Daha politik 'Gibi': Büfe ile pudra, teşhir ve kapatma
'Gibi'nin "Büfe" bölümü, Nazilli'ye ansızın ve tam zamanında giderek, bir miktar da kalarak nesiller boyu çaresizliği, coğrafyalar aşırı onulmazlığı vurguluyor. Işıl ışıl hem de...
İlk iki sezonuyla yeni bir dönem açıp küçük ilişkileri absürt bir biçimde işleyerek gündemimize taşıyan dizi 'Gibi', geçtiğimiz haftalarda yeni sezonuna girdi. Sosyal medyada epey yankı uyandıran dizinin yeni bölümleri seyirciyi ikiye bölerken beğeni bildiren postların yanı sıra temponun düştüğüne, hatta büyünün bozulduğuna dair yorumlar okuduk. "Sarışın ve Kotlu" ile "Keskin Nişancı" bölümlerinde sahiden de süre uzamış, tempo düşmüştü diğer yandan ise esas şu şüphe uyanıyordu: Acaba 'Gibi'den bıkmış mıydık? Aziz Kedi ile Feyyaz Yiğit'in birlikte kalem aldıkları, üçüncü sezonunda yönetmen koltuğuna Onur Uzun'un oturduğu dizi sıkmış mıydı? Takım gole bir zamanların Barcelona'sı gibi hep aynı taktikle mi uzanıyordu? Kale mi küçülmüştü, direkler mi kalınlaşmıştı yoksa? Her espri ağlarla kucaklaşmıyor muydu artık? Sorularımızın cevabını "Büfe" başlığını taşıyan üçüncü bölümde aldık ve anladık ki 'Gibi', komedide bir dönem açıp, yeni bir evreye geçerek küçük ilişkileri devleştirmekle kalmamış giderek politik bir söylem de tutturur olmuştu. Daha doğrusu ilk sezonlarda aralara serpiştirdiği politik özünü daha fazla esirgememeye karar vermişti. Şimdi bu öze eğilmek ve 'Gibi'nin politik damarına değinmek niyetindeyim. Evvelinde ise dizideki güldürünün hangi dinamiklere yaslandığını, nereden bereketlendiğini anarsak bir sahne dahi 'Gibi' izlememişler için iyi olacaktır.
YILMAZ BİR 12 EYLÜL ERKEĞİ MİDİR?
'Gibi', Yılmaz (Feyyaz Yiğit) ile İlkkan'ın (Kıvanç Kılınç) maceralarıyla başladı. Aynı evi paylaşan iki arkadaşın başına tuhaf olaylar geliyor, kendilerini bir anda kokoreç dükkânı açmanın eşiğinde bulabiliyorlardı. Kafadarlarımız her olayın o denli içinde ve yanlış zaman yanlış yer denklemindeydiler ki bazen kendilerinden kan parası talep ediliyor, bazen ucuza anlaştıkları tekinsiz bir boyacı salonları duvarını ortadan çizgi çekip soğuk renklere boyuyordu. Pes dedirten şeyler de eksik değildi. Mesela bir arkadaşlarının babaannesi, Erasmus değişim programıyla İstanbul'a gelen Avrupalı bir yamyam tarafından yeniyor ve acılı arkadaşları (Ersoy) daha sonra hayatlarına dâhil oluyordu. İkilinin hayatında her şey boşlukta yüzüyor gibiydi. İşsizdiler, avare geziyorlardı. Vatkalı ceketin neden demode olduğunu dert ediniyorlardı söz gelimi yahut yaşlıları yıkamak gibi bir görev ediniyorlardı. Çağımızın "çağın dışından" kahramanlarıydılar sanki. Kendi evlerinde misafir, misafirlikte ev rahatlığındaydılar. Çoğu zaman birbirlerine kızıyor, haklı çıkan olmak istiyorlardı. Aralarına zamanla Ersoy da (Ahmet Kürşat Öçalan) katıldı ve üçüncü sezon afişinde üçü birden poz verdiler.
