Damla Damla Günler: Adalet Ağaoğlu...
2014 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi ev sahipliğinde “Adalet Ağaoğlu Sempozyumu” düzenlenmişti. Sempozyumda Adalet Ağaoğlu’nun İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Damla Damla Günler ismiyle yayınlanan günlükleri üzerinden yazarın hayatı ve eserleri arasındaki ilişkiye odaklanan bir konuşma yapmıştım. Tabii Adalet Ağaoğlu’nun günlük yazarlığı da bu konuşmanın önemli başlıklarından biriydi. Onun eserlerine bir de bu açıdan bakmak ve ona böyle veda etmek istedik. Türkçe edebiyatın usta romancısı Adalet Ağaoğlu eserleriyle yaşayacak, bıraktığı her bir iz için şükranla…
Irmak Zileli
Bir yazarın romanlarının ardında nasıl bir hayat olduğunu bilmek, edebiyatına bakışınızı derinleştiriyor. Yaratıcının hayatı ile eseri arasında genellikle bir köprü kuruludur. Kuşkusuz metinler o köprünün üzerinden bakarak değerlendirilemez tek başına. Çoğu zaman olay örgüsü bir metnin önemsiz bir kısmını oluşturduğu gibi, yaşam öykümüzde de olaylar kişisel hikâyemizin küçük bir parçasıdır sadece. Nasıl, yazarın olayları kurgularken yaptığı seçimleri metnin alt katmanı belirliyorsa, hayatta da esas olan olay örgüsü değil, olayları yaratan dehlizlerdir bana göre. Yazdığı romanların da yazarın yaşam öyküsünde karşımıza çıkan “olaylardan biri” olduğunu söyleyebiliriz. O halde bu yapıtları çözümlemede yazarın ruhundaki dehlizlere girmek bize büyük imkânlar sunacaktır.
Kütüphanemizin önünde şöyle bir durup bakar ve zaman içinde biriken kitaplarımızın aşağı yukarı uğraştığımız meselelerin etrafında toplandığını görürüz. Yazarın kendi kitapları da onun kişisel kütüphanesi gibidir. İnsanın benliğinde ve ruhunda dönüp duran sorular ile entelektüel eylem sırasında uğraştığı soruların birbirinden apayrı olması bana göre imkânsızdır. O yüzden bu yönüyle her metnin otobiyografik olduğunu düşünmüşümdür her zaman.
Yazarın yaşamı, onun düşünsel kaynaklarına da işaret eder. Temas ettiği her şey. Temas her zaman doğrudan olmayabilir. Ömrümüz boyunca bir kez bile karşılaşmadığımız bir insana kendi romanımızda rastlayabiliriz ve onun bir yerlerde yaşadığından eminizdir. Deneyim dediğimiz şeyin fiziksel olanaklarla sınırlı olduğunu kim iddia edebilir ki? Köklerimiz ve genetik olarak bize aktarılanlar, deneyimin parçası değil midir? Kültürel kodlarımız, toplumsal ve tarihsel kaynaklarımız kişisel deneyimlerimizin dışında sayılabilir mi?
Yazarın doğrudan ve dolaylı temas ettiği her şeyi kucaklayabilen biyografi kitapları onun metnini çözümlemede yardımcı olacak verimli bir kaynaktır elbette. Ancak bundan daha da iyisi yazarın “birgün yayınlanır mı” kaygısından uzak kalarak tuttuğu günlüklerdir.
Günlük, yazarın gündelik yaşamına yani olay örgüsüne ilişkin bilgiler vermesinden çok daha fazla işleve sahip bir yazı türüdür. Yazarın ne yaşadığından çok, yaşadıklarını nasıl değerlendirdiğidir önemli olan. Böylece yazarın düşünme sistematiğini kavramaya başlarız. Kurmaca metinlerine “hayatıyla ilgili bu bilginin” nereden ve ne şekilde sızdığını düşünmek bizim özgürlüğümüzdür. Yazarın düşünce dünyasına hiçbir engelle karşılaşmadan gireriz. Hangi tarihlerde hangi meseleler üzerine düşündüğünü öğreniriz. Eğer imkânımız varsa o tarihlerde ortaya çıkardığı yapıtları inceler, bu meselelelerin ve filizlenen düşüncelerin izlerini ararız. Okuduğu kitaplar hakkında düştüğü notlar varsa entelektüel olarak beslendiği kaynakları öğrenme şansı yakalarız. Okuduklarını hangi açılardan ve nasıl bir yaklaşımla değerlendirdiğini görürüz. Sonra da yine kendi eserlerinde o kaynakların yansımalarını izleriz.
