Dağlar
Dağlar, saygın görünümleriyle orada hep dururlar. Eğer büyük depremlerle sarsılmamışlarsa, yıkılmazlar. Hem öyle depremlerle kim yıkılmaz ki! Size ihanet etmezler. Sadık bir dostturlar. Uzun süre ayrılıp geri döndüğünüzde, aynı yerde bulursunuz onları, beklerler. Eğer insanlar tarafından gadre uğramışsanız, size kucak açarlar.
Yıllar önce bir yerbilimci (jeolog) arkadaşımla uzun bir yolculuk yapmıştım. Türkiye’nin güzel bir ilçesinde, belediye için bir zemin çalışması yapmış, bu konuyla ilgi olarak kendi otomobiliyle altı-yedi saat sürecek olan yolculukta kendine eşlik edersem, sevineceğini söylemişti. Arkadaşım 1980 darbesinden sonra üniversitedeki görevinden uzaklaştırılmış, sonra tekrar başlaması için koşullar oluşmuş ama o üniversiteye geri dönmeyip, serbest çalışmayı yeğlemişti. Alanında iyi bir bilim insanıydı ve birçokları gibi kuru, soğuk, tek boyutlu bir bilim insanı değildi. İşte, şiir de sevdiği için, birlikte güzel bir yolculuk yapacağımızı düşünmüş ve bana önermişti. Ben de onun bu özelliklerini bildiğim için önerisini seve seve kabul ettim. Nitekim, dağların, ormanların içinden geçerken, son derce heyecan yaşadığımı belirtmeliyim. Arkadaşım kendi açısından benimle olmakla yolculuğun tadını çıkaracağını tasarlamıştı ama en çok ben onunla olmakla yolculuğun tadını çıkarıyordum. Sık sık dağlarla, taşlarla, toprakla ilgili sorular soruyordum ve o da sıkılmadan, benim anlayacağım bir dille, ayrıntılarıyla anlatıyordu. Onu büyük bir ilgiyle dinliyordum. Çünkü dağlardan söz ederken, bir insandan söz eder gibi söz ediyordu. Örneğin, ilerde görülen, etekleri yeşilden yukarı doğru gittikçe kahverengi tonlarında kayalıklara dönüşen dağın yaşını sorduğumda, “o çok genç, olsa olsa on beş bin yaşındadır” diyordu. Arkadaşımın “gençlik” ölçütüyle benim gençlik ölçütüm arasında epey fark vardı. Onun bu cevapları bana çok eğlenceli geliyordu. Yaşıtım olan bir tepe bulmak umuduyla, yanından geçtiğimiz bir tepenin yaşını sorduğumda, yine benzer bir cevap alıyordum: “O olsa olsa on iki bin yaşındadır”
Bunun üzerine, Kavalalı İbrahim Paşa, yörük toplulukları zorunlu iskâna tabi tutarak, tarımla uğraşmaya zorlar. Bu iddia bana pek mantıklı gelmese de, elbette bu uygulamalar, yörüklerin derin travmalar yaşamasına neden olur. Uzun yıllardır yazın dağlarda, kışın ovada yaşamaya alışmış, kültürünü böyle biçimlendirmiş yörükler, başta Dadaloğlu olmak üzere, bu duruma direnmişlerdir. Gerçekte yörüklerin yerleşik tarım toplumuna geçmeleri, tarihsel sürecin doğal sonucudur. Bu sürecin Toros dağlarında kendi iç dinamizmiyle değil de, dış dinamiklerin zorlamasıyla gerçekleşmiş olması, trajik sonuçlar doğmasına neden olmuştur. Eni konu yaşananlar, feodal toplulukların, kapitalist yaşama biçimine doğru evrimleşmesinin ilk travmalarıdır. Bu bakımdan Dadaloğlu’nun dağlara olan sevgisi ve kentleşmeye olan itirazı kendi somut gerçeği açısından insani bir durumdur. Ama Tarihsel süreç açısından bakıldığında, muhafazakâr bir davranıştır.
