Cumhuriyetin yüzyıllık yalnızlığı

Kazanımlarının yanında eksik yanlarını, elbette hatalarını anlayarak, bugünün dünyasında Cumhuriyet'e yeni bir işlev atfedebiliriz. Bir model olarak cumhuriyet payidar kalabilir, ama hangi değerler üzerine meşru bir varlık inşa edebilir, bunu düşünmek zorundayız.

Aslıhan Aykaç aslihanaykac@gmail.com

Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılı sosyal ve beşerî bilimlerden farklı birçok çalışma alanının bu yüzyıllık dönemde Türkiye’nin geçirdiği dönüşümleri mercek altına almasına vesile oldu. Gazete Duvar’ın 100. Yılda 100 Yazı temasıyla derlediği ve çok kıymetli, aydınlatıcı katkıların yer aldığı analizlerde ekonomiden siyasete, mimariden sanata, işçiler, kadınlar, eşcinsellerin yanı sıra öğrenciler, Romanlar ve Kürtler gibi toplumsal eşitsizliğe ve/veya ayrımcılığa maruz kalan kesimler tartışmaya açıldı. Bu tür dönemler, ister istemez, geçmişe dair bir muhasebe imkânı sunduğu kadar, doğru değerlendirilirse, geleceğe dair de bir öngörüde bulunma ve buna uygun politika yapımına yönelme imkânı da sunar. Bu nedenle belki öncelikle “Bir dönem ne anlatır? Bir dönem nasıl okunur?” sorularını cevaplamanın yolları üzerine düşünmeli, sonra buna uygun bir biçimde Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyılını doğru okumalıyız. Ancak ve ancak hakikati önceleyen bir okuma sayesinde destansı bir geçmişten, insanüstü kahramanlık hikayelerinden, abartılı zaferlerden ve kin dolu düşmanlık söylemlerinden sıyrılmış, bugüne temas eden, bugünle bağ kuran bir tarihsel anlatıya ulaşabiliriz. Böyle bir anda özgür düşünce ve aydınlık bir zihin her şeyden daha işlevsel olacaktır.

BİR DÖNEMİ TANIMLAMAK: DÖNEM TARİHİ Mİ DÖNEM DİZİSİ Mİ?

Fernand Braudel 1958’de yazdığı “Tarih ve Sosyal Bilimler: Uzun Dönem” başlıklı makalesinde tarih ve geleneksel tarihle ilgili önemli çıkarımlar ortaya koyar: “Tüm tarih yazımı geçmişi dönemlere ayırır ve az çok bilinçli bir biçimde, olumlu ve olumsuz tercihlere bağlı olarak kronolojik gerçekler arasında seçimler yapar. Kısa zaman döngülerine, bireye ve olaylara odaklanan geleneksel tarih, uzun zamandır bizi aceleci, dramatik ve nefes nefese bir anlatıma alıştırdı.”. Bu makaleden sekiz yıl sonra, Alman sosyolog ve film kuramcısı Siegfried Kracauer “Zaman ve Tarih” başlıklı makalesinde kronolojik zaman üzerine kapsamlı bir tartışma yürütür ve Batı’da kabul gören kronolojik, seküler zamana dayalı tarih anlayışının modern kökenleri olduğuna değinir. “Sonuç olarak tarihi homojen kronolojik zamandaki bir süreç olarak tanımlamamız doğru olmaz. Aslında tarih, kronolojisi bize ilişkileri ve anlamları hakkında çok az şey söyleyen olaylardan oluşur. Aynı anda gelişen olaylar çoğunlukla doğası gereği birbirinden bağımsız olduğundan, tarihsel süreci homojen bir akış olarak kavramanın aslında hiçbir anlamı yoktur.” Dolayısıyla, geçmişi anlamaya yönelik mesele olayların ne zaman ve hangi sırada olduğu değildir, aynı anda gerçekleşen birçok tarihi olay arasında bağ olmadığı için bunları sırf aynı anda gerçekleştikleri için anlamlandırmak da doğru değildir. Tarih ve zaman arasındaki ilişkinin yanı sıra, tarih, zaman ve hafıza, ama özellikle kolektif hafıza arasındaki ilişkiyi de doğru anlamak, geçmişi anlamak açısından büyük önem taşır. Bugün yaşayanların geçmişle kurduğu bağ, bazı durumlarda hatırladıklarına dayalı olsa bile, çoğu zaman onlara anlatılanlarla, farklı kaynaklardan aktarılanlarla, kurumlar aracılığıyla öğretilenlerle, ya da şimdi zaman içinde toplu törenler, Hobsbawm’ın dediği gibi icat edilmiş gelenekler veya popüler kültür yoluyla hatırlatılanlarla şekillenir. Böyle bir çokluk içerisinde değer yargısından yoksun ve nesnel bir bakış açısıyla geçmişi anlamak veya anlamlandırmak oldukça zordur.