Kuşkusuz tüm bunların yanında yazarın toplumla bağını, dış dünyayla ilişkilerini de okuma olanağı buluruz. Politikadan sanata, felsefeden popüler kültüre yaşanan gelişmeler karşısında yazar nasıl bir tavır alıyor, neler düşünüyor ve hayata ne ölçüde, neresinden karışıyor? Kurmaca metinleri ile yaşam gerçekliği arasında nasıl bir alışveriş var gibi soruların yanıtlarını ararız.
ADALET AĞAOĞLU'NUN DAMLA DAMLA GÜNLER'İ
Adalet Ağaoğlu’nun günlüklerinin de bütün bu sorular ve yanıtlar için muazzam bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Bu uzun girişten sonra Ağaoğlu’nun günlüklerini çizdiğim bu çerçeve içerisinde değerlendirmeye çalışacağım.
“Damla Damla Günler” Ağaoğlu’nun 1969-1996 yılları arasında tuttuğu günlüklerden oluşuyor. İlk romanını yazmaya başladığı günlerden itibaren bir yazarın ve onunla birlikte yapıtlarının oluşumuna tanıklık ediyoruz bu günlüklerde.
Girişte ifade etmeye çalıştığım gibi, yazarın dünyası ile eserleri arasındaki bağları kurmak mümkün oluyor. Adalet Ağaoğlu’nun meseleleri neler ve bunlar hangi yapıtlarına nasıl dahil oluyor? Elbette günlükler tek başına bunu anlatmıyor ama onların bıraktığı ayak izlerine basa basa ilerlediğimizde yol Adalet Ağaoğlu’nun romanlarına çıkıyor.
TOPLUMSAL DUYARLILIK VE AYDIN SORUMLULUĞU
Adalet Ağaoğlu’nun eserlerinin düşünce kaynaklarının başında toplum ve siyaset geliyor. Yazarın kendisiyle aynı toprağa basan insanlara olan merakı ve ilgisi açıkça görülüyor. Aynı havayı soluduğu insanların yaşamlarını bilmekle kalmayan, haksızlıklar, adaletsizlikler karşısında itiraz etmeyi aydın sorumluluğunun gereği olarak görmüş bir yazar Adalet Ağaoğlu. Bunun izlerini romanlarında yakalamak tabii ki mümkün ama günlükler de onun toplumsal sorumluluk bilinci yüksek bir edebiyatçı olduğunu dolaysızca veriyor.
“Damla Damla Günler”i okurken yalnızca Adalet Ağaoğlu’nun kişisel tarihine tanık olmuyorsunuz. O kişisel tarih, ülkenin tarihiyle paralel ilerliyor. Hayatını toplumsal meselelerle özdeşleştirmesi, kimi zaman bu meseleleri bireysel mutlulukların önüne geçecek kadar birincil kılması, günlüklerin ruhunu oluşturuyor. Eşiyle ilişkisinden söz ederken, iki satır sonra ülkenin bir sorununun kafasını nasıl da kurcaladığını anlatan satırlarla karşılaşıyorsunuz. Adalet Ağaoğlu’nun kendi içine dönerek yazan romancılardan değil de, daha çok dışa dönük yazar sınıfından olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz o yüzden. Hatta ilk romanı Ölmeye Yatmak için kurduğu şu cümledeki gibi ifade etmeli: “İçten dışa, dıştan içe; dünden şimdiye, şimdiden yarına paslaşmaların yankısı bir ses alaşımı” onun yazarlığı…
Aslında yazarın iç dünyası ile dış dünya arasındaki sıkışmasını, gönlünün istediği ile sorumluluğunu duydukları arasındaki gel gitlerini de yansıtıyor günlükler. Edebiyatla uğraşmaktan suçluluk duyduğu bile oluyor. 1970 yılında şöyle yazıyor günlüğüne:
