Cumhuriyetin Dersim’i, Dersim’in Cumhuriyeti
1950’den bugüne Tunceli ili kadim Dersim’den, bugünkü Tuncelililik de kadim Dersimlilikten koparılmışsa da hâlâ cumhurun muzır parçası, hâlâ müzmin muhalif imajıyla gündem olabiliyor ora ve oralılar.
Bülent Bilmez*
Osmanlı ve Türkiye gibi periferi ülkelerde ulus-devletin ulusu öncelediği, yani muhayyel bir ulus adına elitler tarafından kurulan modern devletlerin kendi uluslarını inşa ettiği, günümüzde sosyal ve beşeri bilimlerde iyi bilinen bir gerçekliktir.** Çoğu zaman ulus-inşa sürecinin başlangıcı ulus-devlet kuruluşundan önceye gider ve devletin ulusunu inşası bu sürecin devamıdır. Ancak nihayetinde ortaya çıkan ürün (ulus), ulus-devlet öncesi dönemde inşacı aydınların öngördüğü ulus olmaz. Ulus-devletin kuruluşu ve yönetimi süreci başladığında, ulusçuluk, artık ulusçulara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir!
Tahayyül, plan ve inşa bağlamında, cumhuriyet ile cumhur arasında benzer bir ilişkiden söz edilebilir mi tartışılır, ama genelde ihmal edilen bir başka konuda benzerlik oldukça aşikardır: En iyi örneklerinden birini oluşturan Türkiye’deki gibi üçüncü dünya cumhuriyetleri, cumhur tarafından kurulmaz; tersine, elitler tarafından cumhur adına kurulan cumhuriyet, kendi cumhurunu kurar! Hatta bunu kısmen cumhura rağmen yapar. Nitekim, cumhuriyet, cumhura bırakılamayacak, ciddi işlerdendir!
Biraz tarih bilenlerin ve fanatizmle gözleri körelmemişlerin hemen göreceği bu genel gerçeklikten yola çıkarak Türkiye Cumhuriyeti'nin halktan ne kadar kopuk kurulduğu hikayesi de yazılabilir, ‘modern devletin zaten bundan ibaret olduğu’ argümanı üzerinden bu durum normalleştirilebilir de… Halkın iyiliğini halktan iyi bilme anlayışıyla izlenen radikal yol ve yordamdan dolayı jakobenizm eleştirisi de yapılabilir, bunun devrimlerin ve devrimciliğinin gereği olduğu savunusu da…
Tartışmak isteyen varsın bunları tartışsın, gelin ben size bu genel çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti ile Dersim Alevileri arasındaki yüz yıllık aşk-nefret ilişkisini anlatayım…
Cumhuriyetin tüm cumhura farklı şekillerde gösterdiği, (çoğu zaman boğucu) aşk ile (farklı ‘şiddet’ ve derecelerde) nefret ve husumet hikayesi içindeki küçük, ama öne çıkan, ayrıksı bir parçadan söz ediyoruz Dersim deyince…
Elbette hikayemizin, bir ön-hikayesi (ön-tarihi) var, ama ne kadar geriye gitsek yeterli olmayacak bu süreci bir gazete yazısında ele almak imkansız olduğu için bunu bir yana bırakıyorum.
Kısa yazmayı beceremeyen bir hikayeci/tarihçi olarak, aslında bir hikayeye/öyküye (akademik makale) bile sığmayacak, ancak bir romana (monografi) konu olabilecek bu hikaye (mesele) hakkında, bir gazete yazısı vesileyle yapılabileceğim tek şey, genel notlar düşmek olabilir…
HİKAYENİN BAŞLANGICINDA HERKES ASİYDİ
1920 yılında Ankara’da kurulan isyancıların gayrimeşru hükümeti için en büyük dertlerden biri, bizzat isyan ettiği dönemin meşru hükümeti İstanbul idi. Dönemin erk meşruiyetinin iki önemli dayanağı olan ve son birkaç onyılda (özellikle Abdülhamit dönemi politikaları sayesinde) ilk olarak halka da mal edilmiş olan semboller olarak sultan/saltanat ve halife/hilafet hâlâ İstanbul’daydı. Ankara onun adına hareket etme söylemiyle var olabiliyordu ancak.
