Dadak: 'Kadınlar için set de bir mücadele alanı'

Yönetmen ve senarist Zeynep Dadak'la filmi Mavi Dalga, sinemanın toplumsal işlevselliği ve en sevdiği yönetmenler hakkında konuştuk. Yönetmen, 'bir kadının kendini bulunduğu ortama ispat etmesi gereken sürenin, erkeklere tanınan süreden daha az' olduğunu düşünüyor.

Abone ol

"Mavi Dalga" filminin yönetmeni "ortağım" dediği Merve Kayan ile üstlenen Zeynep Dadak’la geçtiğimiz hafta bir araya geldik. Merve Kayan ile birlikte filmin senaryosunu da üstlenen Dadak, asistanlık sürecini, öğretim üyeliğini, sinema yazarlığını ve ilk film yapım tecrübesini bizlerle paylaştı.

İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?

Annemle beraber sinemada izlediğim ilk film Paris’te Son Tango… Sinemaya tek başıma gidip izlediğim ilk film ise Tim Burton’ın Batman’i…

Kaç senesi?

Tam hatırlamıyorum ama ortaokulda filandım sanırım. 90’lı yıllar olmalı…

Sinemaya kısa film çekerek başlıyorsunuz.

Evet. Benim şöyle bir durumum oldu: Ben sinema okumadan önce de sinemayla aramda ciddi bir ilişki vardı. Bir filmi on kere izlediğimi hatırlıyorum mesela. Hollywood filmleri de dâhil olmak üzere, sürekli film izliyordum. Tür ayrımı yapmaksızın film izlediğimi hatırlıyorum.

Dolayısıyla kısa film- uzun film ayrımı yapmadım hiç. Sinema okumaya başlayınca da aklımda hep kısa kısa sahneler canlanırdı. Onlar üzerine öykü kurmaya başlayıp öğrenciyken filmler çekmeye başladım. VHS kasetlerle… Dolayısıyla da anlatmak istediğim hikâyenin ihtiyacı neyse ona göre çalışmaya başladım. Kısa film- uzun film veya belgesel ayrımı yapmadım.

Uzun metrajı yapmadan önce de Altyazı dergisinde sinema yazarlığı yapmaya başlıyorsunuz.

Evet. Türkiye’de dergiciliğin çok önemli bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Şiirde, edebiyatta… Üniversiteyi bitirip asistan olarak çalışmaya başladım, o ara Altyazı’dan Övgü Gökçe benden bir yazı istedi. Ben de bu sayede başlamış oldum. Ondan sonra da fark ettim ki düzenli olarak yazmaya başlamışım.

Daha önceden böyle bir çalışma yapmış mıydınız peki?

Bir filmi, bir sahneyi onlarca kez izleyip kendime tuttuğum notlar olurdu. Biraz biraz oradan başladım diyebilirim.

Mavi Dalga filminden bir kare

DOKTORA TEZİMİ 'ARABESK' ÜZERİNE YAPTIM

Şu an öğretim üyeliği de yapıyorsunuz sanırım.

Evet, lisans, yüksek lisans ve asistanlık dönemimin ardından, burslu olarak New York Üniversitesi Sinema Çalışmaları Bölümü’ne gittim Amerika’ya. 2011’de Türkiye’ye dönünce Kadir Has’ta ders vermeye başladım. Bir yandan okuyup yazarken, film yapmaya devam ediyordum, yeni koşullar yaratmaya çalışıyordum.

Hatta başlarda orada da şaşırdılar "doktora, film yapılan yer değil" dediler, ama sonra kabullendiler. Mesela Irak Dünya Mahkemesi diye bir belgesel yaptım 2006’da, onu bitirmeme Amerika’nın efsanevi belgesel sinemacılarından George Stoney yardım etti; o dönem onun asistanlığını yapıyordum. Sonra Merve Kayan’la elden düşme bir 16 mm Bolex kamera edindik, çeşitli kısalar çektik, ‘Bu Sahilde’yi yaptık. Sinemayla kurduğum organik ilişkiden de ayrılmak istemediğim için film yapımına ara vermedim hiç.

Doktora tezinizi ne üzerine yaptınız?

