Üç sene önce bize yine Netflix kanalında "Mank" filmini sunmuş olan David Fincher’ın son filmi "The Killer"ı doğal olarak merakla bekliyorduk! Yönetmenlik kariyerini uzunca bir kontratla Netflix kanalına bağlasa da, yönetmen muhtemelen bir ‘seri üretim’ tuzağına düşmeyecek, kendine has yönetmenlik dokunuşlarını sunduğu yapımlarda hissettirecekti. En azından umudumuz bu yöndeydi!
Aslında burada söz konusu Fincher’ın yönetmenlik becerisi ve sinematografik başarısı değil çünkü yönetmenin kariyerine baktığımızda bunu tartışmak yersiz hatta gülünç durabilir. Ancak bu tartışmasız ve etkileyici kariyere rağmen Fincher tabiri caizse ‘beklenmeyen yerden’ vurmayı beceriyor. Örneğin kariyerinin başlarında "Seven" gibi kendi türünde (bizce) bir başyapıt sunup büyük bir beğeni topluyor; sonraki filmi "The Game" ise tam bir ‘cehenneme iniş’ olabilecekken çok daha uslu bir ‘entrika’ filmine dönüşebiliyor. Aynı şekilde yıllar sonra büyük başarı kazanmış olduğu ‘seri katil’ türüne "Zodiac" filmiyle geri dönüyor ama herkes bir "Seven 2" beklerken çok daha değişik bir bakış taşıyan bir yapım çıkarıyor. Kısaca Fincher’ın filmleri asla belli bir düzeyin altına inmese de çok ‘istikrarlı’ bir kariyer inşa ettiğini söyleyemeyiz.
Bu hafta Netflix kanalına düşen son filmi "The Killer" ise yönetmenin kafasında neredeyse 15 yıldır dolaşan bir fikirden doğuyor. Filmin senaryosu Alexis Noient’in çizgi romanından uyarlanmış ve asıl sürprizi yapımın ilk bakışta basit bir ‘B movie’ izlenimi vermesi! Çünkü kağıt üstünde filmin senaryosu düz, dolambaçsız bir şekilde akıyor, yaşanan olayların gidişatında çok beklenmedik durumlar yok (veya az), hikaye asıl amacını en baştan belli ediyor. Senaryo şematik bir tarzda değişik ülkelerde geçen ‘chapter’lara bölünmüş ve sonuçta film, takip, saklanma, hesap sorma, çarpışma sekansları sunan tempolu bir ‘thriller’ izlenimi yaratıyor. Bu ‘aldatıcı’ izlenime tekrar döneceğimizin altını çizerek filmin konusundan kısaca bahsedelim:
‘Killer’, (tam ismini asla öğrenmiyoruz) işini profesyonelce yapan, ciddi bir tecrübe sahibi, muhtemelen ‘freelance’ çalışan bir kiralık katildir(!). Paris’teki son işi sırasında planı başarısız olur ve işverenleriyle başı derde girer. Bu durum onu ve ailesini bir ‘hedef’ haline getirir ve ‘The Killer’ hem bu kişilerden gizlenmeye çalışır hem de yeri geldiğinde onlardan en sert biçimlerde hesap sormaya karar verir.
‘FULL TİME’ KİRALİK KATİL OLMAK
Fincher filmini, basit en azından karmaşık olmayan bir olayı farklı bir göz taşıyan bir anlatımla başlatmayı seçiyor: ilk sahneden itibaren Hitchcock’un "Arka Pencere" klasiğinden esintiler taşıyan (ama taklit etmeyen) bir sekansta kurbanını sabırla, saatlerce hatta günlerce bekleyen bir kiralık katili izliyoruz. Bu sonu gelmeyecek gibi duran ‘bekleyişte’ katilin sürekli ayakta kalan ‘dikkati’, sonsuz sabrı ve büyük yalnızlığı ilgimizi çekiyor.
Gösterişli bir suikast ve ateşlenen silah sahnelerini bekleyen seyirciyi ‘ters ayakta’ yakalayan bu tutum, yönetmene filminin ‘asıl kalbine’ giden yolda hızlıca ilerlemenin yolunu açıyor: kiralık katil karakteri! Fincher, hiçbir ‘klişeye’ sığınmadan katil karakterine ne ‘cool’ ve stil sahibi bir hava veriyor ne de onu ‘yüz metreden’ tanınacak bir kişiye dönüştürüyor. Bu tutum katilin donuk ve özellikle anonim dünyasına çok rahat ‘dalmamızı’, iç dünyasının ipuçlarını daha hızlı bulmamızı sağlıyor. Ama bu tabii ki karakterin gizeminden, onunla aramıza konan ‘mesafeden’ ve karmaşıklığından bir şey kaybettirmiyor.
Senaryonun asıl ayrımı ise, katilin bir hata yüzünden bir nevi ‘hayatı kayınca’ metodik katilden dönüştüğü kişisel sebeplerle hareket eden ‘intikamcı’ arasında büyük farklılık oluyor.
