“Bizim ineğimiz, komşumuzun bahçesine girmişti… Komşu, zavallı mahlûkatın kuyruğunu kesti. Amcam da o zaman gençti, 18-19 yaşlarındaydı daha. Ben de 14 yaşındaydım. Tabii bizim ailemiz biraz genişti. Bir amcam belediye başkanıydı, babam mahallenin muhtarıydı. Genç amcam, ‘niye ineğimizin kuyruğunu kestin’ diye komşuya gitti. Bir laf ondan, bir söz birinden… Kuyruk davasından, amcamın elinden bir kaza çıktı. Sana yemin ederim ki, kardeştik, akrabaydık, çok iyiydik. Zaten kuyruğu kesen de cahil bir insandır. Hayvandır affedersin, kendisi gitti bahçeye, biz salmadık ki. Şimdi sen hem günaha girdin, hem de hayvancağızı özürlü yaptın! Cenabı Allah onu özürlü doğurmamıştı ki. Kuyruğunu kesince, hayvan kendisini sinekten filan nasıl koruyacak? Tabii eğitimsiz insan bunu düşünmez. Ama diyelim ki o yaptı, amcam niye öyle bir kaza yaptı… Kafasına bir taş attı ve o da aramızdan ayrıldı. Baktık birbirimize gireceğiz; bölgemizde zaten genel olarak feodal bir durum var, kalktık terk-u seda olduk. Bağımız vardı, tarlalarımız vardı, babam dededen kalma kasaptır, dükkânımız gitti. Muş’un Malazgirt kazasına taşındık. Çünkü dedik ki, bir ölü insan, bir de özürlü inek var, daha fazla can yanmasın. Yani başını ağrıtmayayım, on dokuz aile biz, göç ettik.”
Nokta Dergisi için Kasım 2006’da yaptığımız söyleşiye ailesinin bulaştığı kan davasını bu sözlerle anlatarak başlamıştı Diyarbakır Kasaplar Odası Başkanı Sait Şanlı. Ömrünü kan davalarını bitirmeye adamış olan Şanlı, Fransız Haber Ajansı tarafından 2006 Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmişti. 10 Ağustos 2009 yılında hayatını kaybedene kadar 448 kan davası, 97 kız kaçırma ve yaralama olayıyla başlayan 106 husumeti barışla sonuçlandırmıştı.
Deneyimini Kürt sorununun çözümü için de kullanmak istiyordu Şanlı. Söyleşide basit yöntemini şöyle aktarmıştı: “Komşundan gelen ağıt sesleri senin vicdanını sızlatıyor mu, sızlatıyor. İşte mesele budur. Vicdan sızısı yaşamamayı ve yaşatmamayı başarmak için kendi komşundaki ağıtlara kulak vereceksin. Vallahi ben gidiyorum, önce annelere; anne bak, senin oğlun gitti, başkasının oğlu gitmesin, diyorum. Onun vicdanına sesleniyorum. Kendisiyle konuşuyorum ama, aslında vicdanıyla konuşuyorum. Ülkemizdeki barışı sağlamak için de ben aynı şeyi yapabilirim. Tek tek, bütün annelere gidebiliriz. Bir insan, sadece bir hayata kastederse, dünyadaki tüm hayatlara kastetmiş olur. İşte annelere bunu söylememiz lazım: oğlunun insanlığa karşı suç işlemesine izin verme, demeliyiz.”
EN BÜYÜK TEHDİT: ÇETELEŞME
Sait Şanlı’nın aklıselim yaklaşımını Türkiye’deki savaşa karşı işletecek bir siyasi güç yok artık. Böylesi bir güç potansiyeli taşıyan, savaşanların arasına girip “n’apıyorsunuz!” diye tepki koyabilecek, bariyer oluşturabilecek yapılar da teker teker hedef alınarak bertaraf edildi, ediliyor. Dolayısıyla halihazırda bu ülkede savaş karşıtlarının içine düştüğü sahipsizlik duygusu anlaşılabilir.
Türkiye’yi yönetenler ve onların akıl verenleri büyük planlardan söz ediyor. Ülkenin dört taraftan düşmanlarla çevrildiğini söylüyorlar. İran’ın, ABD’nin, İsrail’in, haçlıların kötü emellerinden söz ediyorlar. “İç işgal” tehdidinden dem vurup komplo teorileri üzerinden akıl dışı tümevarımlara varıyor, her taşın altında savaşılacak yeni bir düşman arıyorlar. Buna karşın “tehditlere karşı birlik” vurgusu yapıyorlar, “bu kuşatmaya karşı farkılıklarımızı bir kenara bırakma zamanıdır” diyorlar. Oysa mesele tam da iktidarın “farklılığını” bir kenara bırakmamasında, etnikçi, mezhepçi politikasında düğümleniyor.
“Farklılıkları” yok etmeye, etkisizleştirmeye, tektipleştirmeye odaklanan, yeni gibi sunulsa da aslında geleneksel olan devlet ideolojisinin çözüm reçetesi tam da şu an içinde yaşadığımız buhranın başlatıcısı. “Farklılıklar” eşit ve barış içinde bir arada olduğunda, hangi karanlık güç, hangi hasım, hangi uluslararası koalisyon burayı cehenneme çevirebilir?