Peki, diziyi bunca sevdiren, kısa sürede hayran kitlesi kazandıran neydi? Birçok sebep sıralanabilir fakat Yılmaz'ın samimiyetini ve arkadaşlarıyla iletişiminde oynadığı baskın rolü en başa yazmak mümkün... Yılmaz katıksız bir halk adamı! Özdeşlik kurulabilecek derecede yakın ama hayatımıza sokmayacağımız kadar da gülünç ve uzak. Kendimize samimi bir mesafe! Genellikle hoyrat ve korkak. Alabildiğine dobra, insanların özel hayatına saygılı gözüküp mahremi hiçe sayan kusursuz bir nobran o.
Yılmaz'ın tonlarını epeydir izlemekteyiz. Çağan Irmak "Issız Adam" (2008), Şahan Gökbakar ise "Recep İvedik" (2008) ile utangaç ama özgüvenli, insani ilişkilerde bencil; kaçak dövüşen, cin fikirli bir tipleme çizdiler. Dışı sıcak içi soğuk, mikrodalgada ısıtılmış tiplemelerdi bunlar... Dışları yakıyor, içleri donduruyordu. Irmak'ın karakteri Alper orta üst sınıftan, Gökbakar'ın İvedik'i alt sınıftan gelip bu despot mağduru çağımızın ve şüphesiz coğrafyamızın bir ürünü olarak sundular. Üstelik bu çizginin izlerini 80'lerde aramak mümkündü. Darbe sonrası ne yapacağını şaşıran bir toplumun erkeği, milenyumda Batı kıyıları güneşli yurdumuza ansızın indiren "halkın iktidarı" ile kendi gibi olmaya başlamıştı. Bu şiddetli sağanak ve gri bulutlar altında kimi lisans üstüne lisans yapıp paralar kazanmış, aşçı başlıkları takmış kimi balkonlardan sepet sarkıtıp çizgili pijamalarını kuşanmıştı. 'Gibi' de bu çizgiyi, çizgili pijamayı ortalama ve bir yönden belirsiz olan Yılmaz'da somutladı ve absürt diyaloglarla besledi. Yılmaz belirsiz bir kahramandı; ne iş yaptığı, ne okuduğu bilinmiyordu. Onu tanımak için tepkilerine kulak kabartmamız gerekiyordu. Diyaloglara kulak kabarttık ve nice aforizma dinledik. Kaçışın süsüydü bu aforizmalar. Ancak dizi yalnız diyaloglarıyla dikkat çekmiyor aynı zamanda İvedik'in, Alper'in kaybettiğini, devirlerinin geçmekte olduğunu haber veriyordu. Her macerada haklı çıkmasına rağmen karikatürize olmaktan kurtulamayan Yılmaz'ın bedeninde bu erkek modeli yeniliyordu aslında. 'Gibi', toplumsal bir kırılmaya denk gelip bulutların parçalanmaya yüz tuttuğu bir siyasi tahmin panosu önünde sunuculuk yaptığı ve yıllardır çeşitli vesilelerle izlediğimiz bir tiplemeyi ilk defa gerçek anlamda "gülünç" hâllere soktuğu için çok sevildi. Yavaş yavaş bu modelin yenilgisini de duyurdu. Zira böylesi karikatürize olup yaban kalan bir karakterin gerçek yaşamdaki karşılığının silinmeye yüz tuttuğu ileri sürülebilir.
YOLLAR GİDİŞİMİZE NAZİLLİ GELİŞİMİZE HASTA!
Yazıya ilham veren üçüncü sezon üçüncü bölüme, adıyla sanıyla "Büfe"ye artık geçebileceğimizi düşünüyorum. Bölümü muadillerinden ayırarak yazılmaya değer kılan unsurlara tebdili mekân meselesinden başlayalım. "Büfe", sezon finallerinde zamanlar arası yolculuğa çıkmalarına karşın uzamsal değişikliklere pek yüz vermeyen ekibimizi konfor alanından (çalışmadan nasıl yaşadıkları merak konusu evlerinden) çıkarıp Aydın Nazilli'ye götürmekte. Bu yolculuk bölümün temelini atarken finalde yaşanan kaosun etkisini artıyor. Çünkü filmin koptuğu yer, ekibimizi tanıdığımız sokakların çok uzağında, belki kendilerini tedirgin (hiç değilse özgüvensiz) hissedecekleri bir şehir.
