Cumhuriyet ve yolsuzluk: İmgeyle gerçek arasındaki düş kırıklığı
Yeni yüzyılda kimsesizlerin kimsesi olan bir Cumhuriyet'i yeniden inşa etmek, kaybedilen şeyin ne olduğunu, nerede aranması gerektiğini bilen, ona en çok muhtaç olanları kapsayan bir siyasetle mümkün.
Fransız Devrimi’nden sadece dört yıl sonra, Cumhuriyet’in yolsuzluk ve yozlaşma kuşatması altında tehlikeye girdiğini düşünen Robespierre, onu bir ‘giyotin terörüyle’ korumaya girişti. Sonunda kendisi de radikal eyleminin kurbanı oldu. Ölmeden önce günlüğüne hayal kırıklığı taşıyan şu notu düştü: “İmgesinin peşinden bizzat gittiğim bu erdemli Cumhuriyet’ten artık kuşku duyuyorum.” (1) Robespierre’in idamından sonra, yolsuzluğa karşı katı tutumundan dolayı “devrimin ahlakı” olarak anılan Saint-Just şöyle soruyordu: “Ne terör ne erdem isteyenler, aslında ne ister?” Çünkü Cumhuriyet’in erdeminin başının kesildiğine inanıyordu. Nitekim yeni kurulan gerici Termidor iktidarı aradığı yanıtı kısa sürede verdi: Yolsuzluk, kişisel zenginleşme, mali spekülasyon ister!
Fransız Devrimi’nin koruyucularını düş kırıklığına uğratan şey, üzerine titredikleri Cumhuriyetlerinin taşıdığı imge ile onun pratikteki hali arasındaki uçurumdu. “Dünyanın neresinde bir yoksul varsa, Fransız Cumhuriyeti’nin vatandaşıdır” denilerek somutlanmış bu imge, bizim Cumhuriyet’in de henüz ilk gününden başına kondurduğu halenin doğrudan ilham kaynağıydı: “Kimsesizlerin kimsesi…”
Ne var ki, Cumhuriyet’in geçmiş yüzyılına bakarken tıpkı Fransız devrimcilerin yaşadığı türden bir kuşku ve düş kırıklığı kaplıyor insanı. Zira, Saint-Just’un asırlar önce sorduğu o soru, bugün çok daha hayati görünüyor: Kimsesizlerin kimsesi olma erdemi nasıl yitirildi?
ÖZEL ÇIKARIN HAKİMİYETİ: YOLSUZLUK VE YOZLAŞMA
Yolsuzluk yaygın biçimde, kanunların çizdiği sınırları aşarak maddi ve siyasi güç edinme olarak tanımlanır. Bir hukuk meselesi olarak görülür ve çoğunlukla siyasetle ilişkilendirilir. Oysa Cumhuriyet’in erdeminin esası, maddi ve siyasi imkanların belli bir zümrenin, sınıfın, elitin eline geçmesine değil, adil ve eşit dağıtılması fikrine dayanır. Kurumlar ve yasalardan oluşmuş kuru bir iskelet olmaktan çıkarıp Cumhuriyet’e büyüsünü veren bir ‘kök fikirdir’ bu. Bir Cumhuriyet’in uğruna mücadele edilecek devrimci karakteri buradan gelir.
Fransız devrimciler yolsuzluk ve yozlaşma denildiğinde, iktidarın özel çıkarlara hizmet eden her türden pratiğini anlıyorlardı. Haliyle Cumhuriyet’i koruma görevi de özel çıkarın, kamu çıkarının üzerinde hakimiyet kurmasını önlemekle mümkündü.
Peki bizim Cumhuriyet böyle bir karaktere sahip miydi?