“Edebiyat, roman yazmakmış, Gorki çevirisiymiş, adına hâlâ Ders Notları deyip durduğum, bir türlü ilerleyemeyen kitabımın ‘iç roman’ bölümünün ben anlatısı olması iyiymiş, kötüymüş; hepsi anlamsızlaşıverdi. Ama ta içimden, ‘severek yapabileceğim tek şey bu,’ diye geçmekte. Tabanca, tank tüfek, hele kan görmek; bunlardan iğreniyorum.” (24 Mayıs 1970)
27 Mayıs sonrası, 12 Mart darbesi, 1 Mayıs 77 provokasyonu, Abdi İpekçi suikastı, 12 Eylül gibi önemli tarihsel dönemeçler bir edebiyatçının yaşamındaki izdüşümlerle günlüklerde yer alıyor. 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün kuru bir anlatımını değil, bir edebiyatçının yüreğine ve aklına yansımalarını okuyorsunuz. Sadece Adalet Ağaoğlu’nun dünyasını değil, birlikte yazıp çizdiği, birlikte çalıştığı, edebiyatta, sanatta ortak ürünler verdiği, düşüncelerini paylaştığı aydınların dünyasında bu tarihsel olayların nasıl yankı bulduğunu görüyorsunuz.
ROMANIN YAZMA SÜRECİ, ROMANIN İNŞASI
Günlüklerde her dönemin edebiyat tartışmalarından izler buluyorsunuz. Yazarın toplumsal gerçekçilik üzerine düşünceleri tek boyutlu değil. Meseleye farklı cephelerinden de bakabildiği görülüyor. Öyle ki Adalet Ağaoğlu toplumun sorunları karşısında duyduğu sorumluluğun yanında bir yazar olarak edebiyata karşı sorumluluğunu da ihmal etmiyor.
27 Nisan 1975’te günlüğüne “Evet tabii, siyasetsiz hayat olmaz, insan da. Eh, roman da,” diye yazdıktan sonra şöyle devam ediyor: “Ama bence, toplumu etkileyen siyasayı bireyi silecek kadar baskın tutmak yerine, bunu bir müsebbib sıfatıyla dibe döşemek edebiyatın değerini üste, tam yerine çıkarmak demek olur.” (27 Nisan 1975)
Bu satırları yazdığı 1975 yılından önce ilk romanı Ölmeye Yatmak’ta geçen “Toplumculuğun en ileri aşaması insanı bir kişi yapmaktır,” cümlesi ve günlüğünde sık sık karşımıza çıkan toplumla bağları güçlü ama birey olabilmiş insan vurgusu Adalet Ağaoğlu’nun edebiyata biçtiği rolü de ortaya koyuyor bana göre. İnsanı bir kişi yapmak ve bireyi kurmaca dünyası içinde parlatmak, derinliğine kavramak.
Toplum ve birey ilişkisini bu şekilde irdeleyen yazarın siyaset-sanat ilişkisi hakkında düşünmesi kuşkusuz kaçınılmaz. Döneme hakim olan toplumcu gerçekçi anlayışa kimi yönleriyle yaklaşıp, onu pek çok yönden de eleştirirken siyasetin sanata yön verme çabasına ise karşı çıkıyor Ağaoğlu. Karşı çıkışının nedeni, sanatı siyaset üstü görmesi değil. Sanatı her şeyden önce sanatçının kendi devrimi olarak değerlendirmesi. Adalet Ağaoğlu, 18 Ekim 1970’te yazdığı satırlarla, yazarın topluma yön veren bir mertebenin sahibi olmadığını, eserinin de onun iktidar aygıtı olamayacağını duyuruyor sanki. Aslında böylece toplumculuğun en ileri aşamasının yazarı da “bir kişi yapmak” olduğunu söylemiş oluyor. Politikanın emrine sokmayarak…
“Proleter devrimciler, ‘Sanat politikanın emrindedir’ diyorlar. Bense sanat, sanatçının devrimidir; onun ‘o olması’ politikasıdır, diyorum. Bu yüzden ‘dostlarla’ daha çok kavgalar vereceğiz. Hiçbir ‘izm’in boyunduruğuna girme hevesinde değilim, ‘kendim’ olabilme arayışının yollarındayım.” (18 Ekim 1970 s.)