Diğer yandan, güya Ankara’nın varoluş gerekçesi olan asıl büyük dert olarak, Yunanistan’ın Anadolu’da başlattığı ‘işgal’ hareketi yanında daha küçük ama asla küçümsenmeyecek bir dert de hâlâ Osmanlı topraklarında yaşamakta olan ve henüz kendisinin olmayan cumhura (halklara) otoritesini kabul ettirmekti.
Daha hikayenin ilk aşamasında, karşımıza bu bağlamda bir ‘dert’ olarak çıkan Dersim gerçekliği özellikle askeri elitlerin iyi bildiği kadim bir ‘bela’dır ve yeni konjonktürde belanın büyümesi söz konusudur: Askeri bürokrasinin öncülüğünde, sivil bürokrasiyle ittifak içinde ve yerel elitlerle işbirliğine dayalı Ankara’da ortaya çıkan alternatif güç merkezi, kendi asi statüsü hâlâ devam ederken, bir yandan da savaş sonrası koşulların yarattığı ‘uygun’ ortamdan yararlanmak isteyen diğer tüm alternatif aktörleri, yani (yerel ve ülke çapında) olası güç merkezlerini tasfiye etme sürecine, Dersim coğrafyasının doğal parçası olan Koçgiri ile başladı. Kurulan yeni devletin ve onun hizmetindeki tüm resmi ve sivil aktörlerin ‘isyan’ olarak anacağı 1921 Koçgiri harekatı, Osmanlı’dan devralınan ‘Dersim sorununu’ ortadan kaldırmak ya da dönemin kimi aktörlerinin deyişiyle ‘Dersim çıbanı’nı ‘ameliyat’ etmek üzere atılmış, Ankara hükümetinin ilk adımı idi. Adımı atan ordu ve harekâtın başındaki askeri ve paramiliter aktörler Osmanlı’dan henüz kopmadığı için bu harekât aynı zamanda Osmanlı’nın son Dersim operasyonu (ameliyatı) olarak da görülebilir…
Henüz cumhuriyetin ilan edilmemiş olması sayesinde midir bilinmez, o sırada Ankara’da toplanmış olan millet/halk meclisi bu harekâtın ruhunu ve kendisini olmasa da Nurettin Paşa gibi askeri ve Topal Osman gibi paramiliter liderlerini, uyguladıkları şiddet ve terör nedeniyle mahkum etmişti.
Nisan 1923’te bu meclisin tasfiyesinden sonra, Haziran seçimleriyle kurulan -Mustafa Kemal’in deyişiyle- “kız gibi” mecliste, önce tartışmalı Lozan Antlaşması onaylandı, sonra da küçük bir anayasa revizyonuyla gerçekleştirilen büyük cumhuriyet ilanı geldi. Bundan sonra Cumhuriyet, 1935 yılına kadar kısmi neşter müdahaleleri ve merhem niyetine geçici önlemler (yol-köprü, mektep, kışla-karakol) aracılığıyla kontrol altında tutulmaya çalışılan çıban olarak Dersimi, daha başından, olmaz olası belalı cumhur olarak kodlamıştı. Modernleşme sürecinin doğal parçası olan merkezileşme çabalarında, özellikle Abdülhamit döneminde, önemli başarılara imza atan Osmanlı devleti, aynı başarıyı Dersim’de elde edememiş, derinlemesine nüfuz konusunda istediği noktaya gelememişti.
1925-35 arası Kürdistan başta olmak üzere tüm ülkede oldukça ‘başarılı’ bir hikaye yazmış olan yeni rejim için, bir türlü mutileştirilemeyen bir coğrafya olarak, Cumhuriyet rejiminin üvey cumhuru olan Alevilerin yoğunlaştığı Dersim, her biri devletin gözünde ne idüğü belirsiz Kızılbaşlık, Kürtlük, Zazaca dili, derebeylik ve vahşi dağlılık gibi nedenlerle medenileşmeye, yani ‘devletin cumhuru’ ve ‘muti’ yurttaşı olmaya direnmekte kararlı görünüyordu.
Diğer taraftan bakıldığında, İslamcı fanatizmin ‘Kızılbaş düşmanlığı’ ile pozitivist fanatizmin ‘Kızılbaş anlamamazlığı’ çizgisinde Dersim, kavranması bir yana maşayla tutulması bile zor bir kor olarak, ancak küle çevrilerek ilişki kurulabilir bir olguydu.
DERSİM-KIRIM: YA MUTİ OLACAKSIN YA DA ÖLÜ!