Bölümü kısaca özetleyelim. Yılmaz, İlkkan ve Ersoy huyları gereği üzerlerine vazife olmayan bir işe kalkışarak arkadaşları Serdar'ın büfesini Nazilli'ye, teyzesine götürüyorlar. Bu büfeyi 'Gibi'nin seyirciyle buluştuğu "Kokariç" bölümündeki mobil gıda standıyla karıştırmayın! Bildiğiniz salon mobilyası bu! Vitrin diye de geçer. Ön yüzü boydan boya camekân, üç tarafı ahşap kaplıdır. Bizim büfenin arka kısmının kontrplak malzemeden olduğunu çok sonra öğrensek dahi bölüm boyu övülüp ovulan mobilya törensel bir yolculuğa çıkıyor ancak aksiliklerin ardı arkası gelmiyor. Serdar'ın teyzesini bulamıyorlar, kaplıcaya gitmiş dönecekmiş! Dayısını arıyor, ona da ulaşamıyorlar. Büfeyi eve bir çıkarıp bir indiriyorlar; vakitlerini ise teyzenin evinin yanındaki kahvede geçiriyor kafadarlarımız. Tabii mesele bu kadar yalın değil. İşin içine İlkkan'ın gönül maceraları giriyor ve blind date'i "üzüm gözlüm" çıkageliyor(!) Meğer İlkkan'ın derdi büfenin sağ salim Nazilli'ye ulaşması değilmiş! Libidosunun peşindeymiş kahramanımız! Daha fazla anlatmaya gerek yok. Olaylar karıştıkça karışıyor. Biz Nazilli'ye dönelim. Feyyaz Yiğit'in Anadolu'muzun güzide şehirlerine ilgisi malum. Doldurduğu kayıtların isimleri bu ilginin en bariz kanıtı. 'Teşekkür Ettim ve Yanından Ayrıldım' albümünde 'Samsunlu Değilim' ve 'Burdurlular' gibi birbirinden tuhaf parçalar seslendiren Yiğit, senaryo ortağı Aziz Kedi ile birlikte 'Gibi'nin bu son bölümünde bir taşla iki kuş vuruyor aslında ve okumuş cahilin, diğer bir deyişle "ortam okumuşları"nın kibrini çok yönlü hedef alıyor.
BUGÜN HİÇ NAZİLLİ'Yİ ÖVECEK GİBİ UYANMADIM YA!
Bizim ortamcı okumuşlarımız İran'ı övmeyi çok sever mesela! Son dönemin en güçlü politik mizahını yapan Umut Sarıkaya bu meseleye "Övmek İçin Yaşayanlar" çizgi serisinde değinmişti. İran övgüsü 2 numaraydı. Ancak bu türden övgülerin sonu yok! Ortamcılarımız bu kez büfeyi övüyorlar deli divane. Dünya büfeler tarihinde bir büfe ilk kez bu kadar övülmüş olabilir! Feyyaz Yiğit ile Aziz Kedi, bu cenahtan kimselerin kendinden olmayanı, normal şartlarda yanına yakıştırmayacaklarını bilinçsizce överek uzak tutma çabalarını eleştirel bir bakışla işlemişler. Mesele tam da bu diyebiliriz. Bu okumuş cahiller yaşamın her alanında eklektik bir tavır takınıyorlar. İran’ın köklü bir tarihi mi var, öv gitsin! Büfe biraz farklı, antikaya benziyor, öv hemen! Bergen'in ilginç bir öyküsü var, çok acı çekmiş kadın, durma öv... İkimiz birden "övebiliriz", göğe bakalım!