FİLMİN ELEŞTİRİ BOYUTU…
Fincher’ın filmlerinde kameranın akıcılığı asla eksik olmaz. Yönetmen bunu asla bir ‘göz boyama’ sevdası veya narsist bir tutkuyla yapmaz, hikayesinin gerektirdiği ölçüde ve senaryosunu sağlamlaştırmak için kullanır. Burada ise belki de kendinden hiç beklemediğimiz bir şey yapıyor ve 'post production' sürecinde şekillendirilmiş omuz-kamerası görüntüleri sunuyor. Fincher bu tercihi muhtemelen anti kahramanın kendisine olan güvenini kaybetmeye başladığını hissettirmek ve sabit planlardaki soğukkanlılığıyla hoş bir tezat yakalamak için yapıyor. Başkarakterin ruhsal sınırlarını ve dalgalanmalarını daha sağlam bir çerçeveye oturtabiliyoruz.
Bu yaklaşım belki de yönetmenin asıl dikkat çekmek istediği konuyla örtüşüyor ve filme ayrı bir derinlik katıyor: yönetmen bu ‘ters ayakta’ yakalamalarla sadece 70’li yılların paranoyak atmosferli, klasik ‘thriller’larına yeni bir nefes getirmekle kalmıyor aynı zamanda da anti kahramanını da modern bir kapitalizmin ‘dalgalanmalarına’ bırakıyor! Daha önce ‘Fight Club’ hatta ‘Social Network’ filmleriyle toplumumuzun trajik değişimine dikkat çeken yönetmen filmiyle bu konuları deşmeye devam ediyor. Günümüzde güvenliğimiz için kullandığımız teknolojik aygıtlar, bir yerden sonra anti kahraman için sonun başlangıcı oluyor. Zira bu teknolojik gelişim bildiğimiz avantajlara rağmen saklanmayı, ortalıklarda görünmemeyi ve takip edilmemeyi zorlaştıran aygıtlar da üretiyor. Aslında burada Fincher katil karakterinin üzerinden nasıl her birimizin (bilinçli olarak) hassas bir dengedeki bir ortamda savunmasız, saldırıya açık bir pozisyona düşebileceğimizin altını çiziyor.
ANTOLOJİK BİR DÖVÜŞ SEKANSI!
Filmin ortalarında yer alan dövüş sekansına da ayrı bir parantez açmamız gerekir: Filmdeki kiralık katilimizle ‘iri kıyım’ bir adam arasında geçen birkaç dakikalık bu dövüş sahnesi, Fincher’a bütün teknik başarısını ve yönetmenlik hakimiyetini gösterebileceği bir alan açıyor. Zaman zaman karanlık köşelere sızan bu kıyasıya kavgada belki kan ‘oluk gibi akmıyor’ veya göze hoş gelebilecek Uzak Doğu dövüş sporlarını anımsatan bir koreografi yok. Ama adeta yaralı iki hayvan gibi birbirinin üstüne çullanan bu iki adamın karşı karşıya gelmesi, belki de uzun zamandır sinemada gördüğümüz en gerçekçi, en sert ve en etkileyici dövüş sekanslarından birini oluşturuyor. Bu sekansta Fincher’ın görüntü yönetmeni Erik Messerschmidt’in de gerçekçi (ve insancıl) karanlık kullanımını ve başarısını da kutlamamız gerekir.
Bizce filmde bir önemli nokta da "The Killer"ın belki yönetmen Fincher’ın en otobiyografik filmi olması… Bu fikir, filmin konusunu göz önüne aldığımızda en başta garip hatta saçma durabilir ama bizce bu ‘paralellik’ ana karakterden kaynaklanıyor. Filmdeki katilin sürekli kendine hatırlattığı: ‘Doğaçlama yapma! Odaklan! Planlı ol! Kimseye güvenme!’ gibi sözlerinde Fincher’ın yönetmenlik kariyerindeki izleri de görebiliriz. Hatırlanacağı ve bazı kaynaklardan (röportajlar, ‘making of’lar vb.) öğrendiğimiz üzere, Fincher film setlerinde sert, sayısız tekrar çekimlerden asla kaçınmayan ve istediği sonucu elde edene kadar oyuncularını adeta ‘canından bezdiren’ bir yönetmendir. Yönetmen bu benzetme sorulduğunda reddetse de bizce yadsınamaz bir benzerlik söz konusu. Belki filmlerinde ‘zirve’ noktaları yakalamasını da buna borçlu!
Sonuç olarak, açıkça görülüyor ki Fincher sinema salonlarından Netflix’e dönmüş olsa da genel tabirle ‘maestria’sından hiçbir şey kaybetmemiş. Bu düz görünmesine rağmen katmanlı olan, az konuşmasına rağmen çok şey söyleyen, cinayetlerini sunarken çok daha önemli konulara parmak basan bu büyük film de bunun en güçlü kanıtı!