Bir edebiyatçı romanını yazmadan önce hangi evrelerden geçer? Romancı belki bu sorunun yanıtını vermekten kaçınacaktır ama okurların pek çoğu için merak konusudur. Romanın konusunu seçerken, karakterlerini yaratırken onu yönlendiren nedir? Neden o konuyu seçmiştir de başkasını değil? Biçimsel olanakları zorlarken kendi kendine ne tür tartışmalar yapmıştır? İşte Adalet Ağaoğlu’nun günlüklerinde bunları da buluyorsunuz. Bakın ilk romanı “Ölmeye Yatmak”ı yazmaya başlamadan önce, 29 Ocak 1969 tarihinde nasıl bir not düşmüş günlüğüne:
“Son yıllarda romanlarımız birbirini tekrarlıyor. Anlatım biçimleri de sıkmakta beni. Bugünün romanı alışılmışın dışında bir şey olmalı. Cumhuriyet’in ilk, ikinci kuşakları, bir ideolojinin emirerleri...” (29 Ocak 1969)
Bu cümlelerin “Ölmeye Yatmak”ın habercisi olduğuna kim itiraz edebilir? Hele ki 2,5 ay sonra yani 7 Nisan 1969’da romanını yazmak için karar anını not düştüğü şu satırlardan sonra:
“Roman mı? İşte Cumhuriyet’in ilk ve ikinci kuşaklarının, hiç uyuşturucu verilmeksizin ameliyat masasında kesip biçmeye yatırılmalarını kurgulasana. Karar zamanı bu Adalet. Dalganın kırıldığı zaman.”
ROMAN FELSEFESİ, BİÇİMSEL ARAYIŞLAR...
Ağaoğlu’nun sadece edebiyat dünyasındaki tartışmalarla, akımlarla ya da kendi eserleriyle ilgili düşünceleri yok günlüklerinde. Yazar bazı sorular atıyor ortaya ve kendi içinde onları tartışıyor. Bir gün tarihçilerin ya da anı yazarlarının nesnelliğini sorguluyor; bir başka gün, anlatımda yalınlığın başka tuzakları olup olamayacağını tartışıyor.
Bütün bu tartışmalar arasında yazarın biçim üzerine ve kurmacanın olanaklarıyla ilgili düşüncelerini de okuyoruz. Sadece ne anlatacağıyla değil, hatta ondan da çok neyi nasıl anlatacağıyla ilgili bir yazar Ağaoğlu. Her romanın yazım evresinde kendi kendine yaptığı tartışmalar, sorduğu sorular bunu gösteriyor.
Ölmeye Yatmak üzerinde çalıştığı 1969 yılında şöyle yazıyor günlüğüne:
“Edebiyatımızda roman daha çok olay aktarmacılığı biçiminde gidiyor. Tek çizgi. Çok boyutluluk gerek. Toplum-birey içiçeliği, etki-tepki bütünlüğü düz çizgide sağlanamaz ki. Roman zaman içinde oynamalar, birbirini yankılayan kanallarla kurgulanmalı. Alışılagelmiş biçimi tersyüz etmeliyim. Derinlik boyutunu gözden kaçırmamalıyım.” (23 Haziran 1969)
Biçimsel arayışlarının geçtiği duraklar, biçimin her romanda farklılaşması, içerik ile biçim arasında nasıl bir ilişki kurduğunun da işareti kuşkusuz.
