Şefik Birkiye’nin Beştepe Külliyesi mi, Turgut Cansever’in Türk Tarih Kurumu Binası mı daha “ecdad yadigarıdır”? Öyleyse belki, her şey gibi, bakmak da siyasidir. Bu söylenebilir ama somut veriler de gözardı edilemez. Bir bina ayakta durmak için her şeyden önce, bir düşünce gibi tutarlı olmak durumundadır. Eleştiri de öyle.
Mimarlık bilincim, estetik alanına giren pek çok konuda olduğu gibi babamın yol göstermesiyle gelişti. Mesela caz meraklısıydı ama Münir Nurettin konserlerinden de bahsederdi. Ben çocukken haftasonları deniz kıyısında yürüyelim diye gittiğimiz Bebek’te bağlı duran Tiger adlı fütüristik çizgili motoryatı da, az ötesindeki kalyon tipi denilen Likya ve Karya motorlu yelkenlileri de, biraz ilerisindeki tirhandili de anlatırdı. İç bükey iğrilerin güzelliğinden, kati surette karşı olduğu dış bükey iğrili geniş kafalı Karadeniz gırgır motorlarının çirkinliğinden, “bıçak gibi” dediği Ayvansaray sandallarının zarafetinden filan bahsederdi.
Söz konusu estetik olduğunda görüşleri değiştirilemez ve bunları ifade ediş şekli de ya yüksek sesle ya çok keskin hicivle olduğu için bende takım tutar gibi bazı şeylerin alay edilesi derecede çirkin, bazılarının ise yüceltilmesi gerekecek denli güzel olduğu izlenimi oluşmuştu. Onun elini tutup Taksim Meydanı’nda yürürken AKM’yi görüp nasılsa o da beğenmez, gelenekselci bir yanı yok diye çocuk aklımla dalga geçmeye kalkınca, bu defa bana Niemeyer’in Brasilia’da yaptığı eserlerden bahsetmişti. Yani diyeceğim umman gibi bilgili biri değildi belki ama bana gözümü açmayı, her şeyin gördüğüm gibi olmayabileceğini, yanisi sorgulamayı ve bakmayı öğretti babam bana.
Biraz daha büyüyüp kendimi henüz ergenlik çağında olağanüstü derinlikli ve çok yönlü bir entelektüel (!) sanmaya başladığımda mimarlık üzerine daha çok kafa yormaya başladım. Bir senfoniyi anlayacak kulak da müzik altyapısı da yoktu bende. Ama binaları düşüncenin birer senfoni gibi dışavurumları, adeta bir su fıskiyesinin yahut şelalenin kışın donması gibi görmeye başladım. Bina cephelerine insan yüzlerine bakar gibi bakmaya başladım. Eski olan her şeyin köhne, çağdışı olmadığı; yeni, modern, alışılmış neyse onun dışına olan her şeyin de eskiyi bozan, gelenekten kopuk, anlamsız olmadığını kavradım.
İşlevin biçimi dayatması, hacimlerin oranı, alçakgönüllüğün bilgeliği, teknoloji, idelojinin, devlet-yurttaş ilişkisinin mimarlığa yansıması, zamansızlık ve tarihsellik, bir binanın kendi dönemi içindeki değeri ile kalıcılığı gibi konularda düşünmeye başladım. Bakanlık’a girdikten 90 başlarında sonra ilk kez adım attığım Ankara’da da şehir planlaması, yerel taş gibi mevcut malzemenin değerlendirilmesi, yeni Ankara’nın eski İstanbul gibi sabit bir merkeze sahip olamaması ama belirli bir projenin hayata geçirilmeye çalışılması üzerine kendimce farkındalık geliştirdim.
