12 Eylül’de, Türkiye tarihi açısından dönüm noktası iki olayın yıldönümünde yazıyorum bu yazıyı: 1980 darbesiyle 2010 Anayasa değişikliğinin oylandığı referandum. Bu iki önemli olayı, 16 Nisan 2017'de yapılan, otoriter tek adam rejimine geçişe cevaz veren referandumla ortak bir mantığın ürünü olarak görüyorum. Türkiye’de siyaset yapma tarzlarının hemen tümünün belirleyici mantığı ya da siyasi alanı daraltan bir semptomdan bahsediyorum aslında.
2011 yılında Mülkiye Dergisi'nde yayımlanan, “Türkiye’de Darbeler ve Siyaset İmkanı” başlığı taşıyan yazımda bu semptom ışığında darbeleri değerlendirmiştim. O zaman “siyasetin sterilizasyonu” olarak adlandırdığım bu semptomun, Türkiye’de siyaset yapma tarzlarının neredeyse hepsinde izinin sürülmesinin mümkün olduğunu düşünüyordum. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Yazımdan bu semptomun tanımını alıyorum buraya: “Siyasete, toplumsal olanı siyasi olarak kavramaktan kaçınarak 'olması gereken' bir nitelik atfetmek ve kabul edilmiş siyaset tarzlarına aykırı olanı siyasi arenadan tüm 'kirletici' etkileriyle birlikte ayıklamak…”
Tanımın dikkatinizi çekmek istediğim ilk unsuru, “toplumsal olanı siyasi olarak kavramak” vurgusu. Günümüzün önemli siyaset kuramcılarından Chantal Mouffe’un, Siyasal Üzerine adlı eserinin temel iddialarından birine gönderme yapıyor bu vurgu. Mouffe, çağımızın önemli sorunlarını toplumsal sorunların siyasi olarak kavranamayışına bağlıyor. Aslında kuramcı, “gelişmiş” demokrasilerin demokratikleşememe sorununa işaret etmek istiyor. Demokratikleşme veya demokrasinin demokratikleşmesi, Mouffe’un iddiasına göre, günümüz toplumlarının sorunlarını siyasi olarak tahayyül edemeyişimizden dolayı imkânsızlaşmaktadır. Kolektif kimliklerin yok olmaya yüz tuttuğu bir dünyada ise herhangi bir sorunu siyasi olarak tahayyül etmek zaten olanaksızdır.
Mouffe, özellikle kolektif kimliklerin çözülüşünde bir olanak gören siyasi kuram ve hareketlerin körlüğünü, “demokrasinin demokratikleştirilememesi”nin nedeni olarak kavramaktadır. Böyle bir bakışın Türkiye’nin sorunlarını kavramak için de geçerli bir perspektif sunabileceği açık. Ancak Türkiye’de asıl mesele kolektif kimliklerin çözülmeye doğru evrimleşebilmelerine olanak verecek bir siyasi ortamın bir türlü var olamamasıdır. Ulustan öte, bir de şu aralarda olduğu gibi, sanki ümmetten öte bir kolektif kimliğin yaşamasına izin vermeyen bir zihniyetin egemenliği, tümüyle kapsayıcı ideolojilerin ve söylemlerin siyasi arenada diğer her türden ideoloji ve söyleme göre çok daha fazla benimsenir olması, aktörler arasındaki husumeti derinleştirip karşılaşmaları şiddete açık hale getiriyor ne yazık ki.
