“Farzlara güncelleme gelmiş millet. Wi-fi varken indirin paketten yemesin.” Tivitırdaki feraset ve letafet sahibi bir yurttaş böyle demişti dün. Gülmekten bayılırsınız. Bizde bu mizah damarı varken kolay kolay delirmeyiz. Hiiiç boşuna uğraşmasınlar. “Farz ne, neyin güncellemesi benim ablam” diye soracak olursanız, merakta bırakmayayım sizi. Harran Üniversitesi Rektörü Ramazan Taşaltın, “İslami olarak şu anda cumhurbaşkanına itaat etmek farzı ayn’dır. Karşı çıkmak da harpten kaçmak manasında, haramdır” buyurmuş. Olur, o da olur.
Hükümet cenahından açıklama gelmekte gecikmedi gerçi. AKP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Naci Bostancı, Ramazan Taşaltın’a tepki gösterdi ve bu sözlerin cumhuriyetimizle, İslam’la, cumhurbaşkanımızın siyasal anlayışıyla ve rektörlük makamında aranan akademik müktesebatla hiçbir ilgisinin olmadığını hassaten belirtti.
Fakat yine de rektörün bu beyanını AKP’nin merkezinden uzaklaştırmak, kenara çektirmek o kadar da kolay değil. Zira dini duyguların istismarı AKP’nin alameti farikası oldu. Seçim dönemlerinde mitinglere elde Kuran çıkıldığı, dün gibi aklımızda. Devlet Bahçeli’nin o tarihlerdeki feveranı da unutulmadı; “Bu nasıl bir...” demişti ki boşluğu ben dolduramayacağım. Linkteki habere bakarak siz doldurursunuz artık.
Kısacası bu rektörler Gogol’ün paltosundan değil, AKP’nin portmantosundan çıktı teker teker. Aralarında, demokrasi isteyen kişileri “mürted” ilan eden, mürtedin de tövbe etmezse öldürülmesi gerektiğini söyleyen bile vardı. Onlar üniversitelere yerleşmezden evvel başlayan “mıntıka temizliği,” kesintisiz sürüyor.
Bir rektör çıkıp, cumhurbaşkanına itaati ferah feza “farzı ayn” olarak tarif edebiliyor. Pek iyi, pek ala... Fakat onu öyle bırakmayalım. Biliyorsunuz onlar bizi öyle kolay bırakmıyor. İhraç ediyor, paşaportlarımızı iptal ediyor, karda kışta, “kış lastikleriylen” aynı torbaya koyup, “medeni katillerin” önüne atıveriyorlar. Öncelikle farzın ve farzı ayn’ın ne olduğunu bir hatırlayalım, bilmiyorsak da hiç değilse internete bakarak öğrenmeye çalışalım.
The Rektör’ün, cumhurbaşkanına itaati farz olarak tanımlamakla kalmadığını, itaati farz-ı ayn, yani namaz kılmak ve oruç tutmakla eşdeğer bir farz olarak sınıflandırdığını görüyorsunuz. Bu tanıma göre, itaat gerekliliğini inkar etmek ya da yok saymak küfürdür ve dinden çıkarır. Tövbe tövbe, gerçekten hayret verici. Dinlere hiç inanmayan biri bile böyle bir cümle etmekten bir parça çekinir. Başına Allah’tan bir musibet geleceğinden filan korkar. Bunlar hiç korkmuyor da!
Bu itaat meselesi bütün İslam ülkeleri bakımından genel bir farz mı, yoksa Türkiye’ye özgü yerli ve milli bir farz mı onu da çok anlayamıyoruz rektörün açıklamasından. Sudan Cumhurbaşkanı Ömer el Beşir’e itaatte kusur eden Sudanlı Müslümanlar da dinden çıkacak mı mesela? Hatırlarsınız muhakkak, bu yılki 29 Ekim resepsiyonunda yapılan havalimanı açılışına (ya da havalimanı açılışında yapılan Cumhuriyet resepsiyonuna) onur konuğu olarak katılan El Beşir, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde soykırım ve savaş suçlarından hüküm giymişti. Görüyorsunuz ki hayli karışık bir mevzu. Uzun zamandır “hayli” lafını da kullanmak istiyordum. Bu cümleye nasipmiş o da...
Konumuza dönelim. Ramazan Taşaltın’a. The Rektör’e... Bu rektörleri altın karşılığı sayarak mı veriyorlar bize? En afili biçimde sıyıranı rektör mü yapıyorlar, ne oluyor? İnsanın şöyle geniş geniş hayret edesi, Abdullah Gül olası geliyor. Aslında olur olmaz hayretlenmek konusunda Sayın Gül bütün dikkatleri üzerine çekmişse de, Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda AKP Genel Başkanı Sayın Erdoğan da biliyorsunuz ki hayret verici ölçülerde hayret edebiliyor. Mesela en son, nasıl olup da üniversitelerimizin dünyanın en büyük 500 üniversitesi arasında esamesinin okunmadığına hayret etmişti: “Demek ki bir şeyleri kaybettik, bir yerde bir sıkıntı var. Bir şeyleri unuttuk, ihmal ettik. Yitik, kaybedildiği yerde bulunur. Madem cevher bu topraklarda saklı, öyleyse sorunun çözümünü de bu yerde arayacağız” diyerek, hayret ve üzüntüsünü belli etmişti.
