Cumhuriyet’in yüz yılında ideolojik bir aygıt olarak konut

Kentsel dönüşümle somutlaşan kentsel rejim, kentte tutunacak bir güvence ve hatta mümkün olursa sosyal statüyü artıracak bir yatırım olarak ev sahipliği arzusunun sömürülmesi ile yeniden üretilir.

Abone ol

Cumhuriyet’in yüz yılına konut odaklı bakmak istersek, birçok farklı izlek kurmak mümkündür. Örneğin, her şeyden önce bir mimarlık tarihi anlatısının başrolünde yer alacaktır konut. Bir ekonomi ve kalkınma hikayesinin veya bir kentleşme anlatısının içinde de azımsanmayacak bir yer tutacaktır. Öte yandan, konut bir yaşam birimi, konut çevresi de bir yaşam alanıdır, dolayısıyla da bir yaşam biçimi ifade eder. Cumhuriyet’in yüz yılına bu açıdan baktığımız zaman, konutun hikayesi bir toplumsal inşa (ya da toplumsallık inşası) hikayesidir aynı zamanda. Bu hikâyeyi politik boyutuyla düşünmek istersek eğer, konutun ideolojik bir aygıt olduğunu düşünmek mümkün. Yazıda konutun ekonomik yanına mümkün olduğunca az değinmeye gayret ederek, bu ideolojik işlevin izini süreceğim.

Erken Cumhuriyet döneminin ulus inşası projesi, temel olarak birbiriyle iç içe geçmiş üç boyutlu bir dönüşüm projesi idi. Bu üç boyut, modernleşme, sanayileşme ve kentleşmedir; bir yandan modern bir toplum yaratma arzusu, bir yandan bu toplumsallığın sahnesi olacak, Avrupa’daki örneklere benzer kentlerin inşası ve tabii bu dönüşümün motoru olacak, gelişmenin en temel dinamiği olarak görülen sanayileşme. Bu üçlünün bir burjuva toplumu yaratma hedefine yöneldiğini görmek zor değildir: Sanayileşme yoluyla inşa edilecek bir milli burjuvazi, modern kamusal mekanlarda, diğer toplumsal katmanların (en başta da geleneksel orta sınıfların) çağdaş kültürle yoğrularak dönüşmesine öncü olacaktır. Böyle baktığımızda, konutun ikili bir ideolojik işlevi olduğunu görürüz: Burjuva toplumunun yapı taşı olacak örnek bir orta sınıf çevresi olmak ve aynı zamanda toplumsal aktörleri -özellikle de emekçi sınıfları- bu kültüre eklemlerken disipline etmek. Bu ikili işlevin yüz yıllık Cumhuriyet tarihinde kesintisiz bir biçimde etkin olduğunu söylemek gerek.

LOJMAN

Erken Cumhuriyet döneminde modern konut üretiminin temel iki muhatabı, öncelikle Ankara’da barınma problemi yaşayan memurlar ve sanayileşme sayesinde nüfusları artacak olan işçilerdir. Devlet, sanayileşmeyi öncelikli tuttuğu için kendisi bir birikim dolayımı olarak öne çıkıncaya kadar kentleşmeye kaynak ayırmamıştır. Bu tercih, hem Türkiye kentleşmesine hem de konut üretim biçimlerimize ve bunun da bir parçası olarak konut kültürümüze derin biçimde etki etmiştir.

1920’lerden başlayarak devlet, memurlara kooperatif kurma, konut tazminatı ödeme, lojman inşası gibi yöntemlerle destek sağlamıştır. Yapı üretiminin yoğunlaştığı 1930’lar ise aynı zamanda sanayi yatırımlarının hızlandığı bir dönemdir. Devlet, memur ve işçi lojmanları inşa etmektedir; fakat özellikle işçiler için üretilen konut çevrelerinin özgül bir boyut taşıdığını gözden kaçırmamak gerekir. Sanayi komplekslerinin parçası olan işçi lojmanları belli bir çalışma kültürünün (ve disiplininin) üretildiği alanlar olarak çok daha özel bir işleve sahiptir. Yeni sanayi yerleşkeleri kentleşmeyi fiziksel planlama anlamında yönlendirirken, eklemlendikleri kentlerin yaşantısını da etkilerler. Bu etkileşimin iki yönlü olduğunu hatırda tutmak gerekir. Hem bir işçi kültürü filizlenip kentlere sızar hem de işçilerin sosyal ve kültürel olarak kontrolü kentsel dolayımlarla desteklenir.