Cumhuriyeti ve yüzyıllık tarihini doğru anlamak için öncelikle gündelik zamandan, olayların ve kişilerin zamanından sıyrılmak, bugün gururumuzu okşayacak, duygularımıza hitap edecek ayrıntılara odaklanmak yerine, geçmişle ilgili bir tercih yapmadan bu topraklarda yaşananları kavramamız gerek. İkinci olarak, tarih saatli maarif takviminin yapraklarında yazılanlardan ibaret değildir. Ortaokul ve lise yıllarında, özellikle İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük derslerinde ezberlemekten başka çaremizin olmadığı o kuru ve ruhsuz anlatı bize Cumhuriyetin yarattığı köklü değişimi ve toplumsal dönüşümün farklı yüzlerini göstermez, sadece kamusal eğitim sisteminin görmemizi istediklerini sunar. Son olarak, popüler tarihin ve popüler kültürün yoğun çabasıyla kitlelere damardan zerk edilen duygu sömürüsüne, gerçekteyse birilerinin cebini doldurmaktan başka bir işlevi olmayan ürünlere dikkatle yaklaşmak gerek. Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler, Diriliş: Çanakkale 1915, Cumhuriyet: Bir Türk Mucizesi kitapları, Yılmaz Özdil’in dört yıl önce 2500 liraya satılan Mustafa Kemal kitabı, şimdi de DisneyPlus için yapılan Atatürk filmi, Cumhuriyet’in kitle tüketimine uygun bir metaya dönüşme sürecinin ilk akla gelen örnekleri. Oysa bunların ötesinde, yüzüncü yılda Cumhuriyet’in vardığı noktayı daha iyi anlamamızı sağlayacak tarafsız bir bakış açısına, bugünümüze anlam katacak, yargılamadan barıştıracak, yenmeden yenilmeden uzlaştıracak bir okumaya, duygularımız bir tarafa aklımızla eylemeye ihtiyacımız var. 

