Sanıldığının aksine, iktidar yeni bir darbeye hazırlanmıyor. Darbe zaten yapıldı ve şu an daimileştirilmeye çalışılıyor.
Tecavüz ve cinayet listelerinin yayınlandığı, komşuların fişlendiği, kişisel cephanelik kapasitelerinin yarıştırıldığı, bekçilerin sokak ortasında ayaklara kurşun sıktığı, devlet şiddetini sınırlandıracak yasal kaidelerin hiçe sayıldığı, milyonların seçme ve seçilme hakkının fiilen hükümsüz kılındığı, mafyanın kol gezdiği, kadın, çocuk, eşcinsel düşmanlığının yaygınlaştırıldığı, mezarlıkların tahrip edildiği, ölülerin gömdürülmediği, iktidar yanlılarının her türlü suçlarının cezasız bırakıldığı, meşruiyet gerekliliğinin ayağa vurulmak istenen pranga olarak lanse edildiği “kaos” hâli, geleceğin normali olarak kurumsallaştırılmak, bir düzene dönüştürülmek isteniyor.
Üstelik tüm güçleri elinde bulunduran bir iktidarın bunu sağlaması da imkânsız değil.
Fakat böyle bir “düzen”, iktidarın kimliğini ve yapısını belirleyen temel unsurun seçimler olmamasını gerektiriyor. Elbette sandık şeklen de olsa yine-yeniden kurulacak ama mevcut iktidar, geleceği belirleyecek unsurun seçimler olmaması için uğraşıyor.
Onun bu uğraşına itiraz edenlere “darbe çağrıcısı” denmesi kötü bir şaka. Zira ülkede o “darbe” çoktan yapıldı ve bundan sonra olsa olsa iktidardaki hiziplerin iç savaşı söz konusu olabilir. Fakat bu hizipler arasında yaşanacak olası çatışmaların da kaideyi sarsmayacağı söylenebilir. Zira mevcut iktidar koalisyonu sanıldığı gibi pamuk ipliğine bağlı hizipler tarafından değil, daha derin bir “irade” eliyle korunuyor. Ya da en azından o görüntüyü hakim kılabiliyorlar.
Dolayısıyla iktidar koalisyonunu çatlatmaya sebebiyet verecek unsurların tasfiyesi eskisi kadar zor olmayabilir.
Öte yandan, iktidarı dışarıdan sıkıştıracak, muhalefetle onu zorlayacak unsurların da önemli bir bölümü tasfiye edilmiş durumda. Nitekim hâlihazırda muhalif siyasi partilerin adı var, hükümleri yok. Parlamentonun adı var, noterden farkı yok. Muhalefet milletvekillerinin TBMM’deki varlığının, iktidar propagandası için tasarlanmış TV programlarına konan ve “tahammül sınırlarını zorlamayan” “muhalif konukların” işlevinden öte tesiri yok. Anayasanın kitapçığı var, hükmü yok. Yargının da adı var, hükmü iktidarda olmayanlara geçiyor. Yaşam hakkı, kişi güvenliği sadece kâğıt üstünde güvence altında. Yargısız infazın, işkencenin, zorla kaybetmenin cezası yok. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, grev hakkı epeydir rafta vs…
Bunlar zaten darbe koşulları değil mi?
Teorik olarak demokrasilerde, devleti yöneten/yönetecek parti, zümre, şiddet/güç tekelini eline alıp kullanabilmek için meşruiyete ihtiyaç duyar ve bunu da yetişkin yurttaşların çoğunluğunun seçimlerde kendisi lehine karar vermesi üzerinden sağlar.
Türkiye’de ise mevcut iktidar fiilen bu yöntemi etkisiz kılmış durumda. Elbette belli aralıklarla erken veya zamanlı seçimler yapılıyor ama yürütmenin politikalarını belirleyen unsur seçim sonuçları değil. Sandıktan çıkan “uyarılar” politikalara yönelik rahatsızlığın değil, düşmanlığın ifadesi olarak algılanıyor ve önceki politikalara daha bir hiddetle sarılınıyor.
