Öyle anlaşılıyor ki “Demire alışan trenden inmiyor.” Bu veciz söz tam olarak böyle değildi ama ben modifiye ettim. Allah bize bu akılları fikirleri atalarımız ne söylediyse aynıyla devam ettirelim diye vermedi. İnsan iki kelimenin belini kıran, zamana ve koşullara göre sözünü modifiye edebilen bir varlıktır. Papağan değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 23 Haziran seçimlerine sayılı günler kala AKP Genel Başkanı olarak sahalara döndü. Hem de ne dönüş... “Daha demiri soğutacaktık” da diyemiyorsun. Üstelik 31 Mart gecesi balkon konuşması esnasında söylenen bu manalı ve ağdalı sözü pek hatırlayan da yok. Oysa insan durup dururken “Demiri soğutacağız” der mi? Artık soğutulma zamanı gelmiş bir demirden söz ediliyorsa, birilerinin canı kızgın demirlerle dağlanıp durmuş demektir. Kimdir o birileri? Dr. Jekyll bunu da saçıklasın.
Sahalara hızlı bir geri dönüş yapan Erdoğan, Sultangazi’deki toplu açılış töreninde siyaset hakkında da “topluca” konuştu. Öyle ki Mısır’ın devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin mahkeme sırasında ölümünden girdi ve CHP ile İmamoğlu’nu darbeci Sisi taraftarlığıyla suçlamaktan çıktı. Biraz takıldım ben de. Aslında propaganda izan sınırlarını aşınca çok da takılmamak lazım. Eğer ben bir iletişim bilimcisi isem bu etkili bir medya ve propaganda dili değildi. Eğer bu etkili bir propaganda dili ise ben zaten üniversiteden “atılmışım.”
Bir insanı dünya üzerinde yaşanan her türlü kötü olayla ilişkilendiriyorsanız o kişiyle ilişkili değil kendi hasletlerinizle ilişkili bir şey söylüyorsunuz demektir. “Kötü söz sahibini tırmalar” lafı da bu çıkarsamadan gelir. Zira bir insan aynı anda hem FETÖ hem PKK hem DHKP-C hem TKP-LM’ci hem Sisici hem Pisici hem Game of Thrones’cu olamaz. O-l-a-maz. Nokta. Şahsen ben Game of Thrones izlemediğim gibi, hakkımda açılmış dava sonuçlanıncaya dek Çernobil filan da izleyecek değilim. Başıma yeni belalar saramam.
Ne diyordum? Bir kişiyi aynı anda bunca şeyle suçluyorsanız, suyu bulandırarak suyun derinindeki yaşamsal malzemenin ve inci mercan güzelliklerin görünmesini engellemeye çalışıyorsunuz demektir. Tam da millet “Her şey çok güzel olacak” demişken. Sizi gidiler sizi... You are very big cat.
Demiri soğutabilmek için, basiret ve vicdan sahibi olmak şart. Üstelik tekrar tekrar söylediğim gibi, vicdan ağlak bir kalple ilişkili bir şey değil, düşünmek ve bilmekle ilişkili bir şey. Nitekim Hannah Arendt Zihnin Yaşamı adlı eserinde, vicdanın bilme sürecinde gerçekleştiğini, “kendi kendime ve kendimi kullanarak bilmek” anlamına geldiğini ifade eder. Buradan şuna geleceğim. AKP siyasetinin vicdanı yok. Kendi kendine ve kendini kullanarak bilmek anlamında bir bilgiden hiç nasiplenilmemiş. Başka türlü olsa bu denli izansız bir propaganda yürütülebilir miydi?
Her şeyi bir yana bırakıp Ekrem İmamoğlu ile ilişkili kızgın demiri yeniden ve hırsla kavrayarak sürdürülen kampanyaya bir bakalım. Kendini bilen bir siyaset “Vali itlik yapıyor” ithamına bu kadar sıkı sıkı, bu kadar “Allah'ın lütfu” gibi sarılabilir miydi? Buna böylesine can simidi gibi sarıldığında, Ordu’da olan bitenin bir “tuzak” olduğu fikrinin inandırıcılığına büyük katkı yapacağını bilmez miydi? Bundan da öte, Türkiye’de sokakta ve siyasette maalesef bol keseden kullanılan “itlik yapma” lafıyla yeri göğü inletmeye kalktığında, yurttaşın büyük çoğunluğunun “Demek ki Ekrem İmamoğlu cephesinde bunca kurcalamaya rağmen bulabildikleri hiçbir şaibe, hiçbir pislik yok” sonucuna varacağını hesap etmez miydi? Basiret ve vicdan olmayınca hesap edilemiyor demek ki...