1935 sonunda çok özel Vilayet Kanunu, Dersim’in adının Munzur olarak değiştirilmesi teklifiyle meclise getirildiğinde, asıl niyetin 1936 yılı başında kurulacak sömürge valiliği niteliğindeki Dördüncü Umumi Müfettişlik aracılığıyla Dersim denen memleketi yakıp küle çevirmek, çölleştirmek olduğu anlaşılıyordu. Meclis komisyonlarındaki görüşmeler sürecinde gizemli bir şekilde adı önce Tunç Eli, sonra Tunçeli ve en son Tunceli olan yeni vilayette, iki yıl boyunca daha önce mutileştirilmişlerin de arada yandığı operasyonlar yürütüldü; 1937’de İç-Dersim’de ve 1938’de neredeyse tüm Dersim’de mutilerin de arada kaynadığı (!) koca bir kazan kuruldu.
1935-47 arasında gerçekleştirilen plan doğrultusunda, Dersim çıbanını sadece neşterle kazımak değil, çıbanlı uzuvları ve gerekirse vücudun tamamını kaybetmeyi göze alarak devlet -Akif’in “tek dişi kalmış canavar misali”- elinde baltayla Dersim dağlarına daldı.
Niyet, bu sefer sorunu kökünden çözmekti.
1921’de milletin bir kesimine karşı terör estiren komutanını mahkum etme erdemine sahip milletin Meclisi 1923 yılında tasfiye edildikten sonra, onun yerine geçen Cumhuriyetin Meclisi, 1938’de cumhurun bir kesimine karşı soykırım düzeyinde terör estirmek üzere Abdullah Alpdoğan paşayı, devletin tunç eli olarak 1936 başında Tunceli’ye gönderdi.
İki yılda kısmen kan deryasına, kısmen çöle çevirdiği coğrafyanın fethini nihayet ‘başarılı’ bir şekilde tamamlayan modern fatih olarak Alpdoğan Paşa, devletin büyük takdirine mazhar olacak ve mükâfatlandırılacaktır. Süngünün, mitralyözün ve namlunun ucunda Dersim’e acımasızca ve hızlıca giren ‘medeniyet’i, cömert bir şekilde gökten bomba olarak yağdıran Sabiha Gökçen de bu hizmetinden dolayı madalyalardan payını alacaktı, ama Tunceli’nin merkez mahallesine ismini verme onuru Alpdoğan’a ait olacaktı. Alpdoğan mahallesi hâlâ duruyor mu bilmiyorum, ama Paşanın gölgesinin hâlâ Tunceli’nin üstünden kalkmadığını ziyaret için gidenler bile hemen görebilir.
1937 ve 1938 yıllarında bu coğrafyada yaşananların bir katliam olduğu, 2011 yılında bizzat bu ülkenin başbakanı tarafından dile getirildi; öldürülenlerin sayısının on üç binden fazla olduğunu gösteren resmi belgeler paylaşılarak… Bölge halkının kolektif hafızasında bu sayının on binlerle ifade edildiği de bilinerek…
Bazı vakalarda neredeyse seremonyal bir şekilde toplanarak katledilenlerin, yakılan köylerin, ölümden veya sürgünden kaçmak için insanlık dışı yaşam koşullarını kabullenerek dağlara ve mağaralara sığınan kalabalık sivillerin, hayvani muamele ve balık istifi taşıma yoluyla Anadolu’nun değişik yerlerine saçılan ve gittikleri yerlerde yeni travmalar yaşayan sürgünlerin tam listesi bilinmiyor… Devletin arşivleri kapalı olduğu ve Dersimliler hâlâ travmayı atlatmadığı için bu envanteri tutan bile yok. On yıllardır bu katliamların çetelesini tutan sevgili Cemal Taş’la böyle bir sistematik envanter için son üç yıldır çalışıyoruz, mevcut koşullarda ömür boyu çalışılsa bitecek gibi görünmüyor…
1948 tarihli “Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nde verilecek soykırım tanımına neredeyse tamamen uyan bu devlet operasyonları, devlete itaat etmeyen tüm Dersimlileri asi ilan ederek şiddet yoluyla boyun eğdirme ve gerekirse yok etme yolunu seçerken, aslında 1935 yılında gerçekleşen isim değişikliği aracılığıyla adından başlayarak bizzat Dersim’i yok etme veya haritadan silme amacı taşıyordu. Taammüden ve planlayarak işlenen cinayetin kurbanı bizzat Dersim olduğu için, yaşanan kırımı, Dersim-kırım olarak adlandırıyorum.
