Cumhuriyet’in ve Nimet’in çocukluğu

Arzık’ın anıları genç Cumhuriyet’in serencamını anlatırken bizi sofralara oturtur, tuvaletler, smokinler içindeki siyasetçilerin, sanatçıların, cemiyet hayatına mensup kişilerin önümüzden geçit resmi yapmasını sağlar, türküler dinletir, fal baktırır, alışveriş yaptırır.

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

Romanlardan, hikayelerden çok didaktik kitaplara kıymet veren babamın eve taşıdığı kitaplardan biriyle tanıdım onu: Uç Beyleri. Çoğuyla arkadaş ve tanış olduğu, bir kısmıyla aynı yaşam çevresini paylaştığı Ertuğrul Muhsin, Süreyya Ağaoğlu, Münir Nurettin Selçuk, Zeki Müren ve Vehbi Koç gibi isimleri anlatan kitabın yazarını çocuk aklımla erkek sanmıştım. “Bu tür kitaplar” ancak erkeklerin kaleminden çıkabilirdi o akla göre. Ve tabii hayal dünyası kurgu metinlere bağımlı bir çocuk olarak, kitabı çok asık yüzlü ve sıkıcı bulmuştum. Biraz daha büyüyünce itibar edecektim kitaba. Yazarı Nimet Arzık’ı ise basın tarihiyle ilgilenmeye ve arşiv taramaya başlayınca daha yakından tanıyacaktım. Fakat onunla samimiyetimiz, bir sahafta Tek At, Tek Mızrak (Kaynak Yayınları) başlıklı üç ciltlik anı kitabını bulup okumaya başlayınca kuruldu.

Zamanının yüksek tirajlı gazete ve dergilerinde röportajlar yapmış, makaleler yazmış, siyasetçileri takip etmiş Nimet Arzık, ölümünün üzerinden 32 yıl geçmiş olmasının da etkisiyle kolektif hafızada dişe dokunur bir yer tutmuyor. Asık yüzlü ansiklopedik paragrafçıklara ve güven vermeyen popüler internet sözlüklerine sığdırılan kuru biyografik bilgiler veya ajitatif ayrıntılarda bile ışıltısı fark edilen bu huysuz, kabına sığmaz kadın kendi karakteri, duygusal dünyasının ve ailesinin yanı sıra, yakın tarihe şekil vermiş şahsiyetleri, olayları da kendi zaviyesinden anlattığı üç ciltlik anı kitabında okuru ağzının içine baktırıyor.

'KABİRLERİ BİLE BİRBİRİNDEN UZAK, DALGALI, TUTKULU BİR AİLE'

Arzık’ın sadece kendi hikayesi değil, yeri geldikçe anlattığı geniş ailesinin hikayesi de çok çarpıcı. 5 yaşındayken Kafkasya’dan kaçırılan baba tarafından dedesi Raşit, köle tüccarlarının elinden kurtulmayı başarıp Trablus’ta zengin ve nüfuzlu bir aile tarafından büyütülüyor. Hukuk okuyor, Jön Türkler’e katılıyor. Abdülhamid önce sahiplenip Trablus’ta kendisini temsil etsin diye görevlendirdiği bu adamı bir süre sonra Fizan’a sürüyor. Hacı Raşit Bey’in ikbalden sürgüne, sürgünden ikbale savrulan hayatı çölde bir suikastle son buluyor. Hacı Raşit’in ikinci karısından olan iyi eğitim görmüş üç oğlunun ikisi diplomatlığı meslek edinirlerken, en küçükleri, yani Nimet’in babası bohem bir hayatı, ecelsiz erken bir ölümle taçlandırıyor. Babalık mesuliyetini kardeşinden devralan amca Fuad Carım, Anadolu mücadelesine katılan madalyalı bir diplomat. Fakat zor bir baba figürü. Nimet’in iyi okullarda okumasını, bolluk içinde yaşamasını sağlamaya çalışsa da değişken ruh hali, hırçınlığı ve gözü karalığı hem Nimet’i, hem de ailenin geri kalanını zor durumda bırakıyor. Devrin milli eğitim bakanını kırbaçla dövüp iki yıl işsiz kalmak bu zorluklardan biri. Zekâsı ve yetenekleriyle meşhur ortanca amca ise dipsoman. Bu kadar dert karşısında babaanne bir kale gibi Nimet için. Öyle ki, onun da “herkes gibi acı çekebileceğini anlaması için” epey zaman gerekmiş Nimet’e. Nimet’in sonradan diplomat olacak ağabeyi Taha Carım da yıllar sonra Vatikan’da ASALA tarafından öldürülüyor. Nimet, karakterini ve hayatının seyrini belirleyecek bu insanları “Kabirleri bile birbirinden uzak, dalgalı, tutkulu bir aile” olarak tarif ediyor.