Konfor yitirme tedirginliğine karşı sığınılmış bu övgünün bugün artık yöresel ürün heykelleri ile gündeme oturan sessiz sakin Anadolu şehirleriyle buluşması eleştirinin niteliğini ve dozunu yükseltmiş çünkü bu övgü sahipleri küçük yerlerin en büyük övücüleri, cittaslow avcıları aynı zamanda! Otantik düşkünleri, bir tür Anadolu Horror sevicileri... Erik dalı gevrektir eşliğinde oynarken uçurumdan yuvarlanan Ispartalı amcada ironi ve irfanı aynı anda arayanlar! "Abi küçük yerde yaşayacaksın ya! Hem para da harcamazsın! Roberto Carlos Sivas’ta ne yapsın?" diye girer birisi ve gecikmeden şu yanıtı alır: "Tabii abi daha samimi hem... Arayacağın arkadaş sayısı azalınca arama sayın artar." (Gerine gerine hak vermeler, bıraksan sonsuza gidecek bedensel onaylamalar) Bu mizanseni uzatabilirim fakat konumuza dönmekte fayda var.
Sözün özü "Büfe", sadece büfenin değil büyük şehir zihniyetinin de Nazilli'ye taşındığı bir bölüm olmuş. Bu zihniyeti köpürten de yol boyunca dinlediğimiz şarkı... Küçük Cem’in arabesk parçası "Dalgana Bak", bu bölümdeki tezatları oldukça iyi işaretliyor ve günübirlik göçü anlamlı kılıyor. Büfeyi Nazilli'ye getirenler bir yandan sürekli Nazillilere, şirin Ege kasabalarına gitmek isteyenleri temsil etmiyor mu? Hangi dünya görüşüne, yaşam alışkanlığına sahip olursa olsunlar kentten bakışın temsilcileri değiller mi? Öyleyse onları kentte mağdur eden sıkıntılara karşı çekildikleri mevzi biçiminde yorumlayabileceğimiz yeni arabeski de yol boyunca dinliyor oluşumuz bu buluşmayı (İstanbul-Nazilli) daha bir anlamlı kılıyor. Küçük Cem, parçanın söz yazarı Ahmet Selçuk İlkan yahut şarkının özdeşleştiği Tüdünya isimleri eski ama bu "yeni" bir arabesk, değineceğim. "Büfe", sanat/festival sinemamızın da itinayla eğildiği "küçük dünyalar" retoriğine naif gözlemleriyle katkı sunuyor. Herkesin birbirini tanıdığı ve aleni yerdiği bir küçük dünya. Polis çilingiri eleştirip rencide ediyor çünkü babasını tanıyor, küçüklüğünü biliyor. Sonra çilingir bozulup işi bırakıyor falan... Kahvedeki karakterler de oldukça iyi seçilmiş. Yine bir sanat filmi klişesi olarak burada olaylar yavaş akıyor. Ama bu yavaşlığa bir çeşit vurdumduymazlık da karışıyor. Kahvedeki adamın "başın sağ olsun" deyip oyununa devam etmesi/edecek olması bir küçük şehir miti değil midir? Yabancının derdi yeri gelir yerlinin çenesini dahi yormaz. Yerli ellerini çalıştırır ve en fazla hesabına oyun oynanan masasına döner. Belki okeye döner… Serdar'a dayısının ölüm haberini getiren yağız ve orta yaşına doğru yol alan adama ne demeli... Tam bir görev adamı! Haberi veriyor, izahı yapıyor, son noktayı koyup gidiyor. O da "başın sağ olsun" diyor. Küçük şehirlerde üç nokta olmaz belki de... Baş sağ olur ve gövdenin üstünde tek bir nokta olarak öylece durur.
KAOSA DOĞRU İPLERİN UCU...
