticiler ve kendilerine alim denilen din otoriteleri kolayca gelişmiş ülkeleri suçlar, sığ yorumlarla kültür emperyalizmine savaş açar, yel değirmenlerine saldırırlar. Kendilerini düzeltmek yerine. Allah evrensel insani değerlerde ortaklaşmayı öğütler. Müslüman ülkelerin siyasi ve dini iktidarları ise evrensel insani değerlere savaş açar. Allah’ın dini yerine fıkıh dinine sarılanların yönetimindeki Müslüman ülkelerin halkları da açlık, fakirlik, cehalet çukurunda inim inim inler. Ve şimdi laik yönetim sayesinde eriştiğimiz bugünkü konumdan Türkiye de çıksın, petrol zengini ülkelerin bile içinde debelendiği cehalet çukuruna biz de batalım diyen bir iktidar ve Diyanetle o yola yönelmiş haldeyiz.
Diyanet’in 4 Ağustos tarihli Cuma Hutbesi'nde, devlet yönetiminin ve hukuk sisteminin laik sisteme aykırı şekilde dini kurallarla belirlenmesini isteyen bir talep yer aldı. Diyanetten geldiğinde buna talep demek artık çok naif bir yorum olarak görünebilir. Belki iktidarın planlarına gerekçe oluşturacak bir çağrı demek daha yerinde olur. Talimat diyemiyorum çünkü biliyoruz ki iktidar Diyanete talimat vermese Diyanet bu çağrıyı yapamazdı. Sistemin şimdiki haliyle gücü üstün olan siyasi yapı çünkü. Cuma namazına çalışanların ve öğrencilerin rahat gidebilmesi için kamu yönetiminin mesai saatlerini buna göre düzenlemesi isteniyor. Cuma namazının öneminden bahsediliyor ve cuma suresi 9’uncu ayetine atıf yapılıyordu hutbede. Tabii ki Emevîler dönemindeki çarpıtılmış haliyle anlamlandırılmış ve öyle ifade edilmiş. Diyanetin sevdiği şekil bu çarpıtılmış hali çünkü. Üzerine farz kılınmış olanlar deniliyor hutbede. Oysa ayet "Ey müminler" hitabıyla başlıyor. Yani tüm inananlar için cuma namazının farz olduğu belirtiliyor. Fakat çarpıtılmış yorumlarla cinsiyetçi bir farz kılınma hali öğretiliyor topluma. "Kadının cuması evde" der örneğin Sünni gelenek. Bu konu hep gündemimizde olduğu için pek çok kere yazmıştım. Yazıyı daha fazla uzatmamak için, 2017 tarihli bir yazımı buraya bırakayım. Diyanet yönetimindeki camilerin büyük kısmında kadınların cuma namazı kılması engellenir, kadınlar cuma vaktinde camilere alınmaz. Şimdi hutbede çalışanlar ve öğrenciler için kamu yönetiminin, cuma namazı saatleriyle uyumlu çalışma süreleri ayarlaması isteniyor. Beklenen, istenen yeni mesai saatleri düzenlemesi, inanç ve ibadet özgürlüğü ile gerekçelendirilmiş. Diyanetin kendisi inanç ve ibadet özgürlüğünü cinsiyetçi yorumlayarak pek çok camide kadınların cuma namazı kılmasını engellerken kamudan haklar temelinde düzenleme beklentisi hiç inandırıcı değil. İnandırıcılıktan uzak bu ifadeler daha çok laik sistemin tabutuna çakılan yeni çiviler olarak değerlendirilmeye açık bir sahtecilik hali. İnsan haklarının çıkarcı yorumlanışından ibaret ve dini diktatörlüğe gidişin adımları arasında yer aldığını söylemek, görmek, göstermek gerekir.