Dağlar, orada yakılan ateşlerle derinlik kazanır. Dağların tekinsiz karanlığı, yakılan ateşle, ateşi yakan arasındaki güven duygusuyla aydınlanır. Ama bu aydınlanma, alevlerin arasında uçuşan yüzüyle, ateşin başındaki kişinin iç dünyasında bir aydınlanmadır daha çok. Uzaktan, karşı tepelerin karanlığından ateşi gören biri için, orada yaşayan gizemli birilerinin olduğu anlamına gelmesinin ötesinde de anlamsal çokdeğerli bir durumdur. İşte gizem, saygı, endişe, merak gibi anlamlar, bunlardan birkaçıdır, denebilir. Bu nedenle, ateşle tamamlanmayan dağlar, biraz şematik ve tek boyutludur. Buna güzel bir örnek olarak, Albert Camus’nün, René Char’ın “Seçme Şiirler” kitabına yazdığı sunu yazısı verilebilir. Faşist Almanlar Fransa’yı işgal ettiği zaman, dağlar yine dostluğunu gösterecektir. Albert Camus, onun faşistlere karşı oluşan direniş hareketindeki (resistence) konumuna gönderme yapacak ve şunları yazacaktır: “ …1944 Mayıs’ında René Char Kuzey Afrika’ya gitmek üzere dağlardaki direnişçilerden ayrıldığında, bir uçak onu Aşağı Alpler’den aldı ve gece vakti, Durance ırmağının üstünden uçurdu. Ve o zaman tüm dağlar boyunca, adamlarının onu son bir kez selamlamak için yaktığı ateşleri gördü…”
Dağlarla, bazı yapıtlarda varoluşsal bir sorunun imgesi olarak da karşılaşıyoruz. Bu imge teorik olarak itirazı olan ve kendine çekilmiş bireye ya da “anlaşılmaz yabancı” ya gönderme yapar. Bu göndermelerin somut ve pratikteki karşılığıyla, örneğin, Ernest Hemingway’in “Klimanjaro’nun Karları” adlı öyküsünde karşılaşıyoruz. Bu öyküde Klimanjaro’nun 6500 m. yükseklikte karlı bir dağ olduğu, tepeye yakın bir yerde donmuş bir pars iskeletinin bulunduğu söylenir. Ve anlatıcı sorar: “Bu kadar yüksek yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor.” Nitekim, Hemingway’in Klimanjaro’yla ilgili verdiği bu çok kısa ama derin anlamlı bilgiyle, Metin Altıok’un, “Küçük Tragedyalar” adlı kitabının başında, bir alınlık olarak karşılaşırız. Kitaptaki şu dizeleri okuduğumuzda, “tepeye yakın bir yerde” ki “donmuş pars iskeleti” nin, neyin metaforu olarak bize anımsatıldığını söylemeye bile gerek kalmaz: “…Beni hoyrat bir makasla/Eski bir fotoğraftan oydular//Orda kaldı yanağımın yarısı/Kendini boşlukla tamamlar//Omzumda bir kesik el/Ki hâlâ durmadan kanar…//
Dağlar hep karşıdadır. Dağlarla “soldaki dağlar”, “arkadaki dağlar”, “yandaki dağlar” biçimindeki ifadelerde pek karşılaşmayız. Genellikle, “Şu karşıki dağlar…”, “karşı dağın yamacı da dumanlı” vb. Demek dağlar çoğu zaman gidilen yönde, yolun üstündedir. “Yol ver geçem karlı dağlar!” İşte, gidilen yer olan dağlar, bazen kanun kaçaklarını barındıran bir mekân, bazen merkezi ya da yerel iktidarlara karşı verilen mücadelelerde sığınılan evdir. Bazen de yavuklusu Hatçe’yi, Abdi Ağa’nın kızını kaçıran İnce Memed’in sığınağı, aşıkların barınağıdır. Ama dağlar siyasal tarihte en çok bağımsızlık mücadelesi veren paramiliter grupların saklandıkları alanlar olarak anılır.
Babamın demiryolu işçisi olması nedeniyle, özellikle ilk gençlik yıllarımda çok fazla tren yolculuğu yaptım. Bu yolculuklarım daha çok Adana-Ankara-İstanbul arasında oldu. Özellikle Yenice-Ulukışla arasındaki Toros dağlarının gizemli görkemi, büyüleyici manzarası çok heyecan vericiydi. Trenin çok sayıda tünelden geçerken, bazen iki tünel arasındaki aydınlıkta çok kısa bir süre görülen müthiş görüntüleri unutamam. Ta aşağıda, derin uçurumların dibinde akan bir çay görürdüm. Hele az ilerdeki tepelerin kayalık ve dik yamaçlarında siyah lekeler halinde, umursamazca dolaşan dağ keçilerinin görüntüsü karşısında ancak susardım. Bazen yaz olmasına karşın dağların kuzeye bakan yanlarındaki koyaklarda saklanmış, hâlâ erimemekte direnen beyaz kar örtüleri, bana kış mevsiminin demek buralarda saklandığını düşündürürdü.