Finaldeki kaosa ve bu kaostan nasıl yan anlamlar türetebileceğimize geçmeden bölümdeki başarıyı dinamikleriyle değerlendirelim. "Büfe" bölümü, diğer 'Gibi' bölümlerinden ayrılıyor mu, ayrılıyorsa ayıran ne? Öncelikle "Büfe"nin 'Gibi' çizgisini bire bir yansıttığını söyleyebiliriz. 'Gibi', kahramanlarımızı her defasında absürt maceraların orta yerinde bırakırken "bu adamlar bu kadarını yapmazdı, bu hâllere düşmezdi," dedirtmeyen bir dizi. İlkkan da, Yılmaz da, Ersoy da her zaman kendilerine yakışanı başka bir deyişle "üzerlerine yapışanı" yapıyorlar. İlk sezon Yılmaz ile İlkkan arasındaki gerilim henüz çözülmediğinden bir kafa karışıklığı söz konusuydu ancak bölümler aktıkça dizi oturdu ve devamında ana kadroya eklenen Ersoy da sırıtmayıp bir eksiği (zayıf üçüncüyü, yancıyı) karşıladı. İlkkan'ın "bayanlar"ın peşinde oradan oraya savrulması, savrulurken birçok kişiyi kandırarak peşinden sürüklemesi tam da ondan beklenecek bir hareket. Yahut Yılmaz'ın arkadaşını, evlerinin salonunda değil de daha önce hiç gitmedikleri bir şehrin sokağında azarlaması şaşırtmıyor. Ersoy'un babaannesi yenileli beri içine attığı da bilinen bir gerçek.
Bölüm, kahramanlarımızın kişiliklerinden, ilişkilerdeki pozisyonlarından özet geçiyor fakat diğer yandan kusursuz bir anlatı oluşuyla öne çıkıyor. Tek bir diyalogunda dahi gevezelik yok çünkü "bizimkiler" böyle! Yine tek bir kare fazla değil. Bizimkiler o büfeyi elli kere indirip çıkaracak türden adamlar. Dairenin kapısını açtıktan sonra çıkaralım demezler mesela... İstanbul'dan Nazilli'ye büfe getiren tiplerden bahsediyoruz! Yine Yılmaz ile İlkkan, güneşin altında bir pikap kasasında yolculuk etmekte beis görmezler. Güneş bu yahu! Ne kadar zararlı olabilir ki! "Büfe" ayrıca kaotik finali hazırlayan bir inceliğe sahip... Bölüm açılırken Ersoy'un yüzüne pudra sürdüğünü öğreniyoruz. Pudra, varlığını görmesek de ilk nesne olarak işleniyor zihnimize. Ardından büfe geliyor, büfenin değerinden dem vuruluyor. Ve İlkkan'ın bir dizi özlü sözünü dinliyoruz. Tebdili mekânda ferahlık olduğundan bahsediyor İlkkan ve ekliyor: "Sahipsiz kapı anahtarsız açılır". Bu iki söz ekibimizin yatay hareketini ve yeni bir meskene girme çabasını muştuluyor. Ayrıca girişte İlkkan'a Üzüm Gözlüm'den gelen mesajlar ve abartılı bir gözlemci olmanın yanı sıra ıslah edilmez bir "muhtar" da olan Yılmaz'ın bu üzüm göze merakı olayların gelişeceğini gösteriyor. Dört ipucu birden veriyor dizi: Büfe, pudra, yolculuk ve üzüm gözlüm. Bölümün 45 dakika sürmesi bu dizinin maksimum verime 45 dakikada varacağını ortaya koyarken gerilimin ayrıldığı noktalar da oldukça başarılı. İlkkan'ın foyası tam zamanında ortaya çıkıyor. Kapı tam zamanında "defalarca" açılmaya çalışılıyor ve dönüş tadında oluyor.
OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL! (İLKKAN BU BAŞLIĞI OKUMASIN, BİR SONRAKİ BÖLÜMDE KULLANIR!)