İkinci olarak, televizyondaki açık oturum öncesinde Ekrem İmamoğlu’nun İsmail Küçükkaya ile bir otelde buluştuğu ve tam 45 dakikalık bir görüşme yaptığı konusu var. Günün haberi olarak dün patlatılmaya çalışılan bomba da buydu. Burada bel bağlanan şey Ekrem İmamoğlu’nun bir yalancı ve bir “proje” olduğunu zihinlere kazımak. Söz konusu açık oturumda Binali Yıldırım seviyeli bir tartışma sürdürebilmek için azami gayret sarf eden İmamoğlu’na, “yalan söylüyor” deyip durdu zaten. “Koskoca” bir devlet ve siyaset geçmişi olan bir adamın, mahallede sek sek oynayan çocuk mızıkçılığıyla “Yalan, yalan, yalan” demesinden utanarak masanın altına filan saklanmak istedik. Ne yapacaksın işte, “kişi kendinden bilir işi.” Sanırım strateji ve propaganda danışmanları Binali Bey’e “söz uçar itham kalır” demiş.
Yalan; AKP’nin bizi tanıştırdığı yeni Türkiye siyasetinin alametifarikası bir aparat. Bunu Türkiye toplumunun yarısından fazlasını oluşturan muhalif bir yurttaş kesimi bizzat kendisinin ya da yakınlarının başına gelenlerden yola çıkarak biliyor. “Yasal ve meşru bir siyasi partiye oy veren milyonlarca yurttaşa ve onların temsilcilerine ‘terörist’ diyen, İmamoğlu’na ne demez ki” diye soruyor. Bence AKP’nin sonunu –Türkiye’nin başına bizzat kendisinin bela ettiğini unutmamıza bir an olsun izin vermeksizin- herkesi “FETÖ'cü” olmakla itham eden bu pişkinlik ve bir de her eleştiriye, “Yalaannn, lannn, lannn” diyerek saldıran bu pervasızlık getirecek, getiriyor.
Öyle ya, siyasi tarihimize altın varakla geçmiş Kabataş yalanı, camide içki yalanı, ezanı ıslıklama yalanı gibi, bol keseden uydurulmuş kamyon kasasıylan yalan bugün de üzerimize yerli yersiz boca ediliyorken kime yalancı diyorsun sen? Böyle bir ibişlik olabilir mi? Neyse işte... Çiçeği burnunda, pırıltısı gözünde, yakası kolalı ve gömleği “temiz” bir siyaset insanına, İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayına, “Yalancı” deyip durmaları, haksız ve hukuksuz olanın şirretlikten medet umacağı bilgisini tazelememize yarıyor sadece.
AKP tüm toplumsal muhalefete ve şimdi de münhasıran Ekrem İmamoğlu’na, “Ortalık süfliliğe batmış ama paçasını toplaması ve diz boyu süfliliğin içinden tertemiz geçmesi gereken sensin” diyor adeta. On yedi yıldır siyasetin mutfağında iş gören bir iktidar elbette ortamı pisletmiş olabilir. Sen var git, bu mutfağa hiç bulaşma diyor yani. Hay maşallah!
Ekrem İmamoğlu’nun “Vali itlik yapıyor” ithamı karşısında yapacağı şey belliydi. Fatih Portakal’ın kopardığı vaveylayı da elinin tersiyle iterek söyleyeceğini söyleyecekti. Siyaset, şöhret ya da ticaret dünyasından nüfuzlu biri gelse de misafir etsek diye bekleyip duran, tenha ve minnak bir taşra havalimanı VİP’inden İmamoğlu’nun geçişini en kaba biçimde engellemek midir valinin görevi? Taşra havalimanı protokolünü de, teamülünü de, nezaketini de, misafirperverliğini de hiçe sayan Ordulu yurttaşlarımızı mahcup eden bu partizan tutum mudur valinin görevi? Dev-le-tin va-li-si-nin gö-re-vi... İmamoğlu bu soruları sorup geçseydi yeterdi artardı bile.