DERSİM’DEN BAKILDIĞINDA
İsyan/ayaklanma olmasa da onu yaratmayı/uydurmayı ve sonra bastırmayı çok iyi bilen, daha sonra oturup bunları bir güzel listeleyerek tarihini yazan devletin, yani 1920'lerden 1940'lara kadar cumhurlaştırma ile mutileştirmeyi bir tutan cumhuriyetin, şiddetli aşkına maruz kalan Türkiyeliler arasında, Türkleş(tiril)meye ve Sünnileş(tiril)meye (daha doğrusu devletin Türkü ve devletin Sünnisi olmaya) ve aynı anlama gelmek üzere mutileşmeye en çok direnen kesim olarak Dersimliler için, aslında Cumhuriyet o tarihe kadar pek ortalıkta yoktu zaten. Başkentin İstanbul’dan Ankara’ya kaydığını bilenler olabilir, ama bölgeye bugün gelen paşaların, eskiden beri ‘sel seferleri’ adı altında mevsimlik silip süpürme hareketi için gelen paşalarla aynı olduğunu herkes çok iyi biliyordu. Nasıl bilmesin: İstanbul’dan Ankara’ya geçiş sürecinde bölgede terör estiren Osmanlı paşası (Sakallı) Nurettin Paşa’nın yanında Koçgiri operasyonuna katılan damadı Abdullah Alpdoğan şimdi komutan, vali ve (nihai yargı makamı statüsüne de sahip) Dördüncü Umumi Müfettiş olarak 1937-38 operasyonun başında bölgeye geldiğinde, yaşanan katliamlar, köy yakmalar, yargısız infazlar ve yargı demeye bin şahit ister mahkeme süreci sonunda önde gelenlere sürgünler, hapisler ve idamlar, pek bir Osmanlı’ydı!
Sel seferlerini mevsimlik olmaktan çıkarıp kalıcı kılmış olan Alpdoğan Paşa sayesinde devlet, nihayet 1940'ların başından itibaren Dersim’in cenazesini kaldırma hazırlıkları yapmaktadır…
CUMHURİYET’İN DERSİM CESEDİ VE KURTULAMADIĞI HAYALETİ
Yüzyıllık tarihe sahip Cumhuriyet tarihi, diğer birçok şeyin yanında kuruluştan önce başlamış olan kişisel ve toplu cinayetler tarihidir… Jakoben modernist bir ulus devlet olarak arkasında bıraktığı cesetlerin sayısını bilmek olanaksızdır, çünkü tarihi yeterince araştırılamamış ve yazılamamıştır.
Ancak Dersim’de işlenen cinayet, adını nasıl koyarsanız koyun, bir coğrafyayı öldürme girişimidir; insanlarıyla, kültürüyle, diliyle, inancıyla ve bugün aynı zamanda doğasıyla…
Kalıcı sel, Dersim’i kan gölü altında bırakıp, o gölün ortasında kalan adaya Tunceli adı vererek, bu hikâyeye bir son verdiğini düşündü, ama 1990'lara geldiğinde bununla yetinmeyerek fiziki olarak coğrafyayı suyun altında bırakıp yok etme girişimi olarak görülebilecek baraj projeleriyle nihayet bu hayalini gerçekleştirmeye giriştiğine göre de bir şeyler ters gitmiş olmalıydı…
Dersim ölmemiş miydi yoksa… Hayaleti mi dolaşmaktaydı yoksa o dağlarda?
Galiba filmi fazla hızlı ileriye sardık… 1950'lerden 1990'lara kadar ne yaşanmış da devlet bu çılgın projeye sarılmaya karar vermiş? Bunu anlamak için, aradaki süreye bakmak gerekiyor.
