Alman toplumunun çoğunluğu, nasıl adım adım Hitler’in oyuncağı haline gelebildi? Bu esnada, Nazi olmayanlar (ve Haffner gibi Yahudi de olmayanlar), nasıl ayakta kaldı? İnsanlar, sivil ve resmi kurumlar nasıl davrandı?
Biraz uzunca bir yazı. Affola!
Geçen hafta başladığım, Sebastian Haffner’in “Bir Alman’ın Hikâyesi’ adlı kitabına devam...
Haffner, 1920’lere dair gözlemlerini anlatırken, özellikle, bir suikast sonucu öldürülen, etkileyici ve etkili bir siyasetçi olan Dışişleri Bakanı Walther Rathenau dönemine ve 1924-1929 arasında bakanlık yapan Stresemann’lı yıllara değiniyor. Haffner’in hatırladığı en güzel, barış yılları bunlar. Tabii, Stresemann’a hayranlığı ve bu siyasetçinin olumlu hatırası, biraz da akıl almaz boyutlardaki ekonomik kriz sonrasındaki konumuyla ilgili. Zira Almanya’nın 1923’te yaşadığı kriz, eşi benzeri pek olmayan türden:
“Dünya üzerinde hiçbir halk Almanların ‘1923’ tecrübesine tekabül eden bir şey yaşamamıştır. Dünya savaşını hepsi yaşamıştır, birçoğu devrimler, toplumsal krizler, grevler, muazzam servet transferleri, hiperenflasyon dönemleri yaşamıştır; ama hiçbiri 1923’te Almanya’da vuku bulanlara, bütün yukarıda saydıklarımızın hepsinin birden fantastik ve grotesk bir zirveye çıkmasına tekabül edecek bir şey görmemiştir.”
Bu öyle bir kriz ki, Haffner’e göre Almanlar yalnızca Nazizm’e değil, her türlü ‘fantastik maceraya’ hazırdı! Ruhr Savaşı ardından, dolar kuru 20 bine, hemen ardından 40 bine fırlamıştı:
“Dolar önce her sohbetin gündem maddesi haline geldi ve sonra bir anda etrafımıza bakındık ve hadisenin günlük hayatımızı nasıl berhava ettiğini tespit ettik... Her şey hızla eriyordu... Daha dün elli bin Mark fiyatı olan patates bugün yüz bine satılıyordu; geçen cuma günü eve getirilen altmış beş bin marklık bir maaş salı günü bir paket sigara almaya yetmez oluyordu.”
Haffner, çılgın boyuttaki değer kaybının (Ağustos ayında dolar kuru bir milyona ulaşıyor ve eylülde bu rakamın da değeri kalmıyor!) toplum yapısını, insanların günlük alışkanlıklarını vs. hızla değiştirdiğini, birileri intihar ederken, daha genç ve cevval kesimin geceden sabaha büyük servet sahibi olduğunu gözlemliyor. Haffner’in, kriz dönemini anlatırken, toplumun ruh haline ve birey davranışlarına dair şu tanımı son derece dikkate değer:
“Bu kadar çok acı, çaresizlik ve fukaralık içinde, hararetli ve kanı kaynayan bir tazelik, şehvet ve her yere hâkim bir karnaval havası gelişmişti... paranın mahiyeti de değişmişti... sadece birkaç saat değerini koruyabiliyordu... ve bu yüzden de hızla harcanıyordu.”
Bu durumun, aynı ölçüde ‘absürt’ yurttaş davranışlarına kaynaklık etmesi, Haffner’in adlandırmasıyla ‘aşkın yeni realizminin’ keşfedilmesi, yoz ev ve salon partileri, yorucu bir teklifsizlik hali... Tabii, madalyonun diğer yüzünde, sokakları sarmış dilenciler, intiharlar, hırsızlık, yağma haberleri... Bu dönem, Hitler’in adı da yavaş yavaş duyulur olmaya başlıyor. Özellikle kasımdaki başarısız Birahane Darbesi sonrası. Krizin atlatılıp doların yükselişinin durduğu yıldan (1924), 1929’a dek, ‘barış dönemi’ Almanya’da. Haffner’in bu yıllara dair bir tespiti ise, kendi tabiriyle ‘zamanın hiçbir gazetesinde yazmayan’ toplum gözlemi. Haffner, kabus dolu günlerin zorluğu geçince, fakirleşmiş, hayal kırıklıkları yaşamış kitlelerin ‘sıkılmış bir ruh haline’ büründükleri kanısında:
“Kendi başına nasıl yaşanır, küçük kişisel bir hayat nasıl büyük, güzel ve yaşamaya değer hâle getirilir, hayatın tadı nasıl çıkartılır ve hayat nerelerde ilginçleşir öğrenmemişlerdi hiçbir zaman... Canları sıkılmaya başladı... (Haffner, boşluk ve can sıkıntısının en büyük tehlike olduğu kanısında!) Aptalca fikirler düştü beyinlerine... nihayetinde, sanki barış zamanını sona erdirip yeni kolektif maceralar başlatmak için ilk arızayı, ilk darbeyi veya ilk keyifsiz hadiseyi bekler hale geldiler.”