"Arabesk" üzerine… İsmi Ağlak Sinema (A Maudlin Cinema). Melodramın bir üst katmanı olarak niteleyebileceğimiz janrın adı konmadan çok önce bile arabesk olarak kodlanabileceği üzerine bir tez yazdım. Arabeski, melodramı Türkiye’ye tercüme eden bir şey olarak görüyorum.

1930’larda Münir Nurettin Selçuk’tan başlayıp Zeki Mürenlere, oradan Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur filmlerine, oradan da Zeki Demirkubuz filmlerine kadar, Türkiye Sineması’nda Arabeske Bakış diye niteleyebileceğimiz bir başlık üzerine tezi kurdum.

İlk filminiz "Mavi Dalga"dan önce nasıl bir asistanlık süreci geçirdiniz?

Ben de üniversiteye girdiğim zamanda çalışmaya başladım. 95’ senesinde üniversitede sinema okumaya başladım.. İlk çalıştığım set de "Süper Baba" dizisi. O zaman çok fazla sinema filmi çekilmiyordu. O yüzden dizilerde çalışmak daha mümkün gözüküyordu.

O işten sonra "Bizimkiler" dizisinde çalıştım. Bir dönem diziler için senaristlik yaptık Onur Ünlü’yle beraber. O işlerden sonra Derviş Zaim’le çalıştım. Ondan sonra bir tercih yapmak zorunda kaldım. Bir yandan kendi işlerimi yapmak isterken, para da kazanmam gerekiyordu. O yüzden Bilgi Üniversitesi Sinema bölümünde asistanlık yapmaya başladım, bir yandan da kendi filmlerimi çekmeye başladım.

'KADINLAR İÇİN SET DE GÜNLÜK HAYAT GİBİ MÜCADELE ALANI'

Medya sektörünün kadına bakış açısı belliyken, kadınların, sinema ve dizi sektöründeki varoluşu konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu süreçte ‘kadın’ kimliğinizden dolayı ayrımcılığa maruz kaldığınız oldu mu?

Günlük hayat o ayrım üzerine kurulu zaten, dolayısıyla onun yansımaları sette de devam ediyor. Ama nasıl ki günlük hayat bir kadın için mücadele alanı ise sette öyle. Mesela ilk sete başladığım zaman 18 yaşımdaydım ve kamera asistanlığı yapıyordum. Ne bileyim kamera çantası taşınacağı zaman ya da bir kablo bağlanacağı zaman, setteki abiler gelip yardım ediyorlardı ve bunu iyi niyetle de yapıyorlardı. Ama ben istemiyordum. Çünkü o işi yapayım diye beni oraya almışlardı.

Ama bundan daha önemli olan şey şu: Bir kadının kendini bulunduğu ortama ispat etmesi gereken süre, erkeklere tanınan süreden daha az. Bir sette yönetmen olarak sesçiye bir saat boyunca o mikrofonun çalışmadığını anlatmak zorunda kaldım ama aynı şeyi erkek yönetmen söylese "Tamam abi!" deyip değiştirebilir. Bu sektörel bir arıza da değil, o sesçi günlük hayatında da öyle.

Merve Kayan ve Zeynep Dadak / Fotoğraf: Aylin Güngör

Yönetmenler ilk filmlerine her zaman ayrı bir önem gösterir. Yaşamları boyunca ilk yaptıkları filmle anılacaklarını düşündüklerinden diye sanıyorum. ‘Mavi Dalga’ filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

"Mavi Dalga" aklımızda ilk belirdiği zaman, ortağım Merve Kayan ile bir filmi kurgusunu yapıyorduk. Çok konuşuyorduk biz kurgu yaparken… Sevdiğimiz filmlerden filan… Bir yandan da kurgu yapmayı da çok seviyoruz beraber. O ara kurgu yaparken şunu fark ettik: Ne kadar az konuşan kadın karakter var.

Önemli olan kadınların gündelik hayat hakkında birbirleriyle konuştukları bir film yapmaktı. Kadının temsil hakkı bulabilmesi için illa büyük bir acı çekmesi gerekmesin istedik. Bunu yaparken de güzel kız- çirkin kız, şişman kız- zayıf kız, tecavüze ve şiddete maruz kalmayan kız, anne olmayan genç kız gibi ayrımlar yapmadan sıradan bir hikâye anlatmaya çalıştık. Bir kızın büyüme hikâyesi olarak düşündük "Mavi Dalga"yı ve onu yargılamadan nasıl anlatabiliriz diye düşündük.