AKP destekçisi işadamları, “Bu milletin ... koyacağız” dedi, en üst düzey siyasetçiler, suç örgütü liderlerine de cesaret vererek, bu ülkenin adanmış bir biçimde işinde gücünde olan akademisyenlerini en ağza alınmaz hakaretlerle tehdit etti ve hedef gösterdi. Güya çok önemsedikleri “Devlet adamlığı” nosyonunu kendileri her fırsatta ve her şekilde unuttu. Hakkını arayan, acısını haykıran yurttaş en zor zamanında tokat yedi, yumruk yedi, yuhalatıldı bu ülkede... Ekrem İmamoğlu’na Karadenizliliğinden yola çıkarak üst düzey AKP’li yetkililerce akıl ve ahlak dışı, ırkçı ithamlarda bulunuldu. Sonra da bu ithamlar dünyada benzeri görülmemiş bir pişkinlikle tersine çevrildi.
Kısacası bilmemiz gereken her şeyi biliyoruz. İmamoğlu’nun çıkıp da “Neye hakaret diyorsunuz, neyin özrünü bekliyorsunuz” demesine filan da gerek yok. Sanırsın ki zemzemle yıkanmışçasına pirüpak bir siyaset ortamında, biri çıkıp “itlik yapma” demiş de ortamlar kirlenmiş. Ekrem İmamoğlu edebiyle adabıyla bildiği yoldan gidiyor. Fatih Portakal’ın kopardığı vicdansız ve haksız yaygaraya bile bir çift laf etmedi... Tarafsızlık şovla sağlanan bir şey sanılıyor. Şov must go on nitekim... İmamoğlu niye muhatap olsun ki bunlarla?
Şimdi de otelde İmamoğlu ile Küçükkaya’nın görüştüğüne dair bir görüntü kaydı mı çıkmış ortaya? Cevap bile vermeye lüzum yok. Ne kayıtlar çıktı, ne havuzlar doldu o medyada. Beş yılda sekiz seçimin yaşandığı bir ülkede, anaakım medyada muhalefetin bütün bileşenlerine toplamda 24 saat yer verilmemiş, 7/24 yalanla, iftirayla, milletin aklı ve izanıyla alay eden AKP propaganda yayıncılığı yapılmış. Devlet kanalı TRT’de İmamoğlu’nun yüzü düne kadar neredeyse hiç görülmemiş... CNN Türk müdürü Bora Bayraktar pervasızca çıkıp demiş ki, “İstemeyen izlemesin bu kadar basit. Benim de patronum var tarafsız yayıncılık yok, herkesin bir duruşu var.” Milleti televizyon tartışmalarına hasret bırakan şahane bir duruş... Hangi adil moderasyondan, hangi adil açık oturumdan, hangi vicdanla söz ediyorlar? Ne yüzle?
İsmail Küçükkaya’nın Ekrem İmamoğlu’na Binali Yıldırım’la da görüşeceğini söylemesi ama bu görüşmenin olmaması meselesini de biriniz araştırıverin artık. Zira bu da enteresan başka bir durum.
Bir de neymiş efendim, İmamoğlu Küçükkaya ile 45 dakika görüşmüş de iki ya da üç dakika görüştük demiş. Der... Sohbetten hoşlanan İmamoğlu’na görüşme olduğundan çok daha kısa geldi demek ki. Üstelik zaman görecelidir. Hatta, var olduğu üzerinde bizler uzlaşmış olmasak zaman diye bir şey yoktur. Bakın Norveç’in bir adasında “zamansız yaşam” pilot uygulaması başlayacakmış. Saat maat, dakika makika da kalmayacakmış.
Dağılın şimdi çok da mühim bir hadise yok.
Hem daha demiri soğutacaktık. Ne oldu, o iş?