İKİ İSİM, İKİ HAYAT

20. yüzyılın başında babasıyla Fransa’da tanışıp evlenen tıp fakültesi mezunu Polonyalı annesinin üçüncü ve son çocuğu olarak İzmit’te doğduğunda çoktan öksüz bir çocuktur Nimet Edvij. Onu sevmediğini her fırsatta belli eden yaslı bir kaynana ve üç küçük çocuk ile İzmit’te, dar bir çevreye sıkışan bu zengin, iyi eğitimli kadın da kısa sürede vereme yakalanacak, çocuklarını nineleri ve amcalarına emanet edip Varşova’ya ölmeye gidecektir. Nimet’e annesinden silik anılar, kusursuz bir Fransızca ve Lehçe ile Varşova’da kısa ama mutlu bir dönem geçirmesine vesile olan, çoğu Nazi zulmüne kurban gitmiş sevgi dolu, özgürlükçü Polonyalı akrabalar kalacaktır. Nimet, annesinin kısa hikayesini hep dert eder. Hak etmediği bir kaderi yaşamıştır annesi ona göre. Belki de sırf güçlü görünmek uğruna hayatından olmuştur: “Neden Polonya’ya dönmedi? Keşke büyük olup, onunla konuşabilseydim. Yenilgi ayıp değil ki!” Henüz reşit değilken evden kaçıp sokakta tanıştığı insanların yanında yaşayan, ailesine yakalandıktan sonraki ayları bir akıl hastanesinde geçirmek zorunda kalan Nimet, yenilgiyi hazmedecek biri olmamıştır anlattıklarına bakılırsa.

Ailesinin göç, ikbal ve düşüş hikayesinden başlayıp kendi mahzun çocukluğuna değerek yetişkinlik çağını anlatırken bazen haminne, bazen jilet gibi bir milliyetçi, bazen monden bir kadın, bazen uçarı bir çocuk olur sayfalar boyunca. Üslubuna hâkim olan acı alaycılık, kayıplar ve travmalarla başlayan hayatının onda yarattığı tahribat kadar, bürokrasi ve diplomasinin önemli isimlerini yetiştirmiş bir ailenin kızı ve faal bir gazeteci olması sebebiyle şahit olduğu, gözlemlediği siyasi ve kültürel dönüşümlerin onda bıraktığı izlerle de ilgili olsa gerek. Önüne serilen imkanlarla hazcı bir hayat yaşayabilecekken okuyan, sorgulayan ve babaannesinin üstüne titrediği manevi değerleri, annesinin ise akılcı yaklaşımını emanet alıp bunları birbirinin içinde eriten bir genç kadın olarak yaşamayı seçmiştir Arzık.

