Yeni bir yıla girerken insanlar genellikle geçen yılın muhasebesini yapma ve buna göre gelecek yıl için hedefler belirleme eğiliminde oluyor. Bu hesap bazen verilecek kilolarla, bazen okunacak kitaplar ya da bırakılacak kötü alışkanlıklarla ilgili oluyor. Toplumsal ölçekte ise beklentiler daha çok güçlü bir ekonomi, adil bir yönetim ya da toplumsal barış yönünde gelişiyor. Türkiye için bu yılı daha önceki yeni yıllardan biraz daha farklı kılan iki durum var. Bunlardan biri cumhuriyetin yüzüncü yılı olması, diğeri ise bu yıl yapılacak seçimler. Birincisi geçen yüzyılın muhasebesini yapmak için bir fırsat sunuyor, diğeri ise birçok farklı mecrada ifade edildiği gibi Türkiye’nin yeni yüzyılına nasıl bir siyasi yapılanma, ne tür bir ekonomik inşa ve ne kadar kapsayıcı bir toplumsal sözleşmeyle adım atacağının göstergesi sayılıyor. Aslında bu iki durum birbirini tamamlıyor, gelecek hakkında öngörü sahibi olmak için geçmişi doğru okumak gerekiyor.
CUMHURİYET YÜZ YAŞINDA
Bütün dünyada imparatorluklar çağının bitmesi, ulus-devletin hâkim siyasi örgütlenme olarak öne çıkması ve süreç içerisinde eski sömürgelerin de bağımsız birer ulus-devlete dönüşmesi düşünüldüğünde Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir ulus devlet olarak ortaya çıkması dünya tarihindeki gelişmelerle paralellik gösterir.
Ama her ulus-devlette olduğu gibi Türkiye’de de ülkenin tarihsel birikimi, demografik yapısı, özellikle seçkinler ve kitleler arasındaki ilişkiler ortaya çıkan devlet yapısının kendine özgü bir biçimde gelişmesine neden olur. Nitekim Türkiye’nin ulus-devlet inşası ve modernleşme sürecine bakıldığında siyasi hayat ve kurumların da böyle kendine özgü bir yapıda evrildiği, buna bağlı olarak birtakım çelişkiler barındırdığı görülür. Türkiye bir taraftan yüzü Batı’ya dönük, diğer taraftan devlet babacı, patrimonyal bir siyaset inşa eder. Modernleşmenin gündelik hayattaki yansımalarıyla bir taraftan Osmanlı mirası ile keskin bir kırılma yaşanır, diğer taraftan bürokratik seçkinlerin ve devletin kutsallığının Osmanlı devlet algısıyla sürekliliği ara ara su yüzüne çıkar. Ne tamamen yepyeni bir şeydir cumhuriyet, ne de eskinin aksaksız bir devamı.
İktisadi gelişme açısından bakıldığında da benzer çelişkiler, gelgitler dikkat çeker. Cumhuriyet’in kurulmasına koşut giden milli iktisat çerçevesinde, toplumun tamamını kapsayan bir ulus inşasına bazılarını “daha eşit” yurttaşlar yapan milli burjuvazi inşası eşlik eder. Devlet hem yatırımdan istihdama, finansmandan planlamaya kadar birçok iktisadi işlevi karşılama sorumluluğunu taşırken aynı zamanda ulus-devletin modernleşme projesiyle uyumlu bir piyasa kurgusunu da hayata geçirir. Ancak bu devletçi yaklaşım çok da istikrarlı seyretmez, devlet kapitalizmi sıklıkla kesintiye uğrar, bir taraftan dünya ekonomisindeki konjonktürel dalgalanmalardan etkilenir, uluslararası siyasetin baskısına maruz kalır, diğer taraftan içeriden gelen taleplere, kırdan kente göç meselesine, sermayenin isteklerine cevap verecek politikalara yönelmek zorunda kalır. Sonuç olarak ne devletçiliği tam anlamıyla verimli yürütebilir, ne de piyasa ekonomisini iddia ettiği fırsat eşitliğini herkese sunacak biçimde kurgulayabilir. 1970lerden bu yana Türkiye ekonomisinin karşı karşıya kaldığı krizler, banka hortumlamaları, ihale yolsuzlukları da hem devletin hem piyasanın hem de devletle piyasa arasındaki ilişkinin aslında idealden ne kadar uzak olduğunu gösterir.
Ancak Türkiye’nin belki de en derin çelişkisi yüzyıldır toplumsal barış inşa etmedeki yetersizliğinde yatıyor. Türkiye’de azımsanmayacak kadar çok insan kendini il bazındaki kimliğiyle tanımlıyor, İzmirli, Trabzonlu, Diyarbakırlı olmakla aidiyet bağı geliştiriyor. Hemşeri dernekleri kolektif mobilizasyonun önemli alanları olmaya devam ediyor. Kırdan kente göç hatları izlendiğinde göçlerin mekânsal ve ekonomik kümelenmelerle sonuçlanması dikkat çekiyor. Bütün bunlar Türkiye’de toplumsal inşanın sonuçlarına dair küçük göstergeler. Ama daha büyük göstergeler de var. Örneğin yüzyıl geçmesine rağmen, Kürt nüfusun yoğun olduğu şehirlerdeki geri kalmışlık, ekonomik eşitsizlik, siyasi temsil sorunları var. Her ne kadar Kürt siyasetinin kökeni yüzyıldan çok daha fazla bir zamana yayılsa da yüzyıllık Cumhuriyet burada bir toplumsal uzlaşı yaratamadı. Kimlik siyasetinin dışındaki toplumsal talepler, bir arada yaşamanın, çokkültürlü bir toplum anlayışının diğer bileşenleri siyasi gündemde yer bile bulamıyor. Cumhuriyet, yüz yıl boyunca halk egemenliğini temsil etse bile demokratik mekanizmaları işleterek, katılımcılığın önünü açarak, ifade özgürlüğünü ve yurttaşlık haklarını hayata geçirerek halkı yönetime dahil etmeyi başaramadı.
