En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Türkiye’de bir olağanüstü hal rejimi yoktur. Şu an içinde bulunduğumuz idare biçimi ile Türkiye’nin anayasasında tanımlanmış olağanüstü hal arasında hiçbir ilişki bulamazsınız. Olağanüstü hal, hukuki bir rejimdir, sınırları ve tanımlanmış sebepleri vardır; süresi ve sonuçları bu sınır ve sebeplerle bağlıdır. Türkiye’nin mevcut rejiminde bir olağanüstü hal kararnamesiyle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, darbeyle ‘iltisak’lı olduğu için ‘ihraç’ edilse bu kararnamenin hukuksuz olduğuna ilişkin hiçbir ‘yargı mercii’ne başvuramazsınız. Ülkenin yüksek rütbeli hukukçuları televizyonlarda anayasanın KHK ile kaldırılmasının nasıl mümkün olduğunu güzel güzel anlatırlar, demokrasinin gelmesi için bunun yapılması gerektiğinden bahsederler. Nüktedanlık yapmıyorum, bunu tek denetim mercii, Anayasa Mahkemesi söylüyor.
Adını koyalım. Açık diktatörlük koşullarında yaşıyoruz. Diktatörlük koşullarında kararname ile yönetmek olağanüstü değil, olağan bir uygulamadır. Nazi liderinin ilk işi kararname ile parlamentonun ve siyasi partilerin işini bitirmek olmuştu ve on iki yıl boyunca Nazizm böyle ayakta kaldı. Plebisitler, diktatörlük koşullarında olağandır. Çünkü modern diktatörlük, halka kendini onaylatmak zorundadır. Yeğen Napolyon’dan beri bu böyledir. Halka dayanarak anayasaya darbe yapmanın mümkün olduğunu o göstermiş, kendini plebisit ile imparator ilan etmişti. AKP Genel Başkanı 2010’dan beri buna hep ihtiyaç duydu, hep kendini onaylatmaya çalıştı. Zulüm diktatörlük koşullarında olağandır. Çünkü diktatörlük bir hukuki kurum olarak icat edildiği Roma’dan beri beka sorununu çözme söylemine dayanmıştır. Beka sorununu çözmek için gelen diktatör, kendisine verilen süreyi hep aşmış, sınırsız, keyfi yönetimini sürdürmek için sürekli düşman ve savaş arayışına girmiştir. AKP Genel Başkanı, sürekli beka sorunundan, düşmanlardan ve savaşlardan bahsederken hiç de bizim bilmediğimiz şeyler biliyor değil.
REJİMİN SEMBOLLERİ
Adını koymak yetmez, içeriğini belirleyelim. Türkiye’de olağanüstü hal adıyla ilan edilmemiş bu rejim, AKP Genel Başkanı Erdoğan, 7 Haziran’da kaybettiğinden ve bir daha ‘normal’ koşullarda kazanamayacağını anladığından beri sürüyor. Siyasi zemini, 2010 referandumunda kendisine plebisiter bir yetkinin tanınmasıyla oluşmaya başladı. Ardından işlevi anayasal sınırların işlevini ortadan kaldırmak olan Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu ve nihayet 2014’te yeni bir plebisit ile zemin sağlanmış oldu. 15 Temmuz’un ardından resmi olarak ilan edilen rejim, 16 Nisan’ın gayrimeşru yollar ile kazanılmasına, plebisiter diktatörlüğün kurulmasına odaklanmıştı, terör ile mücadeleye değil.
Genel Başkan seçildiği AKP kongresinde "OHAL kalkmayacak" diyen Erdoğan, haklıdır. Çünkü OHAL denilen şey bizzat Erdoğan’dır. Hiçbir gerekçe sunulmadan binlerce kamu çalışanının mesleklerinden men edildiği, hiçbir hukuki argüman ortaya konulmadan yüzlerce basın emekçisinin cezaevlerine konulduğu, polisin nefret ve intikam dolu gözlerle hak arayan her gruba saldırdığı, korkunun bürokratlar ve yargıçlar başta olmak üzere bütün devlet katlarını hareketsiz kıldığı bir ülkede idareyi sürdürmek ancak böyle mümkün olabilir. Sembollerden anlayabilirsiniz bunu. Bu rejimin sembolleri İtalyan faşizmini sembolize eden fascesleri hatırlatan çitlerle İnsan Hakları Anıtının hapsedilmesidir; üniversite üyelerinin cübbelerinin postallar altında ezilmesi, açlık grevindeki babanın oğlunun kemiklerinin kargoda bekletilmesidir.
OHAL olarak ilan edilen şey bir tedbir değil, bizzat Erdoğan’dır, çünkü onun tek seçeneğidir. Fakat bizlerin, bu ülkede eşit ve özgür biçimde; hak ettiğimiz barış koşullarında yaşama arzusu taşıyan bizlerin değil.
EMİN OLUN DEĞİŞECEKTİR
16 Nisan referandumunun iki önemli sonucu oldu. Birincisi parlamentonun fiili etkisizliğinin yasallaşmasıdır. İktidar partisinin milletvekilleri ve muhalefet partisinin milletvekilleri teorik olarak üzerilerinde taşıdıkları seçmenlerinin taleplerini duyurma görev ve sorumluluklarından sıyrıldılar. Artık vekillerin bizim adımıza talepler seslendirmesinin bizim taleplerimizi haykırmamızdan çok fazla farkı olmayacak. İkinci sonucu ise siyasal rejimin çürüdüğünü, seçimlerin meşruiyetini yitirdiğini göstermesi oldu. Halk kesimleri, bütün farklılıkları ve birbiriyle uyumlu olmayan arzularıyla bu rejime bir son vermekteki ısrarlarını en zor koşullarda dile getirdiler.
Bu iki sonuç, mecbur olmadığımız bu rejime karşı nasıl bir strateji izlemek gerektiğinin de ipuçlarını veriyor. Nasıl bir cumhuriyet içinde yaşamak istediğimizi, farklılıklarımızın eşdeğer noktalarını bulmak, cumhuriyeti yeniden inşa etmek için yapılacak şey bugünden onu konuşmaya başlamaktır. Konuşmakla kalmayıp onu bugünden ilmek ilmek örmek önerilmelidir. İhraç edilen akademisyenlerin başlattığı kendi akademilerini kurma girişimi, bunun çok küçük bir örneğidir. Şiddetsiz, sivil itaatsizlik eylemleri bunun güçlenmeye başlayan bir örneğidir.
Temsil gücünü her geçen gün yitiren CHP, parti bürokrasisi içinde payların nasıl dağıtılacağını, parlamentoda kapacakları sandalye sayısını ya da başkanlık için önerecekleri adayı düşünmeye devam etmek yerine toplumsal hareketlerle nasıl bütünleşeceğinin yollarını aramalı, büyüyen eşit ve özgür bir cumhuriyet fikrine katılmalıdır. Siyaseti pay kapma mücadelesi olmaktan çıkarıp bir ‘dava’ya yönelmelidir. Türkiye’de bu davanın ilk hedefler beyannamesi, 16 Nisan referandumu öncesi halkın birçok kesimi tarafından ortaya konmuştu. Demirtaş bugün cezaevindedir. Kılıçdaroğlu, bu rejime mecbur olmadığını düşünen milyonlarca insanın neden kendi koltuğunda Demirtaş’ın olmasını içten içe arzuladığını idrak etmelidir.
Çünkü elbette OHAL kalkacak, siyasi vaziyetimiz değişecektir. İbn-i Haldun’un inşa ettiği bilim hâlâ geçerliğini korumaktadır.