Yerel seçim sonuçları da ne olursa olsun “kazanan” hep iktidar oluyor. Toplamda sekiz yılı kapsayacak olan iki dönem boyunca HDP’li belediye başkanları hiçbir ikna edici hukuki gerekçe olmadan hapse atılırken, 31 Mart sonrasında ise CHP’li belediyelerin de elleri-kolları kanun hükmünde işlev gören talimatnamelerle, doğrudan devletin zor gücüyle bağlanıyor.
Devletin sopası, yani şiddet/güç kullanma tekeli demokratik frenleme mekanizmalarına tâbi olmadığı zaman, seçim sonuçları da, “halk iradesi” de hükmünü yitiriyor.
Nihayet AKP-MHP ve onun gayrinizami güçleri artık “mış gibi” yapmaktan vazgeçiyor. Mevcut rejimin yapısını söylemsel düzleme taşıma ve bunu eyleme geçirme sürecine hız verilmek isteniyor.
Bununla beraber geçen hafta Iğdır ve Siirt dâhil beş belediyesine kayyım atanan HDP’nin açıklaması, muhalefetin içinde bulunduğu çaresizliğin özeti gibiydi: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, HDP’yi seçimlerde hezimete uğratacağını söylemiştir. Bizler de diyoruz ki, hodri meydan. Her türlü seçime hazırız. Kendinize o kadar güveniyorsanız, önce kayyım atadığınız ve halkın iradesini gasp ettiğiniz yerlerde en kısa zamanda seçime gidelim.”
Evet, iki dönemdir kazandığı seçimler fiilen iptal edilen ve belediye başkanları hapse atılan HDP, çaresiz bir biçimde aynı bölgelerde yeniden seçim yapılması “önerisinde” bulunabiliyor! Bir yıl içinde, kazandığı belediyelerin yüzde 70’ine el konan bir parti bu durumdayken, CHP de hâlâ “böyle bir şey olabilir mi?” çaresizliği içinde. Yani iktidar “mış gibi” yapmaktan vazgeçerken, muhalefetin bundan vazgeçmeye niyeti de gücü de yok gibi görünüyor.
Bu genel tablonun maliyeti ise toplumsal zemine anomali olarak yansıyor. Hatta içinde bulunduğumuz vaziyetin, Shameless dizisindeki Gallagher Ailesi'nin trajikomik hikâyesini andırdığı söylenebilir.
Chicago'nun güneyinde, varoş bir semtte yaşayan alt sınıf Gallagher Ailesi'nin reisi Frank Gallagher, toplumdaki genel ahlaki kaidelerin tümünden azade, kurnaz, pragmatist, sahtekâr, bencil, zeki bir alkoliktir ve altı çocuk babasıdır. Altı kardeşin en büyüğü olan Fiona’nın fedakârlığı sayesinde bir arada tutulabilen “aile”, dizi boyunca hep dağılmanın eşiğindedir ve bu eşikten öteye hiç gitmemektedir. “Aile” ne dağılır ne bir bütünlük içinde kalır. Evleri de öyledir. Yıkıldı, yakıldı derken, ev olanca dağınıklığıyla “ayakta” kalmayı sürdürür. Alkolik Frenk, bipolar karısı Monica ve altı çocukları da dizi boyunca ölümle yaşam, zenginlikle sefalet, başarıyla başarısızlık arasında gidip gelen ama en korkunç olaylardan bile sıyrılmayı başaran dirençli karakterlerdir. Kenar mahallenin yoksul ailesi Gallagherler tam “bitti”, “dağıldı” derken, her seferinde yeniden “toparlanır.” Fakat bu toparlanma hâli düze çıkmak değil, debelenen yerde var olmayı sürdürmekten ibarettir.
Filler tepişirken Türkiye toplumu da, uzak geçmişten bu yana böylesi bir vaziyet içinde debelenip duruyor işte.