Dersimli ve Tuncelili kimliğini bir arada taşıyan, kişilik bölünmesinden mustarip ‘TunçDersimliler’in ve ‘DersTunceliler’in memleketi olarak bu coğrafyanın insanları için 1950'lili yıllar, 25 yıllık diktatörlüğün ‘tek parti’si ve 1937-38’in sorumlusu CHP’ye ilk ciddi rakip olarak yine CHP içinden çıkan DP’ye 1950 yılı seçimlerinde oy verme onuru/tuhaflığı ile başladı… 1937 yılındaki (coğrafya ve içerik bağlamında kısmi) katliamın başbakanı İsmet İnönü’nün partisine karşı, 1938 yılında devlet otoritesi ile uyumlu ilişki içinde yaşayan mutileri bile kapsayan (coğrafya, araçlar ve içerik bağlamında total) kırımın başbakanı liderliğindeki Celal Bayar’ın partisine sarılma refleksinin adı nedir biliyorum. Cumhura düşman Kemalist düzene sözde ‘muhalif’ sağ partilerin, onlarca yıl sürecek iktidarlarında Aleviler başta olmak üzere cumhurun ‘ötekiler’inin başına gelenleri görerek, laikliğin görece daha sadık bekçileri olan CHP’ye zamanla yönelmelerinin de bununla ilgili olduğunu biliyorum. Ancak bunun, moda kavram işgüzarlarının pek sevdikleri Stockholm sendromu ile açıklanamayacağını, bu ucuz analiz yoluyla Dersim’e hakaret edenlerin, sadece çaresizlikleri ve sessizlikleri nedeniyle derinlerde bir yerlerinde suçluluk duygusuyla hareket ettiklerini düşünüyorum.
Bizzat radikal modernist, jakoben laikçiler eliyle dağıtılan Alevi yuvasından geriye kalan ocaksız, musahipsiz, ikrarsız Dersimlilerin, Tuncelilerin ve özellikle TunçDersimlilerin yıllar sonra laikçilerden medet ummaları, yaşanan felaketin boyutlarını gösterir. Anadillerini bırakıp en ‘resmi’ Türkçeyi en iyi konuşma çabaları da yaşanan asimilasyonun diğer boyutunu… Ancak bundan utanması gerekenler, sadece asilime edenler değildir; buna hâlâ sessiz kalan ve alternatif öneremeyen muhaliflerin utanç payı da büyüktür ki böyle ucuz analizlere sarılmanın bir nedeni de budur.
Yoksa kırım-sonrası Dersim’in, ya da hayaletinin her şeye rağmen merkeze muhaliflikten ve ‘cins’likten vazgeçmediğini en iyi bilen devlet, (‘şeriatçılık’ hariç) her türlü muhalefetin merkezlerinden biri olarak Dersim’i görmezdi.
Dersim-kırım sonrası Kızılbaşlığa büyük yara aldıran devletin sahibi olan Milli Güvenlik Kurulu tarafından zamanın en büyük tehditleri olarak görülen “üç K”nın Dersim’de bu kadar rahat ‘yuvalanması’, devleti bir yana bırakalım, sosyologların, siyaset bilimcilerin ve antropologların bile anlamaya çalışmadıkları bir gerçeklik: (1) Kadim Kızılbaşlık tehdidine ek olarak, (2)1960'lardan itibaren ‘Komünizm’ ve (3) 1970'lerden itibaren ‘Kürtçülük’ Dersim’de kendini hep evinde hissetmiştir!
Yüz yıl boyunca genelde Türkiye’de, özelde Dersim’de ve aynı zamanda Türkiye ile Dersim ilişkilerinde çok şey değişti, ama Dersim’in ‘bela’ algısı değişmedi…
Kimine göre “bir derdim var bin dermana değişmem”, kimine göre “Mevla’m bu derdi vermiş, derman niye vermemiş!”…
Nitekim, her şeye rağmen 1950 seçimlerinde DP’ye oy verme oranında önde gelmesi kırım-sonrası Dersim’in ‘müzmin muhalif’ imajının başlangıcı oldu. Bu imaj, katliamlara dayalı medenileştirme sellerine yol açan ‘asi’, ‘eşkıya’ ve ‘vahşi’ imajından daha iyi olabilir, ama 1950'lerin çakma muhalefetinin yerine 1960'ların devrimci muhalefeti geçtiğinde ve hele 1970'lerde dünyadaki silahlı mücadele modasına/sevdasına kapılarak radikalleşme sürecinde en önde yer aldığında, bu avantaj ortadan kalktı. Adı konulmadan 1980'lerde kurulan ‘kanunsuz’ Beşinci Müfettişlik, o günden beri bölgeye nefes aldırmayan ‘sürekli felaket’ gibi yerleşti.