GECEKONDU

Savaş sonrası dönem, dünyanın gelişmekte olan diğer bölgeleri gibi Türkiye’de de yoğun bir kentleşme sürecine sahne oldu. Bu kentleşme dinamiği kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasi iklimi de biçimlendirdi. Bu dönemde, Üçüncü Dünya’nın hemen her yerinde gecekondu ve benzeri enformel yerleşimler ortaya çıktı, metropollerin etrafını kuşattı, içlerine sızarak ikili kentsel yapılar oluşturdu. Osmanlı toprak rejiminden miras devlet mülkiyeti, zaten baskın olan karakterini, vaktiyle çok geniş arazilerin sahibi olan yüzlerce yıllık dini vakıfların zayıflamasıyla ve gayrimüslim azınlıkların mülklerini geride bırakarak göçe zorlanmasıyla Cumhuriyet Dönemi’nde daha da genişletmişti. Bu yüzden ilk aşamada gecekondular yoğun biçimde kamu arazilerinde ortaya çıktı, başat metropoliten işçi konut tipi haline geldiler. Yol açtığı onca itiraza ve sebep olduğu kentsel ve ekolojik onca probleme rağmen gecekondunun engellenmek bir yana giderek yerleşikleşmesinin sebebi, sanayi sermayesi ile işçi sınıfı arasında popülist bir mutabakatı temsil ediyor olmasıdır. Gecekondu, işçinin barınma maliyetlerini kayda değer ölçüde azaltıyor, böylece sanayi sektörü açısından emek gücünü ucuzlatmış oluyordu. Bu yüzden bu dönemde devlet gecekondu yapımına göz yumdu.

Aynı dönemde kentli orta sınıfların konut talepleri, Kat Mülkiyeti Kanunu ile hareket alanı genişleyen ve kentsel gelişimin önemli bir aktörü haline gelen yap-satçı müteahhitlerce karşılanıyordu. Büyük ölçekli sermaye ve yüksek inşaat teknolojisine sahip gelişmiş bir sektör olmadığından, bu müteahhitler sendikasız ve düşük ücretli işgücüyle düşük yoğunluklu sermayeyi bir araya getirdiler. Yüksek enflasyon, ucuz işgücü ve sürekli konut talebinden faydalanarak kısa vadede yüksek kârlar elde ettiler.

Gecekondu ve apartmanın, savaş sonrası Türkiye kentlerinin konut kültürü için aynı madalyonun iki yüzünü temsil ettiğini söylemek mümkün. Birisi çeperde yatay biçimde, diğeri merkezde dikey olarak kentsel toplumsal yaşamın örgütleyicisiydiler. Romantizme düşmeden bu iki biçim arasındaki tezatı vurgulamak kaçınılmaz: Bunlardan ilki giderek bireyleri yakınlaştırır ve dayanışmaya zorlarken, ikincisi çekirdek aile odaklı bir atomizasyonu beslemekteydi. Ama iki konut biçiminin ortak bir yönü de vardı. Kentsel rantın -bir tarafta işgal, diğer tarafta kat artışları ile- paylaşılması, daha sonraki dönemlerde gecekondu ve imar aflarıyla ve planlı gelişimin zayıflatılmasıyla eşi görülmemiş ölçeklere ulaşacaktır.

VAROŞ

1970’lerin sonlarına doğru, hem yaşanan ekonomik krizin hem de büyük kentlerde arsa arzının tükenmesinin etkisiyle konut üretiminin iki kanalı da tıkandı. Gecekonducular için işgal edilecek arsa bulmak imkansızlaşırken, yap-sat için gerekli kârlılık koşulları ortadan kalktı. Konut üretimindeki kriz, 1980 Darbesi'nin ardından kentleşme politikalarında gerçekleşen yapısal bir büyük dönüşümle aşıldı. Bu dönüşüm, üç yenilikçi adımın uygulanmasıyla gerçekleşti. Büyükşehir belediyelerinin yapılandırılması, TOKİ’nin kurulması ve gecekondu aflarıyla düzey atlayan kentsel mekânın metalaşması olgusu, yeni bir kentsel rejim anlamına gelmekteydi. Büyükşehir belediyeleri yeni gelir kaynaklarıyla hem kent politikalarının etkili araçları hem de girişimci bir ruha bürünerek neoliberal kentleşmenin başlıca aktörü haline geldiler.

