Cumhuriyeti vatanseverlikten korumak

Afrin’den Zagros’a kesintisiz bir mega - tampon bölge. İsteyen “Misak-ı Milli” der, dileyen “Osmanlı’nın ihtişamına geri dönüş”, olmadı “ileri çıkmazsak eldekinden oluruz”, meşrebine göre böyle devam eder. Mavi Vatan, siber-vatan, bitmeyen bir mücadele, tükenmeyen düşmanlar, işte beka meselesi velhasıl.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Sessiz sedasız diyeceğim bir harekâtlar zinciri süregidiyor Türkiye-Irak sınırında. Açıklanmasa da amacın yaklaşık 30 km. derinliğinde bir “tampon bölge” kurmak olduğu anlaşılıyor. Yine o büyülü uzaklık: Kadıköy-Tuzla, Kızılay-Esenboğa kadar. Sınırı alıyor, az öteye taşıyorsunuz, ulusal güvenlik böylece sağlanıyor.

Tampon bölge denilen çoğu zaman “no man’s land” yani kimseye ait olmayan, nüfustan arındırılmış alan. Oradaki yerleşik nüfus tehdidin kendi. Üstelik verili örnekte kendi nüfusunuzun uzantısı, akrabaları. Yerli ve milli uygulama, muhasım nüfus unsurların arasına “dost” unsurların serpiştirilmesini de öngörüyor.

Ancak yerli ve milli yaklaşım ayrıca yerel yönetimi de doğrudan devralmayı öngörüyor. Fetihte, sikke kestirmek, camilerden hutbe okutmak gelenektir malum. “Yanlış çizilmiş” sınırlar düzeltiliyor. Kürt koridoru, beğenmediyseniz terör koridoru, kuşatma diyelim düz, yarılıyor. Hangi çılgının zincir vuracağına şaşılan şu boynu bükük ulus eğik başını nihayet doğrultuyor.

Anlaşılan o ki, Trump’ın ABD başkanlığının günbatımında, o alacakaranlıkta, yarım kalan işin tamamlanması da öngörülmüyor değil. Afrin’den Zagros’a kesintisiz bir mega - tampon bölge. İsteyen “Misak-ı Milli” der, dileyen “Osmanlı’nın ihtişamına geri dönüş”, olmadı “ileri çıkmazsak eldekinden oluruz”, meşrebine göre böyle devam eder. Mavi Vatan, siber-vatan, bitmeyen bir mücadele, tükenmeyen düşmanlar, işte beka meselesi velhasıl.

Yan ürün olarak, seçimle işbaşına gelmemiş gölgelerdeki iktidar odağının konumu pekiştirilip, kalıcılaştırılıyor. Ulusal çıkar deyince akan sular durur, vatan mevzu bahisse gerisi teferruattır. Ver mehteri! Daimi seferberlik, ilan edilmemiş OHAL, kendi kendine darbe. Yurttaşlık eziyettir, toprak uğruna ölen varsa vatandır.

Ve güzellik uykusunda CHP. Libya, Suriye, Irak hatta Kıbrıs: Bu dosyaların tümü dış politika seçkinlerine ait. Esasa müteallik değil, aksesuar. Soracak olsanız, zaten şimdi sırası değil. Hem ülkeye demokrasi gelecek, hem bölgeye barış –öyle, kendiliğinden. Bu dosyalarda adım atmadan nasıl olacak? Aynen Ermeni Soykırımı dosyası da böyle. Alıcısı yok. Öyleyse gündeme getirmeye gerek de. Bari Ermenistan’la sınır kapıları? Yok. Arada Azerbaycan var.

Suriye’de sekiz ila dokuz bin kilometrekare doğrudan denetim altında. Komşu ülkenin (devleti enkazlaşsa da, bir ülke değil mi hâlâ Suriye?) toplam yüzölçümünün yüzde beş ila altısına tekabül ediyor. Bu büyüklük KKTC yüzölçümünün kabaca iki katı. KKTC’de beş general ve otuz beş bin civarında askerimiz görev yapıyor halihazırda. Irak’ta bilinebildiği kadarıyla 24 ileri üsse son harekâtlarla 24 daha ekleniyor. Artık geri dönüşü yok. Bıçak kemiğe dayanmış. Öyle deniyor. Beka.

Başkanlık rejimi “alternance” yani nöbetleşme, ardaşıklık demek. Bu alışılmadık “yeniliğin” bir anlamı artık taşa kazılı “ulusal çıkarlar” manzumesi yok demek. Liyakat vb. olmazsa olmaz ve teknik konular dışında, iş başına gelen başkanın kendi dilediği, kendine yatkın üst düzey bürokratlarla çalışması demek. O üst düzey bürokratlara askeriye ve istihbarat da dahil, hariciye olduğu denli. Devlette devamlılık esas değil artık, aksine.