1950'lerde merkezdeki iktidar savaşında iki Dersim-kırım failinin partileri arasında seçim yapmak konumunda kalan Dersimliler, 2000'lere gelindiğinde, bu sefer zımni Türk-İslamcı politikalarıyla öne çıkan CHP ile ona alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan İslam-Türkçü AKP arasında seçime zorlandı. Ancak, Gülencilerin devletinkinden daha rafine ve sinsi çabalarına rağmen Dersimliler ikincisinden uzak durdular, ama bu arada birincisiyle de aralarına mesafe koyanların sayısı her gün artmaktaydı.
Her iki seçeneğin de Beşinci Müfettişliğin geniş iktidar bloğunun (anti-demokratik düzenin) bekçisi olduğu gerçeğini gören bu ‘sol’ muhalifler için karar zor olmadı, olmuyor. Ancak bunlar arasında CHP modernizmi ile flörtü bitmeyen Türkiye solu temsilcileri, devlet için biraz daha ‘tolere edilebilir’ muhalifler olarak, Türkiye’deki genel siyasetin gidişatına göre devlet babanın bitmek bilmez dayağından payını alırken, Kemalizm’le başından beri arasına mesafe koyan Kaypakkaya yoldaşları ve Kürt hareketi, dağlarda silahlı mücadele şehirde parlamenter mücadele düzleminde, Türkiye ve Kürdistan genelinden çok farklı, pardon ama yine ‘cins’ Dersim imajını beslemeye devam ediyor.
Zavallı devlet baba, ne yapsın, işi zor, bir türlü sopayı elinden bırakamıyor! Eline almışken de bölgede önüne gelene girişiyor… O ‘derin’ sosyolojik bilgisiyle Kızılbaşlığın bu muzırlıktaki payını sezerek en çok da çocuklarını bu zehirden kurtarmak için çaba harcıyor…
Oysa 1970'lerden itibaren yükselen Komünist sol, tehdit ettiği devlete pek zarar verememişti; ama devletin on yıllardır (sol gibi kaba aydınlanmacı modernist mantıkla) sürdürdüğü ‘halkı Alevilik afyonundan kurtarma’ çabası doğrultusunda büyük bir sıçratma yaşanmasında, ‘içeriden aktörler’ olarak belirleyici rol oynamıştı. Anlaşılan ne bu çabalar, ne de ondan önce eğitimle Ankaralılaştırılarak bölgeye dönen medeni orta sınıfların ilçe merkezlerinde kurduğu cumhuriyetçi kültürel hakimiyet (yani Türkçe dışı dillerin konuşulmadığı, ‘paganist’ Alevi pratiğin sadece yaşlıların ve köylülerin dünyasına itildiği medeniyet) genelde muzırlığı ve hep onun arkasında güç olarak görülen, artık daha çok ‘kültürel kimlik’ olarak Kızılbaşlığı ortadan kaldıramamıştı.
Herhalde Ankara denilen heyula o sırada oturup şöyle düşünüyordu sürekli ilk tepki olarak: “Bunların genlerinde var bu! Atalarımız boşuna genosit denememiş!”
Tüm bu musibetlerin kaynağında sapkın Kızılbaş inancı olduğunu derinden derine düşünen Ankara’nın kafasının üstündeki düşünme balonunu burada kapatarak, artık iyice Tuncelileşmiş olan, ama o haliyle da (asi olmasa da) muzır, (çıban olmasa da) baş ağrısı olarak görülen coğrafyaya ve oranın insanlarına döndüğümüzde bugün ne görüyoruz?
Cevabı ayrı bir yazının konusu olabilir…
Ancak sonuç olarak kısaca şunu söylemek mümkün: Kızılbaşlığın başları/liderleri 1937’den itibaren yok edilse de (komünist Kürt) kızıllığı baki, ama buna tahammülü olmayan devletin de çözüm olarak kan kırmızısına başvurması da bitmek bilmiyor. 1970'lerde silahlı mücadelede namlusuna ve hedefine artık pek hakim olamayan, yüce sosyalist iktidar mücadelesinde birbirlerini de ‘ortadan kaldırılası engeller’ olarak görmeye başlayan ‘gommünist anarşiklerin’ yanına bir de ‘gommunist bölücüler’ eklenince ve her zamanki gibi bunlara katılmada Dersim gençliği başı çekip halkı da onlara yataklık yapmaktan geri durmayınca, devlet baba, elinde baltayla bölgeye dalmaktan ve terör estirmekten başka seçenek bilmiyor!