İnsan bunu duyunca hafızasının tozlu raflarına gizlenmiş, 90’lara ait bir pop şarkıya bağlanıyor durup dururken: “Hayret bir şey hayret hayret, hayret bir şey hayret hayret...” Hatırladınız mı? Şarkı aklımdaydı ama kimin söylediğini tamamen unutmuştum. Arayıp buldum. Hey gidi 90’lar, neredeyse yirmi yıl sonra beter biçimde hortlayacağını hiç düşünmemiştik... Bambaşka bir dünya bekliyorduk. Hâlâ bekliyoruz. Kör olası umut...
Neyse işte, Erdoğan’ın konuşmasında atlanmaması gereken veciz bir söz var: “Yitik, kaybedildiği yerde bulunur.” Cumhurbaşkanının üniversitelerin haline hayret ettiği bu konuşmanın üzerinden neredeyse on beş gün geçti, aslında hiç girmeyecektim bu konuya ama Taşaltınların Ramazan Efendi, yitirilmiş olanın yerini ayan beyan gösterince, bu iki mevzuyu birlikte ele almak da “farz” oldu. Üstelik Erdoğan, üniversitelerin hal-i pürmelâli hakkındaki o konuşmayı bu rektörün üniversitesinde yapmıştı. Konuşmada şunu da söylemişti: “Bugün içinde bulunduğumuz yüksek öğrenim kurumlarımız, dünyanın eski öğretim müesseselerinin mirasçılardır. Şanlıurfa’daki Harran Okulu dünyanın en eski üniversitelerinden biri olarak kabul edilir.”
Cumhurbaşkanı üniversitenin şanlı geçmişini yitirilmiş bir şey olarak umutsuzca arıyor, ilk 500 üniversite arasına girmiş bir tek üniversitemizin olmadığına hayıflanıyordu. Parmak ve göz hesabı, bu konuşmanın üzerinden on beş gün geçmeden, “yitik” tam da kaybedildiği yerde bulunuyordu. Rektör Taşaltın, “Nasıl oluyor da böyle oluyor” sorusunun cevabını kanlı canlı bir örnek olarak veriyordu. Bu vektörel ibişlerle başka ne olacağdı?
İlk 500’ün manasını ve manasızlığını Murat Sevinç yazmıştı zaten. Bu nedenle o tartışmayı paranteze alarak devam edelim. Vakti zamanında dünyanın en iyi 500 üniversitesi sıralamasına girmeyi başaran üniversitelerimize beşi bir yerde mi takılmıştı da şimdi esef ediliyordu? Farklı kurumlarca yapılan dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamalarına giren üniversitelerimizden biri ODTÜ’ydü. ODTÜ’nün az biraz açığından buldozerle geçildi, dümdüz edildi. Tümden yıkıp geçmek için de gün sayılıyor adeta. Bir diğeri Boğaziçi Üniversitesi’ydi. Kullanılan oyların yüzde 86’sını alarak seçilen bir rektörün yerinin, kısa bir zaman sonra, “atanan bir rektör”le doldurulduğu, öğrencilerin terörist olarak damgalandığı, hocalarının “pergellerini açmamakla” suçlandığı Boğaziçi Üniversitesi. Pergel mevzuuna takıldıysanız, o da şöyle dile getirilmişti: "Buradaki hocalarımız, nereye kadar pergellerini açıyorlar? Belli bir fikrin savunucusu olanlara kapıyı aç. Belli bir fikrin savunucusu değilse kapıyı kapat. Bu mu özgürlük? Çünkü eğitim öğretim kurumlarının bu noktada kefeni yırtması lazım. Ehliyet, liyakat kimse onun girmesi lazım."
Pergel, kefen, üniversite. Yandan yandan tey, tey, tey...
Ehliyet ve liyakat da başka köklü üniversitelerin tasfiyesinde devreye girdi tabii. Ankara Üniversitesi’nin 100’den fazla öğretim elemanı üniversiteden ve kamu görevinden atıldı. KHK’larla Anadolu, Bolu Abant İzzet Baysal, Çukurova, Dokuz Eylül, Mersin, Ege ve diğer pek çok üniversitenin kadroları resmen biçildi. Tasfiyeler buram buram liyakat kokuyordu kuşkusuz... Mis.
Ne yapalım? Gelsin taşaltınlayıp kolu yorulmayanlar, gelsin ibibikler. Alayıyla gelsin eski AKP milletvekilleri. Gelsin yerli ve milli üniversite. Ne demekse artık? Amaaan...
Demek istediğim sadece şu; kayıp, yitirildiği yerde bulunuyorsa, buralar kolaçan edilmeli evvela. Fazla uzağa gitmiş olamazlar...