Cumhuriyet nasıl kaybedilir: İlkel topluluklarda hiyerarşi

Bir araya geldik ki kalabalık sayımız sayesinde diğer yırtıcılar bizden çekinip uzak dursunlar. Eh bir yerde çokluk varsa, orada birlikte sorunsuz yaşamak için yapılması gereken şeyler de olmalı. Artık genel zekamın yanında, bugün adına 'sosyal zeka' dediğimiz bir kabiliyet gelişmeye başladı. Kalabalık grupların birbirine uymasını, birlikte yaşamasını bu zekama borçluyum. Statü ile de ilk kez burada karşılaşmış olmalıyım.

Selim Martin selimusmartinus@gmail.com

İnsan, yani günümüzdeki bilimsel adıyla Homo türleri hakkında, ilk günden beri en çok tartışılan konuların başında “Hiyerarşi” gelir. Biraz bilimsel bilgilere, çoğunlukla da hayal gücüne dayalı şekilde yapılan belgesellerde, çekilen filmlerde, yazılan öykü ve romanlarda, elinde büyükçe bir kemik veya sopa bulunan, diğerlerine göre yaşlıca bir erkek; hungala-bungalo diye bağırarak çevresine emirler verir. Alın size kabilenin şefi. Büyük kemik onda, emir vermesin de ne yapsın?

Değil efendim öyle değil. Hele ilkel insanların dünyasında hiyerarşi kavramı hiç öyle bir şey değil. Bu çağlarda, insanlar arasında bir statü aramak elbette olası ancak “statü” kavramının çeşitlerine ve gelişimine dikkat etmeden, öyle dümdük (!) bir lider düşünmek, bugünkü yanlış bilgilerle şekillenmiş aklımızın dümbüklüğünden başka bir şey değildir.

En eskiye giderek açıklamaya çalışayım. Biz Arkeologların temel problemi de bu; illa en başından başlayacağız anlatmaya, sonra günümüze gelene kadar akla karayı seçiyoruz. Vay babam vay…

Efendim yaklaşık 5-6 milyon yıl önce, adımıza Homini diyorlardı; primat ailesinden olmakla birlikte ama diğer primatlardan yakışıklı (!) halimizle; hanım-bey, çoluk-çocuk ne güzel gezip duruyorduk. Bir “doğal tarih zekamız” vardı; işte yağmur yağıyor-güneş açıyor-kuşlar uçuyor. Bir de “genel zekamız” vardı; ağır, yavaş öğrenen, hata yapmaya müsait bir zeka. Ancak bize yetiyordu. Gül gibi geçinip gidiyorduk. Derken bir iklim değişikliği, etraftaki doğayı ters-yüz etti. Otlar tüm toprağı sardı, uzadıkça da uzadı. Eh bizim sivri pençelerimiz yok, dişlerimiz korkutucu değil, burnumuz keskin değil, süratle koşamayız, uçamayız, toprağın altına saklanamayız. Yüksek otların arasında, en sevilen yiyeceklerden biri olmalıyız. Azıcık dikkatli olan yırtıcıların tamamı bizi kolayca ve afiyetle yiyebilir. Üstüne üstlük bu otların arasında besin bulmak da çok zor hale geldi. Ne yapmalı, nasıl etmeli de yüksek otların üstünden bakmayı başarabilmeli?

İşte iki ayak üzerine dikelme yani “bipedalizm” böyle bir zorunluluğun sonucu. Diğer primatlardan daha yakışıklı olmamızın yanında bir de iki ayağımızın üstüne dikelerek yürümeye-hareket etmeye başlayarak onlardan ayrıldık. Ne olduysa bundan sonra oldu. Ayakta durmak dişilerde pelvis bölgesinde değişikliğe neden oldu, üstüne bir de yer çekiminin etkisi; yavrularımız artık eskisinden erken doğuyor, iki yaşına kadar kendisi beslenemiyor, on dört yaşına kadar besin elde edemiyor. E biz nasıl bakıp-koruyacağız bu çocukları? Etrafta bizimle aynı durumda olan ailelerle bir araya gelmek zorunda kaldık. Bir araya geldik ki bazılarımız çocukları güvende tutarken bazılarımız besin bulmaya gidebilsin. Bir araya geldik ki kalabalık sayımız sayesinde diğer yırtıcılar bizden çekinip uzak dursunlar. Eh bir yerde çokluk varsa, orada birlikte sorunsuz yaşamak için yapılması gereken şeyler de olmalı. Artık genel zekamın yanında, bugün adına “sosyal zeka” dediğimiz bir kabiliyet gelişmeye başladı. Kalabalık grupların birbirine uymasını, birlikte yaşamasını bu zekama borçluyum. Statü ile de ilk kez burada karşılaşmış olmalıyım. Durun durun, elinde büyük kemikle etrafa bağıran kimse yok henüz. Sosyal statüyü kast etmiyorum. Toplumsal statüden bahsediyorum. Herkesin, birlikte her işi yaptığı. Erken başaranın-öğrenenin diğerlerine aktardığı. Uyuma, pratik bilgiye ve tecrübeye dayalı bir ilişkide, daha uyumlu, daha pratik ve daha tecrübeli olanların gördüğü hakkedilmiş saygıyı kastediyorum.