Geçmişi yüceltmek, hayırla yâd etmek bir gelecek tasarımı değil. Tasarımın taslağı olur. Seçmece anlatı, o potansiyel şablonun yerini tutmaz. Geriye dönüş, dönüşüm değildir. Taslağa göre yürütülen yönetim eylemleri, dönüşümün kenar çizgilerini, köşelerini belirler. Ağızda bir çiçek, latif bir bahar gününde, bir ağacın altına uzanıp yarı kapalı gözlerle kurulan “bir kotram olsa adını ne koyardım?” hayali, bir gelecek tasarımı değildir örnekse.

Bu bağlamda, CHP’ye “iktidarınızda motorlarımızı maviliklere sürebilecek miyiz?” diye sormuyoruz. “Libya, Kıbrıs, Suriye, Irak yani süregiden bu üç buçuk savaş ne olacak?” diye soruyoruz. Nasıl bir dönem CHP’den milletvekili olan ve daha sonra adeta “yandım Allah!” diyerek uzaklaşan eski AİHM yargıcı ve emekli Büyükelçi Rıza Türmen, Venedik Komisyonu kayyım raporuna uymanın, hukuk devleti ve demokrasi olup olmayacağımızı tanımlayacağını anlatıyor, aynı soruyu başka yerden soruyoruz.

Filozof Roger Scruton, “düzenin alternatifi özgürlük değil (zira özgürlük de bir nevi düzen demekti ki düzenin en büyük amacı buydu zaten), düzensizlik, gelişigüzellik ve yozlaşmaydı” diyor*. İşte CHP’den beklenen kamu düzeniyle, ulusal güvenlik özgürlük arasında nasıl bir denge kuracağı değil. O her koşulda uzak durulması gereken yapay denge, ceberrut devlet baskı aygıtının özü. Tıpkı içi boş, somut hukuksal içerikten yoksun kardeşlik ve hoşgörü söylemlerinin olduğu gibi.

Dinçer Demirkent’in kavramsallaştırdığı şekliyle: “Yurttaşlık haklarından hukuksuz biçimde mahrum bırakılmak sadece bireyler için değil cumhuriyetin geleceği bakımından da büyük bir yıkımın taşlarını döşüyor.” Yine bu sütunlarda Azmi Karaveli’nin CHP ve diğer muhalefete çağrısı gibi: “Korkmadan Suriye’de, Irak’ta, Libya’da ne işimiz var deyin, barış talep edin.”

Tüm bunlar aynı bütünün parçaları. Türkiye Cumhuriyeti’ni devasa bir büyükşehir belediyesi sanma yanılsaması olarak adlandırdığım sakınca da bu. Tasarımdan, taslaktan söz ettim ya. İşte düşünceyi sonuna dek götürebilme cüreti bence önemli. Düşünceniz “nihai çözüm” ise o yolun sonu asimilasyona, tehcire, soykırıma ve kaçınılmaz biçimde oligarşiye, diktatörlüğe, kleptokrasiye çıkıyor. Bunların karşısına aynı düşünsel keskinlik, zihin açıklığı ve hepsinden önemlisi “cüret, cüret ve daha fazla cüret” ile çıkmak gerekiyor.

İstanbul’un Gülhane, Dolmabahçe, Moda, Kalamış, Caddebostan gibi bazı semtlerinde oralara nereden gelip yerleştikleri tam bilinmeyen yeşil papağan (“sultan papağanı” diye uyduran da var) kolonileri yaşıyor. Toplam nüfuslarının 2 bin 500 civarında olduğu tahmin edilen bu güzel hayvanlar, çetin yaradılışlı çıktılar, soğuk kış mevsimlerini dahi atlattılar. Acaba martı, karga, güvercin, serçe nüfusu ne kadardır?

Bu parlak tüylü tropikal kuşlarla özdeşleştiriyorum bazen bizleri. Şu madenlerdeki kanaryalar gibi değil, bunlar dayanıklı. Dayanıklılar da ara sıra görünüp, hoşa gitmek dışında dikkate alınacak bir durumları yok. Sayıları az. Ne yapsalar buraya ait olmadıkları savlanıyor. Hayatta kalabilmek de bir yetenek ama süs yerine konmak bıktırıcı olabiliyor. Muhatap alınmak uğruna martılaşmak, kargalaşmak ise yakışıksız, iğreti duruyor. Yeşil papağan kalmak ise belki biraz cüret işi ama yaygın görüşün aksine aymazlık yahut romantik fantezi değil.

*Şarapsever arkadaşım Barış Akyıldız’ın önerisiyle elime aldığım “İçiyorum Öyleyse Varım: Filozofun Şarap Rehberi” (Roger Scruton, Aylak Kitap, Çeviri: Akın Terzi) kitabını, şarap sevin sevmeyin, hepinize ben de naçizane önermiş olayım. Kitap hayata dair, şarap da hayatın içinde.

Tüm yazılarını göster