TOKİ’nin kurulması ise toplu konut projeleri için devlet finansmanı sağlayarak çeperlerde banliyöleşmeyi tetikledi. İlginç olan şey, ilk olarak İstanbul’da başlayan üst sınıf banliyöleşmenin hızla güvenlikli site formuna bürünmesiydi. Aslında bu çok doğal bir sonuçtu, zira merkezin prestij odağı olduğu ve çeperde kent yoksullarının yerleşik bulunduğu ikili yapının ilga edilmesi ve üst sınıfların fiziksel olarak gecekondulara yakın olması demekti bu. Banliyöleşme süreci, sağlanan kredi olanakları aracılığıyla hızla orta sınıflara yayıldı. 

Savaş sonrası dönemin işçi konutu sembolü gecekondu ise 1980’lerle başlayan yeni dönemin sembolü varoştur; gecekondu alanlarının imar aflarıyla dönüştüğü, dört-beş katlı apartmanlardan oluşan işçi mahalleleri. Yalnız bu kez aynı mahalleler, işçilerin hem ev sahipleri hem patronları olan varoş küçük burjuvazisinin de yaşam alanıydı. Dahası, bu mahalleler üretim mekanlarına da ev sahipliği yaptıkları için, hem işçilerin hem patronların, hem konutlarını hem de işyerlerini barındırıyordu. Kentsel yoksulluk büyük kentlerde görülmedik seviyelere ulaşırken, bir mekânsal gösteren olarak son derece olumsuz çağrışımlara sahip olan “varoş” tabiri, 90’ların ortalarında medya aracılığıyla hızla yaygınlaştı. Eski dönem gecekondu tasvirlerinden farklı olarak varoş, kentsel düzene karşı düşmanlık ve tehdit ifade ediyor, (kriminal ve/veya siyasal) şiddete meyilli bir fail tahayyülünü içeriyordu. Bu orta sınıf tahayyülünün, bir yandan seçimlerden başarıyla çıkan siyasal İslam’ın yükselişine, bir yandan da zorunlu göçle iyice görünür olan Kürt kimliğine bir tepki olduğunu belirtmek lazım.

Varoşun beşerî ekolojisi, ilk kuşak gecekonduculardan oluşan varoş küçük burjuvazisiyle aynı habitatı paylaşan ve onlara bağımlı olan kent proletaryasını birbirine bağlıyordu. Bir başka ifadeyle, önceki dönemin ikili yapısının bir kutbunu oluşturan apartman dairesi özgül bir kentsel çevrede işçi sınıfının başlıca konut biçimini oluşturdu. Eski gecekondu mahallelerinin yerini alan varoşlar İslamcı kitle seferberliğinin de serpildiği mekânsal bağlamdı. Türkiye’de İslamcı hareketin önderliğini 1970’lerden itibaren orta sınıf taşralı girişimciler yapmış, hareket 1980’lerden sonra kentsel bir nitelik kazanmıştır. İşte büyük kentlerde bu hareketin taşıyıcısı, sınıf atlamaya çalışan ve sosyo-ekonomik bir mekân olarak varoştan çıkmanın yolunu bulmaya çalışan varoş küçük burjuvazisiydi.

Fakat, RP’nin İslamcılığında kendi temsiliyetini bulan bu grup için sınıf atlamak mekânsal bir çelişkiyle maluldü: Bu yerli girişimcilerin ekonomik faaliyetleri, uzaklaşmak istedikleri varoşa göbekten bağlıydı. Dolayısıyla Türkiye’de İslamcılığın kentsel politikası özgül bir popülizm formuna dayanıyordu: Çıkarları devletinkilerle özdeşleşen homojen bir kitle hayal eden, yukarıdan aşağı bir popülizm değil, (sınıfsal) farklılıkları olumlarken ortak payda olarak inanç ve ahlâka işaret eden bir popülizm. Varoş tam da bu heterojenliğin mekânıydı: Hem işçilerin hem patronların yaşadığı yaşam çevresiyken, neoliberal üretimin güvencesiz örgütsel biçimlerini de bünyesinde barındırmaktaydı. Varoşta mevcut olan sınıfsal sömürü ilişkileri, İslamcı yerel yönetimlerin kurduğu ve bu toplumsal ortamın siyasal kontrolüne katkı sağlayan yardım sistemi ile destekleniyordu.

TOKİ SİTELERİ

AKP’nin merkezi iktidarı ele geçirir geçirmez 2000’lerin ortalarında yeniden yapılandırdığı TOKİ ise, yeni bir kentsel rejimin başlıca aracı oldu. “Kentsel dönüşüm” olgusunun damga vurduğu bu dönem bir açıdan, yukarıda ifade ettiğim gibi, kentsel rantın toplumsal tabana yayılarak paylaşılmasının yeni bir evresidir. Bu paylaşımın oldukça vahşi bir sınıf mücadelesi şeklinde cereyan ettiğini söylemek mümkün. Ancak daha önemlisi, rantın bir olasılık olarak erişilebilirliğidir; ve bu olasılık bir arzu nesnesi olarak konuta tekabül eder.