Siyasete “olması gereken” bir unsur eklemek, siyasetin sterilizasyonu dediğim semptomun unsurlarından bir diğeri. Bizim hikâyemizde bu “olması gereken”, “demokrasi”. Siyasal pratiğin içinde düzenleyici bir işlevle var olan bir ideal olmaktan çok, aşkınlaştırılmış Platonik bir evrensel olarak demokrasi, darbelerin mantığında bir olması gerekene dönüştü. Demokrasinin bu şekilde siyasal pratiğin dışında kalması, siyasal süreçlerin gerektiğinde “demokrasi adına, demokrasi için demokrasisizlik” temelinde yapılanmasını meşru kıldı, darbeler olağanlaştı. Demokrasi bir türlü demos’un, halkın olamadı; her dönemin ayrıcalıklı kesiminin kendine yonttuğu bir “şey” olmaktan öteye gidemedi. “Şey” diyorum, çünkü yalnızca demokrasinin değil siyasetin de ne olduğu konusunda kafası en bulanık toplumlardan biri olduğumuzu düşünüyorum. Demokrasiyi aşkınlaştırarak bizden fersah fersah uzakta tutan siyasal ortam darbeleri yaratırken, aynı zamanda darbeler de bu ortamın var kalabilmesinin, süreklilik kazanabilmesinin koşulu oldu. Türkiye’de her darbe elbette farklı bağlamlarda ortaya çıktı. Ancak bunların ortak yanı, önce devleti önceleyip yurttaşı feda etmeleri, bu çerçevede ulus/millet dışında kalan kolektif kimlikleri yerle bir etmeleri, sonra da bu tür ortaklaşmaların yeniden inşasına zemin oluşturabilecek her tür toplumsal oluşumu sıkıca denetlemenin yollarını yaratmalarıdır. Hepsinde de amaç siyasete düzen vermektir. Polisiye bir mantık işe koşulur. Siyasalın ölümü ilan edilir; “düzen”, “düzen bozucu” sayılan her şeyin aleyhine genişler.
Türkiye’de 65 yaşın üstündeki nüfusu kapsayan bir sözlü tarih çalışması yapılsa, darbelerle şekillenen demokratikleşememe sürecinin toplumun farklı kesimlerinde nasıl deneyimlendiğine, darbelerin kimleri nasıl yerinden etmiş olduğuna, yarattığı travmaların derinliğine dair anlamlı tanıklıklar erişilebilir hale getirilebilirdi. Hayatları alt üst eden, duygusal yarılmalar, güvensizlikler yarattıkları kadar korkuyu yerleşik hale getirip suskunluğu toplumsal bir norma dönüştüren darbeleri anlamak, Türkiye’yi anlamanın da anahtarı. Özellikle, ideolojik farkları kesen yerleşik tek meşru tavır olarak devletseviciliğin darbelerin vesayetçi, polisiye, seçkinci, siyasal olana düşman, sterilize mantığından beslendiği kuşkusuz.
Her hak talebi neden gidip devlet denen duvara tosluyor, anlamak için darbelerin söylemine, söylemsel stratejilerine bakılmalı. Tanımdaki “kabul edilmiş siyaset tarzlarına aykırı olanı siyasi arenadan tüm “kirletici” etkileriyle birlikte ayıklamak” ifadesi de işte tam burada karşılığını bulmuş oluyor. Devletsevicilik, siyaset yapma tarzlarının neredeyse hepsinin ortak normu/formu olduğundan her muhalif ses, her aykırı talep, hemen “devlet düşmanı”, hemen “terörist” damgasıyla dışlanıyor. Militarizm, bu norm tavrın mütemmim cüzü. Savaşsevicilik de öyle. Kaçınılmaz olan, devlet böylesine yüceltilince, devletin güçsüzleşmesinin de en büyük korkuya dönüşmesi. İçeride ve dışarıda düşman(lar) yaratılması gerekiyor ki bu korku hem beslensin, hem de böylece devletin tahkimi mümkün hale gelsin. Siyasal olanın ölümü pahasına.
12 Eylül’lerin birinde askeri darbeyle başlatılan devletin yurttaş aleyhine güçlendirilmesi süreci, diğerinde referandumda oylanan anayasa değişikliği sonucu yargı erkinin yürütmeye tabi hale getirilmesiyle devam ediyor. Bir vesayetten diğerine son hız geçişi tamamlayan son darbe ise devletin tek meşru temsilcisi olarak partili Cumhurbaşkanına işaret eden bir rejim değişikliğiyle geliyor. “Güçlü yönetim”, “güçlendirilmiş yürütme”, dolayısıyla “güçlü devlet” arayışının bizi getirdiği nokta bu işte. Bir 12 Eylül’den diğerine iyice uzaklaşan demokrasi, şimdi artık aşkın bir ideal bile değil. Ancak bir düş… Tek umut, demokrasiyi sahiplenmesi hep engellenen “demos”un kendisinde. Düzenleyici, steril mantığı yerle bir etme gücü yalnızca onda, tam umudu kesmişken #Susamam diyebilende.