Dincilik ve laikçilik, düşman kardeşler olarak birbirinin hizmetinde bu ülkede. Diyanet ve iktidar dinci yorumlarla cuma namazını zorunlu hale getirmenin peşinde. Hani Allah Peygambere bile “sen hidayet edici değilsin” buyurmuştu ya bu ilahî mesajı halkın gözünden kaçıran dinciler, erkek çalışan ve öğrenciler için yeni mesai düzenlemesi isterken, cuma namazını biat aracı olarak kullanmaya girişiyor. Biat eden ve etmeyen, cumaya giden ve gitmeyen olarak kodlanabilecek bir çalışma düzeni planlanıyor. Burada dini ve siyasi iktidar biat ve hidayet kavramlarını iç içe geçirerek yorumluyor bence. Çalışanlar, öğrenciler şahsi çıkarları için cumaya gidecek veya gitmiş gibi yapacak şekilde çalışma saati düzenlendiğinde bütün ülke hidayete ermiş sayılacak adeta. Çünkü iktidarın zihniyetinde algı her şeydir. Laikçiler ise dini gerekçe ile Kobani davasına Diyanetin müdahil olmasına itiraz etmedikleri kadar cuma namazına uyumlu mesai saatine itiraz ediyorlar. Cuma gerçekten önemli bir namazdır. Bir Müslümanın özgür bir toplumda yaşarken kılabileceği bir cemaat namazıdır. Evrensel değerler olarak sığındıkları çalışma düzeninde başka dinlerin kutsal günlerine uyumlu tatil günü kurgulandığı gerçeğini görmezden geliyorlar. Hıristiyanlık ve Yahudilik için cumartesi, pazar günlerinin hafta tatili olarak belirlenmesi laik hukuk sistemine zarar vermiyorsa cuma günü için de benzer bir düzenleme yapılması ülkemizde de laik sistem için yıkıcı etki yapmaz normal şartlarda. Üstelik haftalık çalışma günlerinin dörde indirilmesi denemeleri başladı kimi ülkelerde ve bu üçüncü tatil günü neden cuma olmasın, kutuplaşmadan bunu tartışmamız mümkün aslında. Laik sistemi savunmakla laikçi fetişizmin ve inançlı olmakla dinci fetişizmin arasındaki farkları görerek ve bu uçları bir kenara bırakarak dünya ve ülke genelinde üzerine konuşabileceğimiz bir konu bu üçüncü tatil günü. Ancak bugün hutbenin konusunu seçerken Diyanetin düşündüğü de, dini gerekçe ile mesai saati düzenlenmesine itiraz ederken dindarların cuma namazına verdiği önemi gözetmekten aciz kalan laikçilerin de hedefi üzüm yemek olmadığı için bugünün konusu değil bu mesele.
"Emr-i b’i-l maruf nehy-i an’i-l münker" emri Kur’an’da geçen ve tüm inananlara verilmiş iyi işlere yönlendirme, kötü şeylerden sakındırma görevidir. Bu, Allah’ın Müslümanlara yüklediği görevlerden birisi. Geleneğin saptırdığı bile değil tümüyle tersine çevirdiği emirlerden birisi. İlahi mesaj, yönetenleri herkes için, tüm insanlar için ortak iyi kabul edilen işleri mümkün kılacak kararlar almaya, insanların zararına olacak kararlardan sakındırmaya çalışma görevini inananlara vermiş. Ancak fıkıh dini yani din otoriteleri ve siyaset bu emri, yönetenlerin halk üzerinde baskı kurma aracı olarak yorumlamış ve öyle kullanmaktalar. Tıpkı İran irşad devriyeleri gibi Diyanet de herkesi cuma namazına gitmek zorunda bırakacak bir düzenleme peşinde. Oysa halifelerin emrine girmeyen din büyüklerinden birisi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife, iyiliği teşvik, kötülükten sakındırma emrini halifelerin karar ve uygulamalarını denetlemek için bir denge mekanizması olarak yorumlamış. “Eğer halifenin karşısında onu sakındıracak bir muarızı (muhalifi) olmazsa Allah’ın bu emri yerine getirilmiş olmaz” der. Şimdi biz bu yoruma dayanarak üstümüze düşeni yapıp iktidarı ve diyaneti uyarmalıyız. Cuma namazı için ilk olarak Diyanetin, bütün camileri kadınların cemaatle birlikte cuma namazı farzını yerine getirmesini sağlayacak eşitlikçi bir düzene kavuşturması gerekir. Önce Diyanet üzerine düşeni yapsın. Sonra iktidar laik hukuk ve yönetim sistemini aşındırmaktan vazgeçsin ve hukukun üstünlüğünü tesis ile adaleti sağlasın. Toplumsal kutuplaşma yerine toplumsal barışı sağlayalım ondan sonra hep birlikte konuşarak belki biz ve hatta belki dünya genelinde en azından öğleye kadar çalışılacak bir yarım günlük mesai düzeni üzerinde uzlaşabiliriz.