CUMHURİYET: SÜREKLİLİK VE KIRILMALARIYLA BİR MODERN TOPLUM İNŞASI

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci geç Osmanlı dönemi modernleşmesinden bağımsız olarak düşünülemez. Bunun en önemli nedeni modern devlete dair temel bileşenlerden parlamento ve anayasal düzenin Cumhuriyet’ten önce de denenmiş olmasıdır, bunların sürekliliği ve başarısı ise bir başka tartışma konusudur. Yalnızca parlamentonun ve anayasanın kurumsal varlığı ya da seçimlerin yapılıyor olması, Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu göstermez. Türkiye’de demokratik gerileme son on yılda en üst düzeye taşınmış olsa bile, yüzyıllık sürede askeri vesayetin varlığı, periyodik olarak gerçekleşen darbeler, düşünce özgürlüğüne ve örgütlü mücadelelere yönelik baskı, insan hakları ihlalleri demokratik konsolidasyondan ne kadar uzak olduğumuzu gösterir. Yakın tarih kolay hatırlanır, uzun dönemi hatırlamak ve kemikleşmiş sorunları, yapısal durumu görmek ise zaman alır. Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki bu sürekliliğin ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı tarzı modernleşmeyi benimsemesiyle öne çıkan toplum inşası radikal kırılmalar içerir. Bu kırılmaları hukuk sistemindeki değişiklikler, bireysel hak ve özgürlükler, gündelik yaşamın düzenlenmesi ile ölçü sistemleri, eğitim modeli ve bürokrasinin yeniden inşası gibi kurumsal boyutta da görürüz. Çağdaşlarına göre geç başlayan ve kapsamı dar kalan Osmanlı modernleşmesi Cumhuriyetle çok daha kitlesel ve yapısal bir boyuta ulaşır. Burada bir takım pratik koşulların kolaylaştırıcı etkisi olmasına rağmen, cumhuriyet dönemi modernleşmesinin tüm toplumu kapsadığı ve yaygın bir biçimde içselleştirildiğini söylemek oldukça zordur. Nitekim Cumhuriyetin ilanından 23 yıl sonra yapılan seçimlerde iktidarın değişmesi, bunu takip eden süreçte kurucu ideolojinin giderek toplumsal tepkilere maruz kalması ve savunmacı bir pozisyona gerilemesi üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Modern toplum inşasına dair bir başka konu ise farklı toplumsal kesimlerin bu modernleşme sürecinden farklı etkilenmiş olmasıdır. “Ne mutlu Türküm diyene!” ekseninde kurgulanan yurttaş milliyetçiliği, bir mozaik olduğu sıklıkla vurgulanan Anadolu halklarını bir çatı altında toplamaya yetmemiş, talepler yüzyıl boyunca dile getirilmeye devam etmiştir. Bugün dünyada artan insan hareketliliği ve küresel göç dalgaları çokkültürlülük, ulus-ötesi vatandaşlık, farklılıklarla bir arada yaşamak, kapsayıcılık veya sosyal içerme gibi kavramların tartışıldığı bir bağlamda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları birlik duygusundan ve hoşgörüden uzaktır, gençler kurtuluşu yurtdışında ararken geriye kalanlar çatışmacı ve muhafazakâr kimlik cephelerinde saflaşma eğilimindedir. Modernleşme sürecinin iktisadi ayağı da özellikle 1929 buhranından sonra devletin öncülüğünde yürütülen ve uluslararası iş birlikleri ve kredilerle desteklenen bir ulusal kalkınma atağı gerçekleştirmiş, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar yüzyılın en kapsamlı sanayileşmesini sağlamış, gerçek anlamda bir yeniden inşa yaratmıştır. Ancak siyasi alandaki süreksizlik, ekonomik alanda da kendini göstermiş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında değişen iktidarla birlikte hem savaşsız bir savaş ekonomisi yürütmenin halkın üzerindeki ağır yükü hem de ulusal iktisadi politikalarda dışa açılmadan kaynaklanan borçlanma etkili olmuş, bu kriz dinamikleri periyodik olarak devam etmiştir.

Mehmet Ö. Alkan yeni yayınlanan Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe başlıklı derleme kitabının sunuşuna iki cümleyle başlar: “Türkiye'yi çevreleyen ve çoğu Osmanlı'dan müdevver ülkeler kadar, Avrupa ülkelerinde de 100. yılına ulaşan ikinci bir siyasal rejim örneği bulmak gerçekten zor. Öte yandan atlattığı badirelere bakınca Cumhuriyet'in 100. yıla erişmesi bazen mucize gibi geliyor.” Türkiye’nin yüzyıllık yalnızlığı da bir taraftan yüzüncü yılına ulaşmış bir siyasi rejim olması, ancak buna rağmen politik, ekonomik ve insani gelişimiyle sahip olduğu kaynakların, hedeflediği atılımların, uygarlığın gerisinde kalması. Batıyla doğunun, gelenekselle modernin, geçmişle geleceğin arasında sıkışmış, bir taraftan dünya sisteminin dalgalarına uyan, diğer taraftan kendi iç dinamikleriyle çalkalanan ve bir türlü fırtınadan çıkamayan bir ülke Türkiye. Bugün artık bütün dünyada ulusun, devletin ve bir bütün olarak ulus-devletin kavramsal olarak sorgulandığı, pratik olarak varlık krizi yaşadığı bir dönemdeyiz. Kendi öznel konumlarımızdan sıyrılarak ve içinde bulunduğumuz bağlama belli bir mesafeden bakarak daha nesnel, daha adil bir bakış açısı elde edebiliriz. Böylece Cumhuriyetin kime ne getirdiğini, kimin için ne ifade ettiğini görebilir, kazanımlarının yanında eksik yanlarını, elbette hatalarını anlayarak, bugünün dünyasında Cumhuriyet'e yeni bir işlev atfedebiliriz. Bir model olarak cumhuriyet payidar kalabilir, ama hangi değerler üzerine meşru bir varlık inşa edebilir, bunu düşünmek zorundayız.

Tüm yazılarını göster