Sivri dili, uzlaşmazlığı, nihilist olarak nitelenmesine sebep olacak her fikre ve herkese mesafeli tavrı en belirgin özellikleridir. Etrafında yaşanan savruk batı özentisi hayatı alaya alan satırlarına rağmen o hayatı gençliğinde kendisi de tecrübe etmiştir. Özellikle yanında büyüdüğü amcası Fuat Carım ve ağabeyi Taha Carım’ın sosyal çevresi de, Morovalı ailesinden olan ilk eşininki de Nimet’in yolunu resepsiyonlardan, balolardan, çaylardan ve resmi kabullerden geçirmiştir sık sık. “İstanbul’un iki diktatörü” dediği Terzi Calibe ve Figaro’yu komşu kapısı yapmıştır akranı ve sınıftaşı birçok kadın gibi. O da “yarısı rumba, yarısı cumba” dediği sosyetenin bir parçası olmuştur yıllarca. Nimet Edvij isminin “simgelediği ikiliği yaşamında ve içinde hep duyacak”tır. Dame de Sion’da başlayan eğitimi, akranı kadınların çoğundan farklı olarak üniversite mezunu olmasıyla nihayetlenecektir. Kusursuz denebilecek Fransızcasıyla, o dönemki hocalarını ve müfredatını küçümseyerek andığı 4 yıllık Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Filolojisi Bölümü’nü bir yılda bitirir. Okumaya, yazmaya, tartışmaya olan merakı onu ev işlerinden uzaklaştırır. Öksüz ve yetim olarak büyüdüğü, ev işlerini yardımcıların gördüğü aile evinde domestik faaliyetlerden uzak tutulmuştur. Evlilik yıllarında da sınıfsal konumunun sağladığı avantajlarla bu mesafe sürer. Bu ilgisizliğini bir anıyla aktarır okura: Bir gün aynaya baktığında kendisini göremez. Önce bu duruma şaşırsa da, yakından bakınca aynanın yüzeyinin tozla kaplanmış olduğunu fark eder.

NİMET VE CUMHURİYET BİRLİKTE BÜYÜYOR

Nimet Arzık’ın arafta geçen çocukluk ve gençlik yılları, yine arafta geçen Cumhuriyet’in çocukluk ve gençlik yıllarına tesadüf eder. Yeni rejimin “kurucu babalarının” ve onların ailelerinin doğu ile batı arasındaki salınımını ve bunun memleket idaresine, diplomasiye, ekonomiye, kültüre, gündelik hayata yansımalarını balolarda, kulüplerde, resepsiyonlarda ve resmi kabullerde gözlemlediklerine dayanarak anlatır. Bunu yaparken, “100 yıldan beri ülkenin tarihine dolanık” olan aile hikayesini “bugünkü kafasıyla değil, o günkü görüşüyle yazdığı” iddiasındadır. Fakat bugünün süzgecinden geçmeyen bir geçmiş anlatısı olabilir mi? Arzık da, politik görüşlerini, hayata bakışını, sağlığını etkileyen olayların etkisiyle Seksenli yılların başında kaleme almıştır anılarını. Dolayısıyla tahliller Nimet’in o günkü, yani altmışlı yaşlardaki aklıyla ve kalbiyle yapılmaktadır.

Arzık’ın anılarının ilk cildi, 7 yıl yaşadığı Polonya’dan, Kırklar’ın Milli Şef rejimine dönüşüyle açılır. “Süslü hanımların çalışanlara dudak büktüğü” bir ülkedir tarif ettiği. Atatürk’ün “bu zihniyeti yıkmak için” harcadığı çabaların boşa gittiğini düşünmektedir. Ama Atatürk döneminde kadınların yaptıklarını değil, onlara yaptırılanları sıralar özlemle: “Sabiha Gökçen’i uçurtarak, Afet İnan’a kitap yazdırarak, Avukat Süreyya Ağaoğlu’nu, kadın kabul etmek istemeyen Taşhan’daki lokantaya bizzat götürerek” yıkmaya çalışmıştır Atatürk bu zihniyeti ona göre. Pek de kadın dostu bir kadın değildir anladığınız gibi Nimet, özgür ruhlu olmasına ve erkeklerin sultasından her seferinde sıyrılmış olmasına rağmen.