1971 yılında Ölmeye Yatmak’ı “toplumsal gerçekçilik tartışmalarına somut bir cevap” olarak gördüğünü okuyoruz. “Klasik ya da romantik roman anlayışına karşı romanımızda yeni bir kapı açma cesareti” olarak görüyor bu ilk romanı. Ve bu biçimsel arayışın romanın içeriğiyle uyumlu olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “Cumhuriyet ideolojisi ameliyat masasına başka nasıl yatırılabilir?” (3 Haziran 1971)
İlk önce tiyatro oyunları yazan, toplumsal olayları ve tartışmaları izleyen genç Adalet Ağaoğlu’yla tanışıyoruz günlüklerde. Sonra bir bakıyoruz Ölmeye Yatmak’ın temelleri atılıyor. Neredeyse kendiliğinden bir akış içerisinde doğuyor roman. Sanki Ağaoğlu’nun kendisi bile farkında değil romancılık yolculuğunun başında olduğunun. Bu sıralarda edebiyatın ve romanın poetikası üzerine düşünceleri elyordamıyla ilerliyor adeta. Kendisi de birçok şeyi ilk romanla öğrendiğini yazıyor günlüğüne. Zaman içinde edebiyat öteki her şeyin bir adım önüne geçiyor. Adalet Ağaoğlu etrafına romancı olarak bakmaya başlıyor. Bütün bu sürecin günlüklere yansımasını izlemek okur için inanılmaz bir keyif. Zamanla roman üzerine düşünceler derinleşiyor, yetkinleşiyor. Burada yazma eylemi ile okumanın nasıl iç içe geçtiğini görüyoruz. Adalet Ağaoğlu kendi yapıtlarını nasıl inşa edeceği üzerine kafa yorarken başka metinlerden de besleniyor. Bir yandan da dünyada neler yazılmış onlara bakmaya başlıyor. Okuduğu yapıtlar üzerine düşünürken dönüp kendi metnini yeniden değerlendiriyor, sonuçlara varıyor. İşte bütün bunlar günlüklerin yazarın kendi deyimiyle “iç dökme defteri”nden daha fazlası olduğunu gösteriyor bize. Günlükler yazarın entelektüel faaliyet yürüttüğü bir mecra özelliği kazanıyor.
Ağaoğlu’nun bu düşünme, okuma ve yazma silsilesine tanıklık etmek bana bir kez daha, yazar olmanın ilk koşulunun eleştirel okurluk olduğunu düşündürdü.
Söz gelimi Ağaoğlu, bir Virginia Woolf okumasının ardından günlüğünde tanrı yazarlığı tartışıyor. Tanrı yazarlıktan kaçarken karakterlerin yazarın sözcüsüne dönüşme riskine değiniyor.
“Hem yani anlatıcı, yazarın fikirlerini kahramanlara dağıtmakla ‘tanrı yazar olmak’tan kurtulmuş mu oluyor?” diye soruyor ve devam ediyor: “Asıl olan romanın her kişisinin, her yerinin, her ayrıntısının, kısaca her her şeyinin birbirine çarparak yankılanmalarından bir bütünlük çıkarmaktır. Nota yerine söz bestecisini her şeyi bilen tanrı durumundan çıkaracak olan bu. ‘Her şeyi bilen tanrı’, romanı çokseslilikle bütünleyebilen yaratının okuru, izleyicisi olabilmeli. (19 Mayıs 1985)
Bu satırları okuduktan sonra Adalet Ağaoğlu’nun romanlarındaki anlatıcının özelliklerine bir de bu açıdan bakma şansı var okurun. İşte günlüklerin yazarın metnini çözümlemeye katkısına bir örnek daha.
Bazı yazar günlükleri okura başka türlü bir heyecan veriyor. Bir tarihte okuduğumuz cümlelerin o hale gelene dek hangi evrelerden geçtiğini öğrenmek. Ham halleriyle temas etmek. O cümlenin yaşadığı değişikliklerin nedenlerini keşfetmek. Yazar ne düşünmüş de değiştirmiş cümleyi?
“Roger Vailland’ın Yalnız Adam’ını okuyup bitirdim,” diye yazıyor Ağaoğlu 1971 yılında. Yalnızlık’ın Marksist açıdan derinlikli yorumu olarak değerlendirdiği bu romanı okuduktan sonra Ölmeye Yatmak’ın bir cümlesini değiştirdiğini öğreniyoruz. Şöyle diyor Ağaoğlu:
“Roman çalışmamda baş kadın kahramanımın öğrencisiyle yatış öncesinde sadece, ‘Yalnızız, çok değiliz,’ dedirtmiştim. Düzeltiyorum: ‘Yalnızız. Çoğalana kadar birlikte olmalıyız,’ demeli.” (13 Haziran 1971)
Takıntılı okursanız ve merakınız büyükse Yalnız Adam’ı bulup okuyabilir ve böylece Ölmeye Yatmak’taki o cümlenin neden “Yalnızız. Çoğalana kadar birlikte olmalıyız” şeklinde değiştiği üzerine daha uzun düşünebilirsiniz. Böylece metnin bir katmanını daha kaldırıp altına bakma şansı yakalamış olursunuz.