Öte yandan iktidarın büyük büyük komplo teorileri etrafında ördüğü tehdit algısı, neredeyse günaşırı toplumu sarsan bombalamalarla daha da kalıcı hale gelirken kan davası derinleşiyor. Dahası, çatışan taraflar son derece tehlikeli bir canavarı doğuruyor: Çeteleşmeler.
Kayseri saldırısı sonrasında sosyal medyada sayısız kişi, basbayağı silahlarıyla “o güne” hazır olduğunu ilan etti. Silah fotoğrafları, yakıp yıkma hazırlıkları, “timleşmeler” hepimizin gözleri önünde kurulup paylaşılıyor.
Savaş eğer iki taraf arasında sürüyorsa çözüm her zaman daha mümkündür. Ama çatışanlar çeşitlenir, hele ki karşılıklı çeteler türemeye başlarsa, o savaşın “yok ederek”, “yenerek” veya “barışarak” sonuçlanması ihtimali büyük ölçüde ortadan kalkar. Çünkü her çetenin kendine has motivasyonu, hedefi var. Savaşı bitirmek istediğinizde o çeteler karşınıza ayrı bir duvar olarak çıkar. Birini dağıttığınızda bir başkası türer ve bu işin nereye varacağını anlamak için tarih sayfalarına değil Suriye’ye bakmak yeter.
Çeteleşme ihtimali Türkiye’nin önündeki en güncel tehditlerin başında geliyor. Eğer birileri, yavaş yavaş karanlık yüzünü gösteren çeteleşme faaliyetlerine, düşmanını yıldırmak için göz yumuyorsa tarihi bir hata yapıyor. Üstelik bu hatanın telafisi de yok.
1 MİLYONLUK BARIŞ GÜCÜ
Gelelim dağınık halde var olduğunu varsaydığımız savaş karşıtı “kesimlere.”
Sait Şanlı’nın basit formülasyonu ve iyimserliğiyle düşünelim: Şurada 80 milyonu aşkın insanız. Bu 80 milyonun yüzde 1’i, hadi net rakamla söyleyelim 1 milyonu, gecesini gündüzüne katıp, her türlü organize güçle (devlet, örgüt, parti, STK vs.) organik bir ilişkiyi baştan reddedip iradesinden ödün vermeyecek bir barış gücü oluştursa, belki de vaat edilen ama eninde sonunda duvara çarpacağı aşikar olan “hızlı tren” durdurulabilir. Durdurulamasa da yavaşlatılabilir.
İster PKK karşıtı ister devlet karşıtı olsun, bu ülkede en karamsar ihtimalde bile bir milyon insanın bu savaşın bitmesini arzuladığı ve bu arzuda ortaklaşabileceği kesin. Fakat bu toprakların bu lanetli tarihten, lanetli dönemden kurtulması için arzuyu somutlaştırmak dışında seçenek yok.
Herhangi bir siyasi organizasyon olmadan, örgütlülük sağlanmadan barış yanlısı bunca insanın arzusu nasıl iradeye dönüştürülebilir, bunu tartışmak gerekiyor. Devletle, iktidarla, partilerle, taraf olan her kesimle görüşüldü zamanında. Ama bu ülkede hiçbir zaman güçlü, tarafsız bir barış gücü oluşturulamadı. Eğer zamanında bu yapılabilmiş olsa, belki şu an bu günleri yaşamıyor olurduk. Ama geçmişin muhasebesini yapacak zaman yok. Şimdiye ve yarına bakmak için de çok zaman kalmadı. Sait Şanlı’nın tabiriyle “insanlara barışın nimetlerini anlatabilmeniz lazım.”
Dışarıdan bakınca tablo çok net: Bu savaşı daha fazla insan öldüren kazanamayacak. Bu savaşı ölen de öldüren de seyredip susan da kaybedecek. Ve sular çekildiğinde -ki ne zaman çekileceğini belirleyecek olan savaşanlar değil, barış isteyenler olacak- bu sefer de bunca husumetle, bunca yası tutulmamış ölümle baş edemeyeceğiz.
BARIŞIN MEŞRUİYETİ
Barış talebini kim, hangi taraf, hangi gerekçeyle itibarsızlaştırmaya çalışırsa çalışsın, siyasi kimliklerimize göre değil, bu talebe göre hiza almayı sürdürmek zorundayız. Barışı istemekten ve bu isteği aktif bir harekete dönüştürmeye girişmekten korkmamak lazım. Eğer barış talebinde bulunanlar taleplerinin meşruiyetinden kuşku duymaya başlarsa, elbette örgütsüzlerin yeni bir barış iradesi oluşturması mümkün olamaz. İşe buradan başlamak gerekiyor. Barış bizim hakkımız. Meşru hakkımız. Bu haktan niye feragat edelim?
Diyarbakır Yas Evi’nde oturup konuştuğumuz Sait Şanlı’ya şu soruyu sormuştum: “Sizin çocuğunuzu biri öldürse, ne yaparsınız?” Cevabını herkes bir yere not etsin lütfen: “İsterseniz vasiyetimi getireyim size. Biri beni öldürürse, hiç kimseden davacı değilim. Beni vuran adamı, gidip getirecek ve benim yasımda, yanınıza oturtacaksınız, demişim vasiyetimde. Çocuklarım diyecek ki, oğlunuz cezasını çekecek, siz de yasımıza gelip acımızı paylaşacaksınız, kardeş olacağız.”