Mavi Dalga’nın karakterleri ülkenin görece sakin bir köşesinde, dış dünyanın çatışmalarından biraz izole etmeye çalıştığımız karakterlerdi; buna rağmen yaşadıkları baskıyı göstermek için bir taktikti bu. Bugünün Türkiye’sinde ise böyle bir ‘çatışmasızlık’ mümkün değil. Eric Rohmer ve Agnes Varda’nın filmlerini o dönem sıkça izlediğimi hatırlıyorum.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Ben Türkiye Sineması tanımlamasının doğruluğuna inanıyorum. Çünkü birden fazla dilin, birden fazla kültürün, birden fazla coğrafyanın, gayrimüslimlerin 1940’tan beri hem dağıtımcı hem üretici olarak sinemanın içinde yer almasının, Yeşilçam geleneğinin bu tanımlamanın içinde yer aldığını düşünüyorum.

Ayrıca buraya özgü yapım koşulları ile üretim yaptığımızı da düşünüyorum. Hepsini geçtim, ne kadar farklı geleneklerden gelirsek gelelim, kimden ya da hangi ulus aşırı sinema akımından beslenirsek beslenelim, bir yurtdışı festivaline başvuru yaptığımızda "Türkiye’den bir film" olarak kodlanıp kabul ediliyoruz.

Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Politik olma, meselesini şöyle yorumluyorum ben: Günlük hayatta, birilerine ya da kendimize karşı olan yaklaşım biçimimiz, tavrımız ve düşünüş biçimimiz. Bu yaklaşım ve bu varoluş biçimi ister istemez filmlerine de sirayet ediyor insanın. Bu bağlamda da yaptığım işleri politik olarak yorumluyorum tabi ki.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Çok uzun bir süreyi alıyor film yapmak… Bu sürede de bakanlık desteğine bir şekilde ihtiyaç duymak durumunda kalıyorsunuz. Olur da destek alırsanız bu süreci biraz daha kolaylaştırabiliyor. Şu an ben de, birçok arkadaşım gibi film yapmanın yeni yollarını arıyorum. Nasıl ve hangi yolla film üretimine devam edebileceğiz, onu düşünüyorum. Çok da parlak bir durum yok açıkçası.

'ESER İŞLETME BELGESİNİN AMACI SANSÜR'

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Bağımsız sinema aslında çok net bir ekonomik modeli tarif ediyor fakat estetik olarak da seyircisine minimal bir tür de vaat ediyor. Belki bağımsız sinemayı da o hapsolduğu alandan çıkarmak lazım! Yapım aşaması olarak minimal ama sinema dili olarak minimal olmayan bir tür filmi yapmak mümkün mü, diye düşünmek lazım mesela. Bir yandan da dağıtım meselesini ayrıca düşünmek lazım… Çünkü salon sayısı özellikle gittikçe daralıyor ve biz filmlerimizi sadece festivallerde gösterebiliyoruz.

Birkaç salon haricinde, sinemaya girebilmemiz mümkün gözükmüyor. Üzerine bir de eser işletme belgesi meselesi çıktı. Yeşim Ustaoğlu’nun "Tereddüt" filmine, festival için ayrı, gösterim için ayrı iki tane eser işletme belgesi verildi. Gösterim için verilen eser işletme belgesi kapsamında Kültür Bakanlığı, filmin 18+ yaş sınırlaması almamasi için bazı sahnelerinde değişikliğe gidilmesini istedi, film de bu ‘kesilmiş’ versiyonla vizyona girdi. Bu sayede de eser işletme belgesinin asıl amacı ortaya çıktı: Sansür.

Mavi Dalga filminden bir kare

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

O meseleyle ilgili şunu söylemek isterim: Biz, bir şekilde filmimizi seyirciye ulaştırmaya çalıştırıyoruz. Bunun içine festival de dâhil, internet de dâhil, gişe de dâhil… Sanki biz özellikle festivale film yapıyormuşuz gibi algılanıyor. Hâlbuki öyle değil… Kim filmi seyredilmesin diye film yapar ki…

Üstelik gişeyi elinde tutan tekeller de filminizi götürdüğünüzde festivalden ödül aldığınızı duyunca size salon vermiyor. Bir film yapabilmek için hayatındaki her şeyi, maddi ve manevi, ortaya koyduğunuzu anlamak istemiyorlar.

Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Tabii ki taşır ama öncelikli amacı bu değildir bence. Sinema üzerinden hassasiyet gidermek gibi bir amaçla bir film yapıldığında, hassasiyet duyulan olaya zarar veriliyor gibi geliyor bana. Çünkü seyirci diyor ki "ha, o meseleyle ilgili film yapıldı ya". Tamam, yeterli yani o meseleyi tartışmak için! Böyle bir şey olabilir mi? O yüzden o filmlerin, nasıl yaklaştığı, ne yaptıkları çok çok önemli.

Bence böyle düşünülüp yapıldığında yapanın niyetinden çok daha farklı yerlere ulaşıyor o film ve filmin ayrıca kaderi oluyor diye düşünüyorum.

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir?

Agnes Varda’yı çok seviyorum. Belgesel ve kurmaca sinemayı o kadar iç içe geçirmesi halini seviyorum. Stanley Kubrick’i çok seviyorum. Çok alakasız gibi görünse de, birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi görünen filmler yapıyor ve tutkulu olma halini anlatıyor.

Luis Bunuel’in kontrolsüzlüğüne bayılıyorum. Ve tabii Yılmaz Güney.. "Umut" filmini özellikle çok seviyorum. Ağlaklığa ve melodrama çok açık olan bir hikâyeyi, melodramatik olanın dışına çıkarak anlatması çok önemli. O dönemde herkes bambaşka şeyler peşindeyken, Türkiye sinemasında yarık açıyor resmen bu filmle.

Zeynep Dadak / Fotoğraf: Gizem Bayıksel

'YAPIMCI PARASI OLAN KİŞİ DEĞİLDİR'

Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Fargo’dan bir sahne çekmek isterdim. Kadını kaçırdıkları sahneyi özellikle… Solaris için de benzeri hisler içindeyim. O filmden de bir sahneyi çekmek isterdim.

Solaris’i beğeniyorsunuz ama Tarkovsky’yi sevdiğiniz yönetmenler içinde saymadınız?

Türkiye’de herkes Tarkovsky’yi seviyor, onun ismini söylemekten korkar oldum (gülüyor)... Ben üniversitedeyken de herkes Tarkovsky’yi seviyordu ve sürekli ondan bahsediliyordu. Herkes o kadar ondan bahsedince ben de o dönemde filmlerini izlemedim. Üniversite bittikten sonra, o kalabalık dağılınca, izlemeye başladım ve çok sevdim.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Türkiye’de kurumların sürekliliği olmadığı için, bölümler tam bir ekol geliştirme çabası içerisine girdiklerinde dağılıyorlar. Şu an öğretim görevlisiyim ve sinema eğitiminde teorik ve pratik eğitimin mutlaka iç içe geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de hâlâ ya aşırı teorik ya aşırı pratik diye bir ayrım var. Yazı yazmayı ya da analitik düşünmeyi beceremeyen bir insanın, film çekebileceğine inanmıyorum.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime denir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Sinemanın bir sektör haline gelemediği bizim gibi ülkelerde yapımcı çok önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir film üretmek şu anki koşullarda tamamen yönetmenin sırtına yükleniyor. Yapımcı da en az yönetmen kadar, görüntü yönetmeni kadar sanatsal üretimin içinde diye düşünüyorum. Bunu yapabilen çok az yapımcı var. Yapımcı, parası olan kişi değildir. Projenin ihtiyaçlarını doğru olarak anlayabilen ve bunun için para yaratabilen kişidir yapımcı.

Sinema-edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Edebiyatla güçlü bir ilişkisi olmayan bir insanın sinemacı olabileceğini sanmıyorum. Dünyayı anlayan, tanımlayan en güçlü alanlardan biri, edebiyat… İlham almak ya da uyarlamaktan bahsetmiyorum fakat ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum edebiyatın. Ayrıca da uyarlama da olabilir fakat uyarlama yapılırken edebiyatçılarla ortaklaşma yapmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Genel olarak daha çok disiplinler arası ortaklığa ihtiyaç var bence.