***
1923’e giden yolu açan 1908 Devrimi’nin ilk hedeflerinden birisi de yolsuzluklar ve devletteki yozlaşmaydı. İstanbul sokakları “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” sloganlarıyla sarsılırken, yolsuzlukları ile nam salmış paşaların konakları, devlet hazinesinden çaldıklarını kaçırmamaları için basılıyordu. Çatışmalarda ölenler oluyor, gazeteler yolsuzluk yapanları isim isim yazıyordu. Keza Anadolu’daki vergi isyanlarının da, baskın bir eğilime dönüşmemekle beraber, halkla devrim arasındaki ilişkiyi sağladığı aşikardı.
Lakin kısa sürede bu düşüncenin imparatorluğu bir arada tutmanın yolu olarak bir milli sermayedar sınıfı yaratma arayışına evrildiğini biliyoruz. Sonrası malum; sermaye birikiminin rotasını belli bir etnik-dini gruba çevirmek için türlü yöntemin siyasal pratiğe dönüşmesi ve yeni devlet oluşumunun çekirdeğine yerleşmesi: Çetecilik, sürgün, gasp, katliam vs… Türkiye’nin sermaye sınıfı daima bu doğum lekesini taşır işte. Cumhuriyet’in 100 yıllık tarihi aynı zamanda devlet zoruyla mülkiyet değişiminin, sermaye birikiminin önünün açılmasının da tarihidir çünkü. Dolayısıyla yolsuzluk ve yozlaşma, sermaye birikim sürecinin yoldan çıkmış hali değildi; bizzat karakteriydi. Devlet-sermaye-siyaset ilişkileri içinde sürekli yeniden üretilen bir karakter…
GENÇ CUMHURİYET’İN YOLSUZLUKLA İMTİHANI
Mesela; milli sermaye birikimini hızlandırmak maksadıyla kamu kaynaklarıyla kurulan İş Bankası, kısa sürede etrafında siyasetçi-bürokrat-sermayedarlardan oluşan bir çıkar grubu yaratmıştı. İsmet İnönü onlara, ‘İş’in Fransızca karşılığına atıfla, ‘Aferistler’ diyordu. Görünüşte bir yolsuzluk ve yozlaşma vakasıydı ancak aslında devletin nasıl bir ekonomi politikasına sahip olması gerektiği konusunda yaşanan ve Cumhuriyet’in geleceğine damga vuracak bir siyasal kamplaşmanın tezahürüydü. Kemal Tahir, Yol Ayrımı romanında İnönü’nün, Celal Bayar’ın öncülüğünü yaptığı ‘Aferistleri’ kastederek, “Ben devletin parasını bunlara yedirmem’ diye Meclis koridorlarında bağırarak dolaştığını yazar.
İnönü’nün, Aferistler’e karşı en etkili hamlesi, Cumhuriyet tarihinin ilk yolsuzluk olayı sayılan ‘Havuz Yavuz Davası’ydı. Osmanlı’yı savaşa sokan Almanların Yavuz zırhlısının onarımı için açılan havuz ihalesinin Fransız şirkete verilmesinde yaşanan yolsuzluklar, İnönü’nün soru önergesiyle yargıya taşınmış, Bahriye Vekili İhsan Bey ceza almıştı. ‘Aferistler’ bunu kendilerine karşı siyasi bir hamle olarak görmüştü ve yanıtları gecikmedi. Bu sefer yolsuzlukla suçlanan İnönü’ye yakın bir isim olan Ali Cenani Bey’di. Ticaret Vekaleti’nin başında bulunan Cenani Bey, kıtlık zamanı özel bir kanunla mısır, buğday ve un ihtiyacının karşılanması için tahsis edilen 500 bin lirayı, yasaya aykırı anlaşmalarla bazı tüccarlara aktarmakla suçlanıyordu. Meclis’in kurduğu soruşturma komisyonunun başında ‘Aferistler’in önde gelen isimlerinden Yunus Nadi vardı. Bayar ve ekibi yolsuzluk olayını siyasi bir hesaplaşmaya çevirmişlerdi. Bu dava da Yüce Divan’la sonuçlandı.