Gelelim finale... "Büfe" bölümünün son on dakikası bana ilk sezondaki "Ayırtma Yenilemesi" bölümünü anımsattı. İki ayrı maceranın işlendiği bu bölümde gençlerimiz daha kalabalık bir arkadaş grubuyla birlikte hareket ederek İlkkan'ın ilişki sorununu -büyü marifetiyle- çözüyor ardından büyük bir iştahla rezervasyon yaptırdıkları meyhanede alıyorlardı soluğu. Meyhane ise tuhaf işletmecisi, tuvaletin girişinde uyuyan müdavimi, paslı çivileri, birkaç adet balığı ve çeşitli bardaklarda servis edilen rakısıyla kargaşaya yol açıyordu. Bu izbelikteki kaotik atmosfer daha sonra bir soyunma odasında halk oyunları ekibiyle birlikte mahsur kalınan bölümde ecel terleri döküldüğü sıra Yılmaz'ın yıllar önce bir kemerin peşine düşmesiyle az çok yakalansa dahi üç kafadarın döktürdüğü bir seviyeye çıkılmamıştı. "Büfe" ise final sahnesinde üçlünün yanına bir erkek, bir kadın, bir de büfe vererek salaş meyhanedeki havayı yakalıyor. Herkesin kendi telinden çaldığı, çoğulluğun kaosa sebep olurken tekilliğin hüzne boğduğu bir sahne bu, "Salaş Meyhane"den artısı ise birçok duyguyu aynı anda yaşatabilmesi. Öyleyse yazının başlığında anmaya çalıştığımız diyalektik meselesini biraz kurcalayabiliriz. "Büfe" bölümü iki nesnenin çelişkisinde çatılmış ve Ersoy'da cisimleşmiş âdeta. Ersoy büfenin sarılıp sarmalanmasından da sorumlu kişi. Üstünkörü battaniyeye sardığı büfe kazasız belasız Nazilli'ye varsa bile cildinin güzelliğinden bahsedilip pudra kullandığı öğrenilen Ersoy bir şeyleri kapatma ama aslen oldurma derdinde. Finalde çileden çıkıp ağlamaya başladığında ise Yılmaz her zamanki tepkisiyle karşılıyor onu ve "Ersoy sen son zamanlarda çok ağlamaya başladın" diyor. Dizilerde pek sık duymayacağımız bir sitem bu, 'Gibi'de şaşırtmıyor fakat Ersoy'un derdi başka şüphesiz. "...Yine olmadı, makyaja sığındım yine olmadı" diyor ağlarken... Neyin olmadığını ise anlayamıyoruz. Ersoy makyaj yaparak neyi oldurmaya çalışıyor? Üzerine kafa yormak lazım.
'ÇİFTE KAYBOLMUŞ' BİR KUŞAĞIN ONULMAZ YARALARI, BÜYÜK ŞEHİR-TAŞRA HATTI VE BLİND DATE PANELLER!
Büyük şehrin okumuş cahilleri bir sahtekârlığı da peşinen benimsemiş durumda. İlkkan, sanal flörtü Ceylin'e (Üzüm Gözlüm) Nazilli'de bir felsefe paneline geldiğini söylüyor, üstelik konuşmacı sıfatıyla… İlkkan'ın pudrası bu... İnsanlara yalan söylüyor İlkkan. Ceylin'e yalan söylüyor mesela, Ceylin'le kurduğu ilişki de esas flörtü Melisa'ya yalan söylemek, onu kıskandırmak için... İlkkan en yakınlarına, canciğer arkadaşlarına yalan söylüyor, "büfeyi götürelim" diye çıkarıyor arkadaşlarını yolculuğa. Bu yalanlar dünyasında bir şeyleri örtüyor İlkkan. İlkkan için dizide okumuş cahillerin kristalize hâli diyebiliriz... Popüler yaranmacı, ona buna eklenmeci, faydacı, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncı! Yılmaz'ın deyişiyle ışıl ışıl bir dallama... Ersoy'un oldurmaya çalıştığı şey de İlkkan'ınkine benzer: Olduğu gibi görünme kavgası. Ama biraz farklı, popüler olup öyle görünmek istiyor Ersoy! Gösteriş budalası okumuş cahillerin dünyasında saflıklarını (ya da beceriksizliklerini) aşamayanlar başarıya ulaşamıyor. Ersoy da daireye sokulamayan büfe gibi popüler çocukların, alfaların dünyasına bir türlü sokulamıyor. Ancak bu grup motivasyonlarının ötesinde çok daha yakıcı bir çelişki var: Şehirler arası çelişkide de yansımasını gördüğümüz huzur çelişkisi. Büyük şehir, okumuş cahillerine salt huzursuzluk, "gerginlik" vadederken bu cehennemden hiç çıkılamaması, onun yerine tesellinin arabesk parçalarda aranması ve kültürel barışın böyle sağlanması da muazzam bir çelişki... 80'lerin arabeskçilerinden medet umulup şarkılarından hikmet süzülmesi de bundan değil mi? Bu arabeske, icra eski olsa da yeni demek gerekiyor çünkü geçmişten gelip güncel acıların tesellisini diğer bir deyişle "çifte kaybolmuş" bir kuşağın acısını seslendiriyorlar. 'Gibi' de işte bu eklektik bağımlısı kuşağı, cenahı diyalektik bir çerçevede sergiliyor, nesneleri çatıştırarak, tezin karşısına antitezi koyarak. Pudra ile "saklanması gerektiği" önerilen tüm acılar, çabalar ve var olma telaşları bir büfe vasıtasıyla teşhir edilirken finalde büfenin içine geçen yumruk, yine o yumruğun ucunda sallanan anahtar; anahtarın (bildik, akıl edildik yolların) yetmeyeceği durumlarda doğanın kendi çözümünü/olgunluğu gösteriyor.