İşte kentsel dönüşüm ifadesiyle somutlaşan kentsel rejim tam da bu arzunun, kentte tutunacak bir güvence ve hatta mümkün olursa sosyal statüyü artıracak bir yatırım olarak ev sahipliğinin- sömürülmesi ile yeniden üretilir.

TOKİ’nin ürettiği konut çevreleri, İslamcılık ile neoliberalizmin özgün bir bileşimini hayata geçiren, kapsamlı bir toplumsal yeniden üretim sürecini başarıyla örgütlemiştir. Kurulduğu tarih olan 1984 ile 2003 arasında 43 bin konut üretmiş olan TOKİ’nin, AKP iktidarı döneminde yeniden yapılandırılması ve benzeri görülmemiş yetkilerle donatılması sonucu takip eden 20 yılda ürettiği konut sayısı bir milyonun üzerine çıktı. Bu hacmi, bir ekonomik büyüklük yanında bir toplumsal yeniden üretim hacmi olarak düşünürsek şunu fark ederiz: AKP’nin milleti (yeniden) inşa etme girişiminin en önemli araçlarından birisi TOKİ uygulamalarında cisimleşen iskân politikasıdır.

AKP’nin iskân politikasının birincil hedef kitlesini kent yoksulları değil, varoş küçük burjuvazisi oluşturmuştur: Kente eklemlenecek ekonomik sermayeye sahip olduğu halde yeterli kültürel sermayesi olmayan eski kuşak gecekonducular. Tam da bu yüzden TOKİ’nin sosyal konut adı altında ürettiği, niteliği düşük fakat nicel hacmi büyük konut stoğunun asli alıcısı bu sınıf olmuştur. Yerinden edilen yeni kuşak yoksul gecekonducular ise, daha önce imar aflarından yararlanarak yahut da dinsel ağları kullanarak sınıf atlamış varoş küçük burjuvazisinin kiracıları haline gelmişlerdir. Aralarındaki asimetrik güç ilişkisine rağmen, her iki grubun da aynı sosyo-kültürel dönüşüme tabi kılındığını söylemek mümkündür.

TOKİ siteleri toplumsal dönüşüm anlamında bir kentleşme dinamiği teşkil eder; yani sakinlerinin kente entegrasyonunu sağlayan bir mekanizma niteliği taşır. Fiziksel çevre kalitesi açısından çarpıcı derecede vasıfsız olan bu siteler, kullanıcıların kente eklemlenişini yaşam kalitesinin artırılması hedefiyle ilişkilendirmez. Kente eklemlenme öncelikle ekonomik entegrasyon (ev sahipliği) üzerinden sağlanır; bunu, muhafazakârlığın yeniden üretimi yoluyla gerçekleşen kültürel entegrasyon takip eder. Özellikle kent yoksullarının kentsel dönüşüm yoluyla yeniden iskânı "ev sahibi adayını" bir özne olarak ikiye böler: Hem evin sahibi hem TOKİ’nin kiracısı olan bu özne, evin tamamlanmasına kadar evin dışında, tamamlanıp içine girildikten sonra da borçların ödenmesine kadar evin (daha doğrusu bir “TOKİ sitesinin”) içinde, kendisine dayatılan bir yaşam çerçevesine (sadece fiziksel bir çevreye değil, sosyokültürel bir çerçeveye) hapsolur.

Bugüne, yani Cumhuriyet’in 100. yılına geldiğimizde, hem ekonomik hem siyasal açıdan çarpıcı bir çöküşle karşı karşıyayız. Bu durumun bir yansıması da yaşadığımız toplumsal bunalım halinin bir boyutunu oluşturan barınma krizi. Nicel olarak konut yetersizliği söz konusu olmadığı halde, hatta AKP’nin gururla tekrar tekrar sunduğu TOKİ’nin konut üretimindeki sayısal başarısına rağmen yaşanıyor olması bu konut krizini çarpıcı ve öncekilerden farklı kılıyor. Bu krizin bir şekilde aşılacağını ve yeni bir kentsel rejimin yeni konut üretim ve tüketim biçimlerini yaratacağını öngörmek zor değil. Buna karşılık, bunun hangi biçimleri alacağını, yeni konut çevrelerinin nasıl yaşam biçimlerini ve bunlara içkin hangi iktidar ilişkilerini filizlendireceğini söylemek ise bir o kadar zor.