YAZAR-METİN İLİŞKİSİ
Adalet Ağaoğlu’nun okuduğu metinlerden hareketle düştüğü bir diğer not, aslında yazarın metni üzerinde iktidar kurma tehlikesi karşısındaki uyanıklığını ve bu konuya bakışını ortaya koyuyor:
“Anlatıda ekonomi arıyorum;” diyor, 1983 yılında, “uzun uzun, okurun elinden düşünce üretme ve yaratı hakkının alındığı anlatılara her gün biraz daha yabancılaşıyorum.” (12 Aralık 1983)
Bu konuyu aslında çok önceden kendi metniyle ilişkisini irdelerken çözümlediğini 1972 yılında yazdıklarından biliyoruz. Romanının oluşum sürecinde ona neredeyse tanık olmak dışında bir rol biçmiyor kendine Ağaoğlu. Hatta, metnin yazarın el koymalarına direnmesini sevinçle karşılıyor:
“Romanla şimdi bulunduğum an arasında bir bağ kurmaya çalıştım, kuramadım. Demek roman kendi çevresinin çitini sağlamca çekmiş. Yazarının el koymalarına direniyor. Bu iyi bir şey bir bakıma. Bölümler kararsızlık içinde sallanmıyor demektir. (…)
Gündoğumu yürüyüşleri nefis. Şimdi döndüm. İştahla hemen masanın başına geçtim. Artık romanın genç kahramanı Engin’le, onu o yapan geçmişiyle de tanıştık. (…)”
YAZIYLA İLİŞKİ, NEDEN YAZIYOR? NELERE RAĞMEN YAZIYOR?
Adalet Ağaoğlu’nun yazarın otoriter sesini olabildiğince geri çekme çabasının onun yazar kimliğini nasıl inşa ettiğiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Okura alan bırakmak, yapıtı okurun kılmak, kendinden de özgürleştirmek için edebiyatın da yazarlığın da kutsanma hastalığından muzdarip olmamak gerekiyor. Adalet Ağaoğlu’nun, yazıyı okura bir şeyleri vazetmenin aracı olarak görmediği açık. Yazma eyleminin yazarın kendi devrimi olduğunu düşündüğünü söylemiştik. Böylece yazar da okur gibi her şeyi bilen değil, bir “kişi olmaya” çalışan insana dönüşüyor. Canetti’den alıntıladığı cümleleri biz de şimdi Adalet Ağaoğlu’ndan ödünç alarak söylersek: “İnsanın değişme yetisini sürekli harekete geçirmek için ölesiye çabalayan” kişi yazar ve kendisi bu değişimin dışında değil. (3 Nisan 1984)
Bu değişim kişinin kendisiyle mücadelesini de beraberinde getiriyor. 1978 yılında “Ama sen kitabı yazarken, böyle dışa ait anlamsız ölçülerin falan yoktu. İç sesin nabız atışı tek rehberindi hani?” diye kızıyor kendine yazar. 1984 yılında ise daha olgun bir ses tonuyla o ölçütlere bel bağlamamayı başardığını dile getiriyor: “Lakin, günübirlik tartılara ayak uydurmak yaratıcının işi değil yazık ki.”