POLİTİK 'GİBİ': DİYALEKTİKLE KAOTİĞİN ÇOCUĞU BİR FİNAL!
Doğanın kendi çözümü ise kaosla geliyor elbette. Bu kaos, salaş meyhane bölümündekine kıyasla çok daha politik. İlginçtir, o bölüm de okumuş cahillerin gerilimini yansıtıyordu. Salaş meyhane muhabbetinin de İran gibi yahut bu bölümde örneğine rastladığımız büfe gibi amansızca döndürüldüğü malum. "Büfe" ise bir tariften hareketle yaratıyor kaosunu, bu yüzden politik. Yine 3. sezon 2. bölümde Yılmaz, katkıları sayesinde işine geri dönen keskin nişancının teşekkürünü kabul ederken bölüm boyunca izlediğimiz deli karakterine dair şu önemli çıkarımda bulunuyordu: "Abi o sadece çok iyi bakılmış bir deli yani, bizlerse sürekli horlanan, ötelenen akıllılarız". Bu akıllılar yani okumuş cahiller günümüzün baş mağdurlarıdır ve alabildiğine politiktirler. "Gençliğimiz yenildi" yargısında ise özne değil, mezedirler. Zaten bu yüzden sahtekârdırlar, gözyaşlarını silip panellere "konuşmacı" olarak katılırlar. Daha doğru bir ifadeyle her duvarın önünde hizaya geçip "ağlamacı" olarak katılırlar hayata. Mağduriyetleri, okuyarak bir yere varılacağını zanneden son kuşak tarafından yetiştirilmelerinden kaynaklanır büyük ölçüde. Ebeveynlerini seçememiş ve kandırılanlar tarafından kandırılmışlardır. Bir yandan pudra kullanır, bir yandan salya sümük ağlarlar. Büfeleri ise onların kimliğidir. Bir bakıma cüzdanları, içindekilerin önüne geçmiştir ve biçim özü onlarda yutmuştur.
'Gibi'nin "Büfe" bölümü birkaç dakikalık final sahnesiyle işte tüm bu duyguları uyandırabiliyor. Gülmek ile ağlamayı bu kadar iç içe sokması hayatın politik tarafını da gözler önüne seriyor. Hayatta hiçbir duyguyu diğerinden bağımsız yaşayamıyoruz. Stabil geçmiyor ömürler… Gülerken bir anda ağlıyor, ağlarken gülüyoruz. Bu makaraların koy verilmesi, yaşama ve koşullara uyum sağlayan insanın politik esnekliğinden ötürü. "Büfe" bu diyalektik ilişkiyi; kaybetmiş, retroya gömülmüş, kefenine vatkalar dikilmiş bir kuşağın amansız yarasını deşerek kuruyor ve iletişimini yitirmiş, bağırarak, sövüp sayarak haberleşen bir toplumda kaosu doğru anda doğru yerde yükseltiyor. Zaten diyalektik biraz böyle değil midir? 'Gibi' de Nazilli'ye ansızın gelerek tam zamanında giderek ve bir miktar da kalarak nesiller boyu çaresizliği, coğrafyalar aşırı onulmazlığı vurguluyor. Işıl ışıl hem de...