Yani henüz Cumhuriyet’in gençlik yıllarında dahi pek çok yolsuzluk vakası ortaya çıkmıştı. Fakat hepsi sermaye-siyaset-bürokrasi ilişkilerini içeren bir siyasi kamplaşmanın, Cumhuriyet’in nasıl yönetileceği ve iktisadi olanaklarının nasıl paylaşılacağı kavgasının bir parçasıydı.
1940’lı yılların savaş ekonomisinin getirdiği karaborsacılık ve vurgunculuk üzerinden yeni tüccar sınıfının, Garanti Bankası’nın doğması; 50’lerdeki liberalleşmeyle beraber tercihli krediler, altyapı ihaleleri vb. yolla yeni inşaatçı sınıfının büyümesi; ithal ikamecilik döneminde kamu işletmelerinin sağladığı hammadde, korumacı ulusal pazar önlemleri sayesinde bir kısım sermayenin holdingleşmesi, eşzamanlı olarak yedek parça kaçakçılığına kadar varan altın ve döviz kaçakçılığının yeni bir asalak zümre yaratması ve illegal ekonominin, piyasanın ihtiyacına denk düşecek şekilde legal ekonomiyle entegrasyonu… Kısaca Cumhuriyet tarihi boyunca yolsuzluk ve yozlaşma, devlet eliyle hızlandırılan sermaye birikimiyle hep iç içe ilerlemiştir.
İSTİSNAİ BİR AN: İKİ CUMHURİYET ÇARPIŞIYOR
Ama istisnai bir ‘anın’ altını çizmek lazım burada. Bu ‘an’, her şeye rağmen Cumhuriyet fikrini ayakta tutan Aydınlanmacı eğitim sayesinde yetişen yeni aydın kuşağının, öğrencilerin ve sermaye birikiminin dünyadaki iş bölümüne uyumlu gelişmesi adına yeniden düzenlenen emek rejiminin yarattığı örgütlü işçi sınıfının politik birer özne olarak sahneye çıkmasıydı. 60’lı ve 70’li yıllar emek yanlısı bir Cumhuriyet ile sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir Cumhuriyet’in de kavgasıydı.
Bu iki darbe, Cumhuriyet’in bir imge olarak dahi olsa taşıdığı ‘erdemi’ tümüyle silip süpürdü.
İthal ikameci politikalarla ulusal pazarda tüccarlıktan sanayiye evrilip holdingleşmiş büyük sermayenin uluslararası pazarlarla bütünleşme arzusu ile toplumun emekçi kesimlerinin talepleri çelişiyordu. Çelişki, 12 Mart Darbesi'nin devleti yeni baştan kurgulamasıyla çözüldü. Kontrgerilla, ülkücü komandolar, mafyatik örgütlenmeler de vardı yeni kurgunun içinde. Etnik, dini bir ayrımcılık tezgâhına sokulup, zorbalıkla paramparça edildi toplum. Ve sermayenin değişim rotasında yeniden ıslahını sağlayacak ideoloji de Türk-İslam senteziydi.
Küresel konseptle de uyumluydu süreç. ABD’nin ‘yeşil kuşağı’, İran Devrimi, Afganistan’da Sovyet yanlısı rejimi yıkmak için Pakistan üzerinden Taliban’ı silahlandıran ABD’nin başlattığı mücahit savaşı, bir tür siyasal İslamcı enternasyonal fikri de doğuruyordu. Hani iki bela aynı anda musallat edildi desek, abartı olmaz: Afganistan merkezli ‘yeşil kuşağın’ güçlendirdiği siyasal İslamcılık bir yanda; oradan akan tonlarca uyuşturucunun sonucu mafyalaşma, yozlaşma ve kontra faaliyetler diğer yanda… Türkiye’ye 40 yıldır yön veren siyasetin anatomisi neredeyse bu iki omurgada şekillendi işte.