Yıllar önce, Erzurum ile Trabzon arasında yaptığım otobüs yolculuğumun büyük bölümünün geçtiği dağlardan da mutlaka söz etmeliyim. Erzurum ile Bayburt arasında yer alan Kop dağı, 2409 m. rakımıyla, yolumuzun tırmandığı ve tam tepeye kadar çıkıp, yeniden aşağıya indiği bir dağdır. İçinden geçtiğimiz bir köyün, iki saat sonra tam aşağıda, oraya serpilmiş oyun zarları gibi görünmesi, bir rüyanın içinden geçtiğinizi düşündürüyordu. O dağ köylerinin az ilerisinden geçerken, örneğin yoksul bir evin önünde bir şeyler yapan bir kadın görüntüsüne takılırsınız. Eğilmiş, yerdeki bir şeyleri karıştırmakta ya da yere bir şey bırakmaktadır. Kapının önünde belli belirsiz kımıldayan, üstündeki soluk kırmızıya çalan giysisiyle annesine bakan bir çocuk durmaktadır. Evin bacasından ya da yakın çevresinden mutlaka bir duman tütmektedir. Evin arkasından dağa doğru uzanan patikada bir köpek, onun az ilerisinde, gösterişli olmayan bir atın üzerinde bir adam gitmektedir. Otobüs uzaklaştığı için, adamın gittiği yönü kestirmek zorlaşmıştır. Eve doğru mu yoksa dağa doğru mu gittiği pek anlaşılmaz olmuştur.
Oysa, örneğin komşunuz İlhan Berk’le yolda karşılaştığınızda, dün evinin oralardan geçerken, bir selam vermek için uğradığınızı ama evde bulamadığınızı söylediğinizde, size şunu söyleyebilir: “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” Dağlar, ressamların, yazarların ve şairlerin vazgeçilmez izleğini oluşturmuştur. İlhan Berk’in şiirlerinde çoğu zaman egemen olan “non figüratif” atmosfer, onun insansız bir şiiri savunduğu anlamına gelmemeli. Tam tersine, “human” anlamındaki insanla yetinmeyen, insani sınırlarını genişletmek isteyen bir şairdir. Böyle bakınca, örneğin şu sözlerinin anlamını daha doğru kavrayabiliriz: “Gökyüzünün, ağaçların çocukluğunu bilirim. Ağaçlardan arkadaşlarım oldu. Hâlâ da var…” Doğrusu, insanı gündelik hayatta kuşatan her “şey”, İlhan Berk için “sosyal” varlıklardır. Onların bir kişiliği, ruhu vardır: “Ben bir su bardağına, ölü bir yaprağa, beyaz bir tabak kâğıda, bir kurşunkaleme, bir su sayacına kâğıt, bardak, sayaç diye bakamam. Devinen, konuşan varlıklardır benim için. Özellikle de yazı araçlarıyla sapkın bir yaşamım vardır. Örnekse masamla, masamdaki bütün şeylerle nerdeyse konuşurum.[. . .] Şeylerin dünyasının ağırlığı altındayız her an, her yerde. Onlara bu yüzden bakarım, anlamaya çalışırım, aşkca bir ilişkiye de girerim…”
Dağlar, saygın görünümleriyle orada hep dururlar. Eğer büyük depremlerle sarsılmamışlarsa, yıkılmazlar. Hem öyle depremlerle kim yıkılmaz ki! Size ihanet etmezler. Sadık bir dostturlar. Uzun süre ayrılıp geri döndüğünüzde, aynı yerde bulursunuz onları, beklerler. Eğer insanlar tarafından gadre uğramışsanız, size kucak açarlar. Dağların güvenli koyakları, vadileri, ormanları, gökyüzü, geceleri ve yaban hayvanları sizi korur. Bu nedenle, gadre uğramış bir insan olan Sabahattin Ali şu sözü boşuna söylememiştir: “Benim meskenim dağlardır, dağlar!”