Arzık, artık batılı tarz-ı hayata epey ayak uydurmuş yeni başkentin cemiyet hayatına ve politik iklimine de ayrıntılı yer verir anılarında. “Uzun boylu, siyah saçlı, gözlüklerinin ardından gözlemci bakışlı, dekoratif bir adam” olan ve “herkesten üstünmüş gibi bir havaya bürünen” Nevzat Tandoğan yönetmektedir şehri. Sandalyesiz bir bakan kadar muktedir sayılan bu adam, sansasyonel bir cinayeti örtmeye çalıştığı suçlamasını kaldıramayarak intihar edecektir. Devrin İstanbul’unda siyasiler Anadolu, zenginler Moda kulüplerine devam etmektedirler: “Ekmek vesikaya binmiş, ne gam! Moda Kulübü’nde yuvarlak yuvarlak, beyaz beyaz, pudra ponponu gibi ekmekler vardı.” Devrin Ankarası’nda da durum farklı değildir: “O zamanlar seçkin insan, günde üç davete gitmezse namusundan olmuş sanırdı kendisini.”

MISIR TANELERİ KUPON KUMAŞLARI MAĞLUP EDERKEN

Bürokrasinin altın çağı, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde Dörtlü Takrir’in verilmesiyle sarsılır. Devletle partinin özdeşleştiği, “halka rağmen halk için” devrinin sonuna yaklaşılmaktadır. '50 seçimindeki DP zaferiyle, açlıktan mısır tanelerini biriktirenler, kendilerine özel kupon kumaş dokutanları mağlup etmiştir ona göre. Arzık, faal gazetecilik hayatında güçlü bir destek verdiği Demokrat Parti’nin iktidara gelişini ve giderek yozlaşmasını da anlatır anılarının ikinci cildinde. Ellili yıllarda Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şerif Arzık’la evlidir. Kocasının görevinin yanı sıra Menderes’le yakınlığı ve onun gazeteci kimliği başbakan ve bakanlarla yurtdışı seyahatlere, resmi kabullere gitmesini gerektirir yine. Yazılarında Menderes’e övgüler düzmektedir o dönem. Demokratlarla bu yakınlık, 1959’da bir Londra yolculuğunda Menderes’in uçağının düşmesi ve uçakta bulunan kocası Şerif Arzık’ın yanarak ölmesiyle trajik bir şekilde son bulur. Londra dönüşü bir kahraman gibi karşılanan ve bu durumdan pek hoşlanan başbakanın, ölen yol arkadaşlarına vefasızlık göstermesi bardağı taşıran damla olur. Bir başka travma da, babasız kalan çocuklarına destek talep etmek için başvurduğu dönemin DP’li bürokratının tacizine uğramasıdır. Hem tanıklık ettiği yolsuzluklar, adaletsizlikler, hem de kişisel hayal kırıklığı onu Demokratlardan uzaklaştırır ve iyice yalnızlaştırır.

Anılarına tek at, tek mızrak adını vermesi, kendisini değirmenlere karşı tek başına savaşan Don Kişot’a benzetmesindendir. Dışardan bakınca şaşaalı, macera dolu hayatı dramlar, kayıplar, bunalımlarla doludur. Hoyrat bir iklimde geçen hayatının en güzel zamanını geçirdiği yedi yıllık Polonya konukluğunu “yumuşak bir tülbende sarmış” olduğunu söyler. Bir kadın toplumsal tahliller yapıyorsa eğer, bu paradigmatik dönüşümler anlatılırken gündelik hayatın, maddi kültürün de önümüze serileceği, hatta paradigmatik dönüşümlerin büyük ölçüde bunlar aracılığıyla anlatılacağı anlamına gelir. Arzık’ın anıları da genç Cumhuriyet’in serencamını anlatırken bizi sofralara oturtur, tuvaletler, smokinler içindeki siyasetçilerin, sanatçıların, cemiyet hayatına mensup kişilerin önümüzden geçit resmi yapmasını sağlar, türküler dinletir, fal baktırır, alışveriş yaptırır. “Hep olayların kraterinde yaşadığını” söyleyen Nimet’i unutmayalım, yakın tarihe kadınların gözünden de bakalım.

Tüm yazılarını göster