Anayasa tarihimize baktığımızda özgürleşme anlamındaki anayasa hareketini “bir”in yönetiminden, “çok”un yönetimine geçişle başlatabiliriz. Osmanlı coğrafyasında henüz parlamento kurulmadan bu hareket ortaya çıkmıştı. Meşrutiyetin ilanı ile her ne kadar padişahın bugünküne benzer yetkileri olsa dahi bunun adımı atılmıştı. Abdülhamit, çok zayıf yetkilere sahip olan Meclisi Mebusan’a dahi tahammül edemedi. Neden edemediğini ve meclisi neden otuz yıllık bir tatile soktuğunu anlamak için tutanaklara geçen tartışmalara bakmak yeter. 1908’de Meclis yeniden açıldığında özgürleştirici bir devrim havası her yerde vardı. Bu hava, dünyada imparatorlukların ömrünün bittiği bir süreçte uzun sürmedi, savaşlar, felaketler, katliamlar döneminden ulusların kendi kaderini tayin hakkı fikri kaldı. Hem yeni bir dünyaya hem yeni felaketlere kapı açan bir fikirdi bu.
Yirminci yüzyılın başlarında bir yandan devrimci içeriği ile Lenin tarafından; bir yandan da nüfus, toprak ve egemenlik arasında bağ kurulması bakımından Wilson tarafından savunulan bu fikirden Türkiye’ye ulusal, sınıfsal, etnik ve cinsel çelişkileri içinde taşıyan, halkı temsil etme iddiasında olan fakat temsili sürekli olarak doğrudanlığa taşıma uğraşındaki bir Meclis anlayışı kaldı. Birinci TBMM’nin ve onun kurmayı tahayyül ettiği 1921 düzeninin temeli buydu. Egemenlik ‘bir’ değil ‘ulus’undu ama burada kalmadı. Halk kendi kaderini kendi bizzat ve bilfiil idare edecekti.
Anayasa tarihimizin bu en kısa anayasası, birinci maddesinde dile getirdiği bu esasın çerçevesini diğer maddelerinde çizmekle yetinecekti. Temsil usulü ve muhtariyet bu esasa gidilecek yollar bakımından tartışıldı. Meşruiyetini, bu defa da işgalci emperyalistler tarafından kapatılan Osmanlı Meclisinden ve aynı zamanda yeni Türkiye’nın içinde yer alacağı dünyanın demokrasi fikrinden alan bu Meclis, eşine az rastlanır bir kudrete sahip oldu. Onu bırakmak istemedi de. Etkileri, birkaç mebus dışında tamamen Mustafa Kemal’in onayıyla oluşan ikinci Meclis’te dahi sürdü. Cumhurbaşkanına, savaş kahramanı “halaskâr”a, Meclisin gücünü azaltacak anayasal yetkileri vermedi. Çünkü kurtarıcı olarak ‘bir’i değil, ‘çok’u; Meclis’i gördü. Tek parti rejiminin ardından, 1925’ten itibaren gücün bütünüyle yürütmeye aktarılmasının ardından, çok partili hayata geçildiğinde Meclis’in itibarına ve gücüne anayasa değiştirilmeden yeniden sahip olabilmesinin ardında da bu vardı.
İKİNCİ YÜZYILDA TBMM
Tarihimizin “anayasalı” dönemleri itibarıyla TBMM, tek parti rejimine kıyasla dahi en itibarsız dönemini yaşıyor. 16 Nisan 2017 plebisitinin ardından değiştirilen rejim içinde asli yasama yetkisi ve denetim yetkisi kısıtlanan, parlamento fikrinin temelinde yer alan bütçe yetkisi elinden alınan bir TBMM var bugün. Yaratılan ikili meşruiyet sisteminde, yani hem cumhurbaşkanının hem de parlamentonun halk tarafından seçildiği sistemde, ‘bir’in yetkileri, ‘çok’u aşmak, onu etkisizleştirmek temeline oturtuldu çünkü. Sistemi inşa edenler, alelacele iki varsayıma dayandı. Birincisi, bu sistem sayesinde 12 Eylül’ün baraj ile kurduğu temsil organizasyonu, yani kimlerin temsil edilmeyeceğine ilişkin sınır tahkim edilecek. Azınlık, bu sayede yürütme organında asla söz sahibi olamayacaktı. İkincisi ise sağdan seçilecek diktatöryal yetkilere sahip bir cumhurbaşkanı ile sağ çoğunluğa sahip Meclis uyumlu çalışacaktı. Bunun sonucu, alelacele yapılan ve çelişkili birçok düzenleme ve kullanılan ‘zor’ gücünün de etkisiyle Meclisin pasifize edilmesi oldu. Artık Meclis’in asli yetkisi olan yasa yapımının dahi Saray odalarına aktarıldığını bilmeyen yok. Anayasal demokrasinin varlığını ve yokluğunu tespit etmeye yarayan iki ölçüt; kuvvetler ayrılığı ve temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altında olması bağlamında Türkiye artık bir anayasal demokrasi değil; Yürütmenin yetkisini kullanma biçimi bakımından artık anayasalı bir düzen de yok. Sistem, plebisiter bir diktatörlüğün altyapısını oluşturdu.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılı iddiası, seçime girecek herkes için gündemde. Rejimin sahiplerinin güçlü cumhurbaşkanı vaadini de muhalefetin güçlü parlamento vaadini de biliyoruz. Fakat seçimin sonucunun bu her iki iddiayı da geçersiz kılabilecek sonuçlar çıkarması muhtemel. Öncelikle 2017 anayasa değişikliğini hazırlayanların varsayımlarını geçersiz kılacak bir parlamento oluşması güçlü bir olasılık olarak karşımızda. Açıkça sağcı olmayan ve temsilin dışına itilmiş bir kesimden geldiğini de geçen hafta güçlü biçimde vurgulamış Kılıçdaroğlu en güçlü cumhurbaşkanı adayı. Fakat Meclis’te anayasa değiştirme gücüne sahip bir çoğunluk oluşturması zor görünüyor. Güçlü parlamento yaratmak için politik yöntemler icat etmeli. İkinci güçlü cumhurbaşkanı adayı, mevcut rejimin sahibi Erdoğan. Eğer seçimi kazanırsa karşısındaki parlamentonun bugün sahip olduğu çoğunlukla oluşmayacağı yüksek bir olasılık. Dolayısıyla parlamento, anayasada budanan yetkilerine rağmen politik bir güç olarak yeniden doğma fırsatlarına sahip olacak.
Seçimlerin sonucunda parlamentonun her koşulda önemli olacağı, bir güç arayışının zemini, iktidarı paylaşmanın, kuvvetler ayrılığının imkanlarını zorlamanın odağı olacağı çok yüksek bir olasılık olarak görünüyor. Bunun için çok daha fazla konuştuğumuz cumhurbaşkanı seçimleriyle birlikte parlamento seçimlerini de konuşmak, temsilin sınırlarını demokrasi lehine zorlayacak adayların parlamentoda temsil edilmesi için çabalamak gerekiyor.