12 Eylül’ün hayata geçirdiği 24 Ocak Kararları'nın öngördüğü finansal serbestleşmenin ilk ürünü de Suudi sermayesiydi. 14 Aralık 1983’te göreve başlayan Özal hükümetinin iki gün sonra yayımladığı kararname özel finans kurumlarına izin verilmesi üzerineydi. 1985’te Faysal Finans ile Albaraka Türk kuruldu. 89’da Kuveyt Türk, 95’te İhlas Finans, 96’da Asya Finans kuruldu. Özal’lı yıllar bu değişime eşlik eden bir yolsuzluk ve yozlaşma şahikasıydı aynı zamanda. Dış ticarete dayalı büyümenin aktörleri ve döviz ihtiyacı, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca illegal ticarette birikim yapmış olanlardan devşiriliyordu. Özal’ın dönemin ünlü organize suç liderleriyle İsviçre’de yaptığı zirve, 1988 yılında SHP tarafından Meclis’e taşınmıştı örneğin. Altın, uyuşturucu, silah kaçaklarının birçoğunun sicili temizleniyor, yeni ekonominin içinde birer ihracatçı, inşaatçı ve turizmci olarak aklanıp paklanıp karşımıza çıkıyordu.
Özal ailesinin etrafındaki çıkar ağları, hazine yağması, bütçeyi sayısı belirsiz fonlarla denetim dışına çıkarıp karanlık bir alana çekerek yandaş sermaye gruplarına para aktarılması, neredeyse sıradanlaşmıştı. Yolsuzluk ve yozlaşma, devletin istihbarat örgütünün basına sızdırdığı bir raporla (1. MİT raporu) ortaya dökülmüştü. Ve bir kez daha siyaset-ticaret-devlet ilişkisi içinde cereyan eden kirli ilişki ağı, siyasetin rotasını belirleyen bir hesaplaşmanın vesilesi oluyordu. Susurluk tam da buradan doğdu işte.
SUSURLUK’TAN GÜNÜMÜZE: KAYBOLAN İMGEYİ BULMAK
Devlet iktidarının, kamu çıkarı üzerinde hakimiyet kurmuş özel çıkar gücünün yeniden dağıtıldığı, üstelik finansal serbestleşmenin yarattığı muazzam olanaklarla patlayan rant ekonomisinin hakimiyet kurduğu yeni bir evreye geçilmişti. Uyuşturucuyu, iç borçlanma araçlarıyla hazine ve bütçe soygununu, kamu bankaları kredilerinin talanını ve özelleştirmeyle Cumhuriyet’in iktisadi imkanlarının paylaşımını beraberce okumak gerekiyor.
Bütün bu karanlığın içinde Cumhuriyet fikrinden de geriye ne kaldıysa, ‘bölücülük ve yıkıcılık faaliyetleriyle mücadele' adı altında, aydın kırımına varan bir siyasal şiddet pratiği sergileyen devlet nizamının eliyle, tıpkı bir kurbanın sunağa çıkarılması gibi, boynuna halat geçirilip sürüye sürüye Siyasal İslam’ın önüne atıldı. Sermayenin yarım asırdır hayalini kurduğu Cumhuriyet mülkünü paylaşma hevesi, bir iskelet halinde dahi Cumhuriyet rejiminin yaşamasıyla çelişiyordu. Siyasal İslam’ın yapması gereken tek şey, kimsesiz bırakılmış olanları büyülemekti. Bunu da hakkıyla başardı doğrusu. Cumhuriyet’in, Fransız Devrimi’nden ilham almış halesi, trajik biçimde bir karşı devrim dinamiğinin itici gücü oldu. Şimdi o gücü tutmak için elinden gelen yıkıcılığı sergiliyor.
Yeni yüzyıla bir Cumhuriyet umudu taşınabilecekse eğer, bunun yolu ancak kimsesizlerin kimsesi olabilecek bir Cumhuriyet fikrini yeniden inşa etmekten geçiyor. Bu da kaybedilen şeyin ne olduğunu ve nerede aranması gerektiğini bilen, ona en çok muhtaç olanları kapsayan bir siyasetle mümkün.
NOTLAR:
(1) Robespierre, Peter McPhee, çev: Süha Sertabiboğlu, İş Kültür Yayınları