O günün gelişen gözde semti Gaziosmanpaşa’da kalıcı olacak belki tek bina olmayışını ve Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü dışında yeşil eksikliğini de, Ulus’taki Birinci Cumhuriyet Dönemi binalarının değerinin bilinmeyişini de hüzünle izledim. Bakanlıkta çoğunluğun atıp kurtulmaya can attığı tek tük “eskiden kalma” masif mobilyalara bakıp, bu çirkin çok katlı bina yerine eski Opera karşısındaki binada kalınmamış oluşuna hayıflandım.
Bir keresinde Bakanlık içindeki postanede dönemin yaşayan en pahalı ressamı Adnan Çoker’e ait olduğunu tanınabilir stilinden benim bile eğitimsiz gözümle bir bakışta anladığım modern resmi oradan kurtarmak için boyumdan büyük girişimde bulundum. Daha sonra o seksenlerin “çirkin” dediğim brütalist beton stili yeni gri Dışişleri binasının da güzelleştirilmek adına 2000’lerin başında açık renk sıvandığını gördüğümde yine içim burkuldu. Örnekse, kimse Paris CDG havalimanı binasını sıvamayı düşünmez.
Neden? Çünkü artık eskimekten ötürü değer kazanmıştır. AKM de böyledir. Zorlu’nun üzerine çöktüğü Karayolları Binası da. Simgeye (“landmark”) dönüşmüştür. Bazı binalara isim takılması da bundandır. Londra’daki salatalık, New York’taki ütü gibi. Holzmeister’in yaptığı TBMM binası da, 1920-30’ların Alman mimarlarının bıraktıkları diğer eserler de herhalde yurttaşı küçültüp, haddini bildiren, devleti yücelten bir yaklaşım ortaya koyar. Ama artık bugün, kenarından yürüyüp geçerken Ankara taşı kaldırımında çıplak ayak yürümek isteyeceğiniz, önünde durup araziyle binanın oranına, binaya, işçiliğine tapar gibi bakmak isteyeceğiniz, karşıdan mimarı çıkagelse “ver elini öpeyim” diyeceğiniz bir anıttır.
İstanbul’un belki en güzel tarihi binalarının toplaştığı yerlerden biri olan Karaköy ve Bankalar Caddesi’nin öne çıkan anıtlarından biri de deniz kenarındaki Ziraat Bankası. Ya ona yaslanan, adeta nefesini tutup, saygıyla önünü iliklemeye çalışmış Nezih Eldem’in 1972 tarihli ek binası? O denli güzel bir devamlılık çözümü vardır orada, her gün seyretseniz doyamazsınız. Şefik Birkiye’nin Beştepe Külliyesi mi, Turgut Cansever’in Türk Tarih Kurumu Binası mı daha “ecdad yadigarıdır”? Öyleyse belki, her şey gibi, bakmak da siyasidir. Bu söylenebilir ama somut veriler de gözardı edilemez. Bir bina ayakta durmak için her şeyden önce, bir düşünce gibi tutarlı olmak durumundadır. Eleştiri de öyle.
Ben saygıdeğer Ali Nesin’in matematik bilgisinin yüzde biri kadar mimarlıktan anlamam. Benim derdim siyasetin antropolojisi. Kemal de eleştirilebilir kuşkusuz, eleştirilmelidir de. Ama ne bugünün başat önceliği Kemal’le uğraşmak, ne de Kemal’a vuracağım derken modernizmin iyi mimarlarından Bruno Taut’’un Ankara’nın benim eğitimsiz gözlerimle bile en sıkı binalarından biri olduğunu gördüğüm DTCF’sine desteksiz sallamak olmalı. Ha bir de, bana sorarsanız modern olan kendiliğinden güzeldir.
Sözü uzattım, malumatfuruşluk ettiysem hoşgörünüz, iyi pazarlar dilerim. Hak, hukuk, adalet için yürüyenlere tam destek verelim. Herkes için adalet isteyelim.
* Değerli Kültigin Kağan Akbulut’un Sayın Uğur Tanyeli ile söyleşisini kaçırdıysanız okumanızı öneririm.