Bu arada 1970'lerin ikinci yarısından itibaren devrim gününe doğru geriye sayım başlatacak kadar özgüveni artmış olup (köylü/Kızılbaş bıyığına) selamla devrimci Stalin bıyığına güvenen ve ipi en çabuk göğüslemek için birbirlerini çelmelemeye, dirseklemeye ve arada kurşunlamaya başlamış olan halkın devrimci yolcu kurtuluşçularına ve dağlarda Partizanlık oynayanlara eklenen gerilla heveslilerini balık olarak gören devlet, denizlerini kurutma amaçlı yine halka saldırma kolaycılığını seçiyordu. 1980'lerde bir yandan köy meydanlarında, hapishanelerde ve ilçe sokaklarında insanlık dışı muameleler, diğer yandan ‘sağlıklı yaşam için hayat boyu spor’ kampanyaları, gerçek mutluluk yatağı birahanelerde ‘komünizme karşı alkolizm’ politikaları gibi araçlara başvurulurken 1990'larda bunlara, köy boşaltmalar, devrimcilere “yardım ve yataklık” yapanlara (aslında geniş ailelerine) karşı yargısız infaz gibi yöntemleri ekledi.
Sonuçta devlet terörünün laboratuvarına dönüşen bu coğrafyada 1980 sonrasında (Dersim’in küçük Kenan Paşası) Kenan Güven Paşa önderliğinde esasen Kızılbaşlığa operasyon çekilmesi gerektiği anlayışla, bir kez daha devlet terörü fırtınası gece gündüz köylerde ve ilçelerde esmeye başladı…
Bir yandan ordu gominizme ve bölücülüğe karşı cansiperane savaşırken, diğer yandan 1980'li yıllarda kızlı-erkekli çocukları toplayıp kur'an kurslarına göndererek ve gördüğü her yere cami-minare dikme faaliyetlerini Atatürkçü edalarla devam ettirerek Kızılbaşlığa karşı mücadelesini sürdürüyordu. Kurslara gidenlerin memleketlerine ‘gerçek Müslümanlar’ olarak dönmeleri hayalinin suya düştüğünü ve yapılan camilerin samanlık olarak kullanılmaya başlandığını görmeye Kenan Güven Paşanın ömrü yetti mi bilmiyorum, ama rol modeli Atatürkçü Kenan Evren Paşanın ülke çapında uyguladığı Türk-İslamcı politikaların bugün hakim olan İslam-Türkçü otoriter iktidarı ortaya çıkardığını, Batılılıktan ve Batıcılıktan çatladı çatlayacak Atatürkçülerin bu nedenle ‘laiklik elden gidiyor’ diye ağladıklarını görmeye ömrü yetmedi, çok şükür…
2000'lerden bugüne kadar süren bu sürece sıçrayarak filmi hızlı sarmış oldum yine, ama o aradaki uzun 1990'ları nasıl özetleyeceğimi bilemiyorum doğrusu… Bir kez daha köy yakmalar, boşaltmalar ve faili meçhullerle dolu bu süreci kaçınılmaz olarak 1937-38 süreciyle karşılaştırırken bu sefer katliamlar olmamasına bakıp cumhuriyetin muzır cumhur nefretindeki medenileşmeyi, 1950'er sonrası gelişen ‘maşallah’ demokrasiye mi ve o sırada liberal demokrasinin zafer şenlikleri yapan riyakar Batı’nın üzerimizdeki gözlerine mi yoksa Avrupa Birliği üyeliğine mi borçluyuz ona da karar vermek zor. Elbette bunların hepsi ve bunlardan öte faktörleri saymak mümkün, ama devrimci Dersim’in bir türlü yok edilememiş direniş ruhunun bundaki engelleyici rolünü, yani Dersimliliğin önleyici failliğini/özneliğini de unutmamak gerekiyor.
Yirminci yüzyılın ilk on yılında İslamcılar Dersim’de “ordu-millet el ele” demedi, ama “ordu-AKP-Cemaat el ele, CHP’nin on yıllardır bitirmediği işi bitirmeye!” şiarıyla sıkı çalıştığı kesin.