İki ayağımızın üzerinde durmanın başka keskin sonuçları da oldu. Eller, ellerimiz. Dört ayak giderken bir işleri vardı. Şimdi hareket etmek için iki ayak yetiyor. Bizim ön ayaklar yani eller boşa çıktı. Eh doğayı az buçuk tanıyorsunuz, işsizliğe hiç tahammülü yok. Ya bir işe yarayacaksın ya da yok olacaksın. Başladık elimize sopaları, kemikleri, taşları almaya. Elimizdekiyle birinin kafasına kafasına vurmayı henüz akıl edemesek de toprağı kazıp kökleri çıkarmayı, kabuklu yemişlerin kabuğunu kırmayı, yaralı hayvanları veya leşleri parçalamayı bu etraftan topladığımız materyallerle yapabiliyoruz. Ah şu dalın ucu biraz daha sivri olsa, ah şu kemiğin tepesi biraz daha yuvarlak olsa, hele bu taş yok mu bu taş, ortasında biraz oyukluk olsa ne de iyi olacak. Cevize vurdukça fırlayıp gidiyor, halbuki geçen bir oyuk taş bulmuştum, yemişleri fırlatmadan-kolayca kırabilmiştim.

İşte boşta kalan ve alet kullanarak gelişen ellerimiz bir süre sonra ihtiyaca göre kabaca şekillenmiş aletler üretmeye başladı. Sihirli sözcüklerimiz hemen gelsin; “abra cadabra” veya Türkçe karşılığıyla “halla hoop tereyağlı ballı ekmek”. Hoop bizim Homini ilk defa alet üreterek oldu mu size Homo, yani insan? Başta taş olmak üzere birkaç temel ve bol bulunan hammaddenin kırılma, şekillenme dinamiklerini çözmeyi başaran, bugün adına “teknik zeka” dediğimiz bir zekam daha var artık.

İnsan olduk ya, bizi durdurabilene aşk olsun. Bir taşı diğer bir taşa vurdum; rastgele bir keskinlik, bir sivrilik bir de çukurluğu olan bir alet yaptım. Korksun benden artık kökler, bitkiler, yemişler, meyveler. Hayvanlar? Yok, benim elimdeki taş onlarda işe yaramıyor, o yüzden ben onlardan korkuyorum hala. Korkuyorum da bu duruma da bir çare bulmalı, bir kılıç dişli kaplanın dişlerine, bir geyiğin boynuzlarına, bir kurdun pençelerine bakarak şekillendirdiğim taşlar, onlar gibi bir işe yaramıyor.  Ama sivri kısmı biraz büyütüp, keskinliği iki tarafa versem, elimden fırlatabileceğim kadar hafif ancak çarpınca zarar verecek kadar ağır olsa... Ne demiş Arşimed? Eureka. Bizim Homo (ki o zaman arkadaşları Ergaster diyor kendisine) Arşimed’i tanımaz etmez ama elindeki Aşölyen ile bir hayvanı avlamayı başarınca o da kendince sevinç naraları atmıştır kesin.

Elimizdeki bilgileri alt alta toplamadan evvel bir önemli gelişim evresine daha göz atalım ne dersiniz? Ateş.  Öyle nişan al, ateeeş! değil canım, bildiğiniz ateş. Sağ olsun yıldırımı var, aşırı sıcağı var, arada ortalık kendiliğinden yanıp duruyor. İnsanı bir tarafa, hayvanı bir tarafa, kaçan kurtuluyor, bitkiler –ağaçlar kaçamadığı için cayır cayır yanıp ölüyor. Yangının sonlarına doğru cesaret edip yaklaşabilirsen ödülün büyük; yanan veya tüten bir dal parçası başka dallar ve otlarla beslediğin sürece senin en büyük hazinen. Yırtıcılardan güvende geçen geceler mi dersin, ateşte kabuğu kolayca ayrılan yemişler mi? Ateşe tutunca daha parlak ve sivri olan ağaç ve kemik aletler mi dersin, erimiş yağlarıyla hiç bilmediğin tatlar sunan etler mi? Ohh değmeyin keyfime diyeceğim ama, öyle ya da böyle ateş sönüyor bir şekilde. Şimdi işin yoksa bir başka yangını bekle dur. Ne dedin? Geçen yuvarlanan kayalar yangın mı çıkardı? Var bu işin içinde başka bir iş. Haydi o kayaların oraya varalım, bakalım ateşin sırlarına erişebilecek miyiz?

Yahu Cumhuriyet bu yazının neresinde diye sitem etme sevgili okuyucu, dedim ya Arkeologların temel problemi bu; daha dur ateşi yeni keşfediyoruz, elbet bir ara cumhuriyeti de icat edeceğiz... Söylencemiz sürecek. VİYA BÖYLE !

Tüm yazılarını göster