Ve nihayet 1989 yılında tüm berraklığıyla ifade ediyor nasıl bir yazar kimliği inşa ettiğini:
“Benim yazarlığımın temelinde dar gömlek içinde duyulan sıkıntı var; yırtıp aşmak o darlığı, daralmayı. Böylece varoluşumu, Allah’ı hiçlemeye kadar, sorgulayış var. Ruhumdaki isyanları bir kanala, bir limana almam, yazarak mümkün oluyor. (…) Her kitabımda farklı bir kurgu/biçim denemesi yapmayı seviyorum. Burda bir göze alış durumu var. Yargılanmayı, kınanmayı, hatta aşağılanmayı göze alıyorum.” (5 Ağustos 1989)
Göze almak vurgusu önemli. Aslında Adalet Ağaoğlu ilk romanından itibaren bu göze alışı gösteriyor. Ama örneğin Hayır… romanının yazım sürecinde “bilinçli seçimler”den söz eden ve “kaçamak yaşamaya hayır” diyen bir romanın yazarının kişisel olarak da kendini irdelemesinin kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. Adalet Ağaoğlu Hayır…’ı yazarken “kendi olmak”ı tartışıyor günlüklerinde:
“Mart ayı Hayır… roman tasarımı hayata ayak bastırmaya çalışmakla geçmekte. İzlekler mevcut: Bilinçli bir seçim. Yinelemeye hayır… Yeniden başlamak… Silbaştan etmeler falan yok… Mazeret delikleri aramak yok. Kaçamaklara hayır!
Kendin olmak. İnsanın kendisiyle barışını sağlamak. (Başarmak yarışmak ister; tam bunun için ‘başarı’ sorgulanmalı.) Küçük, sakin, yaratıcı bir aydın kişi, adım adım bir ‘hiç’e indirgenirse ne olabilir?”
Hayır… romanı üzerine bu düşünme egzersizinin ardından tümüyle kişisel başka bir paragraf karşılıyor bizi. Ama önceki satırların bu paragrafı doğurmadığını söyleyebilir misiniz?
“Çevremde hemen herkesin yapmak istediği, ama bir türlü yapamadığı, yapmaktan geç, dile getirmekten dahi kaçındığı şeyi dile getirmek bir suçsa, suçu kabulleniyorum.” (1986)
İşte göze alan ve “Hayır” diyen Adalet Ağaoğlu. Ama ünlemsiz, üç noktalı. Yine ondan dinleyelim:
“‘Kırık Zaman Parçaları’ da olabilirdi bu kitabın adı. Yok, yok. Bunun adı Hayır… Ünlemsiz cinsinden. Karşı duruş, ama slogan değil. Salt bunun için üç noktalı. Dengin-derin-içlerde yolculuk: Suskunluğun gücü.” (14 Nisan 1986)
Suskunluğun gücünü keşfedebilmek için sorgulamak gerekir. Bütün bu sorgulamalar da gösteriyor ki Adalet Ağaoğlu’nun hem yaşamında hem de yapıtlarında sürekli bir arayış var. Kitabının önsözünde kendisine “çocuğum yazmaya hevesli ne yapmalıyım” diye soranlara tek bir önerisi olduğunu söylüyor: “Küçük yaştan itibaren günlük tutturun.” Günlük tutmuş olan herkes bilir ki insanı en özgür kılan ve sorgulamalara olanak tanıyan yöntemlerden biridir günlük.
Konuşmamı “Arayış içindeki yazarlar hiç büyümeyecek çocuklardır” diyen Adalet Ağaoğlu’nun 1983 yılında hiç büyümeyen o çocuğun günlüğüne yazdığı şu satırlarla bitirmek isterim:
“Roman bir arayıştır. Kendi kendime hep bunu söylerim. Sevmediğimiz dünya, benimseyemediğimiz insan yerine yeni bir dünya, yeni bir insanlık arayışı. Masal, destan, şiir, müzik, heykel efsaneleri insan aklının bilimsel arayışlarından önce de vardı. Roman içerdiği anlamla ortaya bilimsel arayışla birlikte çıktı, onunla evrile evrile değişti, gelişti. Onun için roman tek kurallı değil, çokkurallı; yani enine boyuna derinliğine çokboyutlu. Roman bu boyutları arayış, bunları bütünleyiş sanatı. Özneler fiilinin iki çekimiyle, dün ve şimdisiyle yazılamaz; fiilin bütün çekimleriyle yazılmalı. Olmamışı olmuş, olmuşu olmamış gibi… Rüyalar, kabuslar, hayaller; özleyiş ve kaçışlar: Bir kilim dokur gibi…
Roman bir arayıştır: Yeni insanı arayış.” (30 Temmuz 1983 s. 464)