“Madem Sünnileştiremiyoruz, bari Kızılbaşlıklarını terbiye edelim, kızıllıklarını pembeleştirelim” anlayışıyla hummalı çalışma yürüten eski ve yeni muktedirler, Türkiye’nin tamamında süren rekabetlerini Dersim’de adeta bir yana bırakarak Türk-İslamcı bayrağı Dersim’e dikme çabasına girdiler.
BİTİRİRKEN
Coğrafyanın muzır cumhurunun tüm bu süreç boyunca cumhuriyetle ilgili neler düşündüğünü, neler hissettiğini, 1970'lerde başlayıp hâlâ bitmeyen göçlerden geriye kalanların günlük yaşamlarını araştırıp yazma görevi sosyologları ve antropologları bekliyor.
1950’den bugüne Tuncelileşme süreci hızlı ilerlese de ve ortaya çıkan Tunceli ili kadim Dersim’den, bugünkü Tuncelililik de kadim Dersimlilikten koparılmış olsa da hâlâ cumhurun muzır parçası, hâlâ müzmin muhalif imajıyla gündem olabiliyor ora ve oralılar…
Eşsizlik veya biriciklik iddialarına dayalı romantizasyon tuzağına düşmeden, ‘her yer gibi’ özgünlükleri ve hatta tuhaflıkları ile öne çıkan Dersim, CHP’nin kalesi, gerillanın sahası, AKP’nin baş belası bir coğrafya olarak, şimdi bir de Komünist Başkanın belediyesine ev sahipliği yaparak son zamanlarda ‘tuhaflıklar müzesi’ gibi dışarıdan ziyaretlere ve hatta turlara mekan oluyor…
Yıllardır özellikle diasporadaki Dersimlilerin hayali olan, turizm aracılığıyla kalkınma için bu ‘müzelik Komünist başkan’ ziyaretleri veya ‘bağnaz/ilkel Kürdistan cehenneminde modernlik vahası’ turları yeterli olur mu bilinmez, ama bu ziyaretlerin bir başka nedeni olan Dersim’in vahşi doğasının ve özellikle Munzur vadisinin, bu ziyaretler, turlar ve tuhaf şekilde “kültür ve doğa” adıyla gerçekleştirilen festivaller yüzünden hızla çöplüğe dönüştüğü açıktır.
Bitirirken, bu yazıda ‘Dersimlilik’, ‘Tuncelililik’ gibi özcü laflar, bolca başvurulan kronolojik ve (Alevilik, Sünnilik başta olmak üzere) tematik aşırı genellemeler, fazla büyük tespitler ve sarkazm ve ironiye sığınarak yapılan sataşmalar ve edilen köşeli laflar, ancak bir Duvar yazısının vereceği serbesti sayesinde mümkün olabilirdi. Bu olanağı veren Duvar’a teşekkür ediyorum… Ama sürç-i lisan için özür dileme ucuzluğuna baş vurmak istemiyorum.
1935-47 Dersim-kırım deneyiminden geriye kalanlarıyla Dersim, 1950’de katliamın iki başbakanı liderliğinde iktidar savaşı veren iki partiden birini seçme durumuna düşürülmüştü. Aslında Tunceli olduğu günden bugüne sürekli devlet içindeki Sünnileştirmeci ve Türkleştirmeci uçlar arasında kalmıştı.
Bugün de Dersim Alevileri, İslamcı AKP fanatizmi ile laikçi CHP fanatizmi arasında seçime zorlanırken, adeta V. Umumi Müfettişlik gibi bölge yönetimini üstlenen ordu, bu politika ve refleksin uygulayıcısı olarak aynı anda tüm ana akım partileri, daha doğrusu müesses nizamın kendisini münhasıran temsil ediyor.
Diğer yandan tüm bu olanları sessiz sedasız izleyen ve böylece dolaylı rıza sunan gayri-Dersimli çoğunluğa gelince, onlara hatırlatmak istediğim şey, aslında genel geçer bir motto olabilir:
Azınlıkların ezildiği/zulüm gördüğü yerde çoğunluk abat olmaz; gün görmez!
* Prof. Dr. İstanbul Bilgi Üniversitesi
**Yayından önce makaleyi okuyarak, eleştirileri, önerileri ve uyarılıyla katkı sunan sevgili meslektaşlarım ve dostlarım Abdurrahman Ay, Gül Hür, Haydar Karataş, Mesut Özcan, Özkan Bulut, Tansel Korkmaz ve Zeynep Yeşim Gökçe’ye çok teşekkür ediyorum.