Cumhuriyetin güçlü kazanımları oldu, Türkiye’nin kendi kaderini tayin etme ve egemenlik yolundaki atılımları çağdaşı başka ülkelere örnek oldu. Ancak yüz yılın sonunda, tarihin güzel yanlarıyla, kahramanlık hikayeleriyle, başarılarla ve kurucu babalarla övünmek geleceğe ışık tutmaz, gözlerimizi kör eden bir zafer sarhoşluğu yaratır. Cumhuriyeti tamamlanmış bir proje olarak görmek yerine, eksikleriyle, yanlışlarıyla yüzleşmek, geçmişten güçlenerek bugüne gelmek önemli. Bunun için yarım kalan işler, yolda yapılan yanlışlar, sistemin dışına itilenler, kötüye kullanılan kaynaklar, doğru bilinen yanlışlar konuşulmalı, müzakere edilmeli, herkesle ve herkes için demokratik siyaset daha önce hiç olmadığı bir biçimde tesis edilmeli.
YENİ YÜZYILIN SEÇİMİ
Önümüzdeki seçimler, Türkiye’nin ikinci yüzyılına girerken nasıl bir siyaset istediğini, ne tür ekonomi politikalarını tercih ettiğini ve toplumsal barışı daha kapsayıcı bir toplumsal sözleşmeyle kurma yönündeki eğilimini gösterecek. Yirmi yıllık iktidar ekonomide devraldığı enkazdan daha büyük bir enkaz yarattı. Bu sefer enkaz yalnızca ekonomik krizle sınırlı değil, ama krizden çıkmaya yönelik üretim kapasitesinin zayıflaması, insan gücünün giderek niteliksizleşmesi, ülkenin küresel ekonomiye bağımlılığının artması ve rekabet gücünün azalması da durumu daha da zorlaştırıyor. Türkiye ne insan kaynağını ne de doğal kaynaklarını toplumsal faydayı çoğaltacak, ekonomik bağımsızlığını güçlendirecek şekilde kullanabiliyor. Demokratik haklarda daha önce görülmemiş düzeydeki gerileme, yaşam tarzına yönelik müdahaleler ve iktidarın kültürel hegemonyası da ekonomik krize eşlik eden bir siyasi kriz yaratıyor. Bu kadar baskı altında muhalif görüşler yeşermiyor, müzakere zemini gelişmiyor, siyaset fikirlerin çatışmasından beslenme fırsatını bulamıyor.
Seçimlere ne kadar anlam yüklersek yükleyelim, asıl mesele seçmenin bu durumdan ne anladığıdır. Seçmen TOGG fabrikasını dünya çapında bir atılım olarak görüyor mu? EYT’lilere verilen emeklilik hakkı, asgari ücrete yüzde 54 zam (ama emekliye memura yüzde 25, seçmen sayısıyla zam oranı arasında bir ilişki var mı?), beş yüz bin sözleşmeli kamu çalışanına kadro, seçmeni ikna etmeye yetecek mi? Bütün bunlar seçmene enflasyon karşısında eriyen kazancını, hayat pahalılığını, en zengin ve en yoksul kesimler arasında açılan makası unutturmaya yetecek mi?
Diğer taraftan iktidar tam seçim arifesinde ekonomide farklı kesimlere mavi boncuk dağıtırken, siyasetteki baskısını artırıyor, ekonomiye can vermeye çalışırken kalan demokrasi kırıntılarını da yok etmeye çalışıyor. Medya üzerindeki baskı, muhalif yayın organlarına yönelik yaptırımlar, sosyal medya düzenlemeleri iktidarın gücünü konsolide etmeye yönelik girişimler. Gezi davası, Osman Kavala’nın beş yıldan fazla bir zamandır hapiste olması, Canan Kaftancıoğlu ve Ekrem İmamoğlu’nun maruz kaldığı suçlamalar, baskı ve itibarsızlaştırma karşısında seçmen, “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.” diyebilecek mi? Kadınlara yönelik ayrımcılık, şiddet konusunda bir arpa boyu yol kat etmemişken İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması seçmenin kararını etkileyecek mi?
Bütün bunlar seçmenin bu seçimlere çok daha uyanık ve bilinçli girmesi gerektiğini gösteriyor. Değişim vaatlerinde bulunan muhalif kesimlerin, özellikle Altılı Masa’nın kendi aralarındaki pazarlıkları, partileri içindeki ayak oyunlarını, nabza göre şerbet veren vasat açıklamaları bir tarafa bırakıp samimi bir biçimde politika hedeflerini ortaya koyması, hangi politika araçlarını kullanacaklarını seçmene anlatması gerekiyor. Ezberlenmiş sloganlar, siyasi klişelerle dolu ama aslında içi boş konuşmaların, seçimden seçime hatırlanan vaatlerin toplumda gerçekten karşılığı olup olmadığını anlamak gerekiyor.