Tabii, Almanlar’ın bir kısmı da bu dönemde el yordamıyla yaşamayı öğrendi ve kişiliklerini bulabildi. Haffner, Alman halkını Nazi ‘olan’ ve ‘olmayan’ olarak ikiye bölen ‘korkunç çatlağın,’ bu şekilde, kimse tarafından görülmeden hazırlandığı kanısında. Bu arada, dinmeyen spor müsabakaları (kitlesel bir çılgınlık şeklinde), meydanlarda düzenlenen savaş oyunları da dönemin özelliklerinden. Yazar, ‘savaş oyunlarının’ yalnızca aptal ve kaba saba milliyetçilerce değil, milliyetçilerden daha salak olan solcular (herkesten akıllı olduklarını sandıkları için!) tarafından da desteklendiğinin altını çiziyor. İçgüdülerin deşarj edildiği kanaatiyle!
Haffner, bir yandan toplumdaki arazları anlatır ve I. Dünya Savaşı sonrası neslin büyük kısmının kurtarılamayacak ölçüde çürüdüğünü; geri kalan kısmının ise (azınlık) yüz yılın belki de en umut veren nesli olduğunu da not düşüyor ve azınlıkta kalan kesimin ne denli dışa açık, iyi yetişmiş insanlardan oluştuğunu iddia ediyor. Nitekim Haffner’i hayrete düşüren de, böyle bir birikimin nasıl olup on yılda yok edilebildiği. On yıl, nitelikli azınlığın tüm izlerinin silip süpürülebileceği bir süre demek ki!
Bu arada ilk aşkını ve onun, 1930’da Paris’e gidişini yaşıyor. Geri dönmemek üzere. Şu ifadelerle anlatıyor:
“Belki de ilk mülteciydi. Bizden daha öngörülü ve hassastı, bu yüzden de Hitler iktidara gelmeden çok daha önce Almanya’da ahmaklığın ve kötülüğün büyümesini ve tehditkar hale gelişini hissetmişti.”
Ahmaklığın ve kötülüğün büyümesi! Faşizmin alameti farikalarından.
Canavarları (Nazileri) dizginlediği/dizginleyeceği düşünülen Stresemann’ın öldürülmesi, 1929’un uğursuz sonbaharı, afişlerde kötücül ifadeler, ishal boku renginde üniformalar ve sevimsiz suratlar, banal marşlar, Naziler’in provası niteliğinde Brüning rejimi... Hitler’in yanında ehvenişer görünen Brüning’in, bunun farkında olduğu için, Hitler’i tamamen bitirmek istemeyişi, Eylül 1930’da Naziler’in ikinci parti haline gelmesi, 1932’de Brüning’in iktidardan düşüşü, Papen ve Schleicher ile ara dönem, Kasım’da Hitler’e Şansölyelik teklif edilmesi... Ocak 1933’te Hitler Şansölye (başbakan) oldu. Bir süre sonra askıya alacağı Anayasa’ya bağlılık yemini etti. Şubat 1933’te, Hitler’in anayasal rejime son vermesine fırsat veren Reichstag yangını. Ve Mart 1933’te son seçim. Bu seçimde Nazi oyları hâlâ yüzde 44’tü! Burada, yazarın sosyal demokratlar hakkında söylediklerini mutlaka aktarmalı:
“Sosyal demokratlar 1933’teki seçim mücadelesini dehşet verecek kadar aşağılayıcı bir tarzda, Nazilerin sloganlarının arkasına takılıp, kendilerinin de ne kadar ‘milli’ olduklarını vurgulamaya çalışarak geçirmişlerdi.”
Haffner, göz göre göre iktidara gelen Hitler’i ise şöyle tanımlıyor:
“Pezevenklere yaraşır saç kesimi, sahte bir pırıltı, Viyana banliyölerine has şive, çok sık ve çok fazla konuşması, saralılarınkine benzeyen hareketler, abartılı jestler, salyalar saçarak yaygaracılık yapması, kâh gözlerini dikerek kâh bakışlarını kaçırarak bakması ve tabii konuşmalarının içeriği: Tehdit etmekten ve hunharlıktan aldığı keyif, kanlı infaz fantezileri. 1930 yılında Spor Sarayı’nda onu avuçlarını patlatırcasına alkışlayanların çoğu, muhtemelen bu adamdan sokakta ateş bile istememeyi tercih ederlerdi... Bütün bu çirkinliğin, bu çamura batmışlığın, bu yapış yapış iğrençliğin yarattığı büyüleyici etki...”
Haffner’in değişiyle, küçük nefret havarisini (Hitler), adım adım bir iblis haline getiren fütursuzluk, küstahlık, onu dizginleyebilecek konumda olanların aymazlıkları... Bir ruh hastası, hakikaten göstere göstere geliyor iktidara.
İşte, 1933 yılının başında ‘25 yaşında genç, iyi eğitimli, iyi giyimli, iyi beslenmiş, güler yüzlü, Alman küçük burjuvazisinin eğitimli tabakasının sıradan ürünlerinden biri’ olan Haffner’in kişisel gözlemleri, serüveni ve onların etkileyiciliği, Hitler’in Almanya’yı ele geçirmesinden sonra başlıyor asıl olarak ve kitabın ikinci, üçüncü bölümleri, söz konusu anılara ayrılmış durumda.
Alman toplumunun çoğunluğu, nasıl adım adım Hitler’in oyuncağı haline gelebildi? Bu esnada, Nazi olmayanlar (ve Haffner gibi Yahudi de olmayanlar), nasıl ayakta kaldı? İnsanlar, sivil ve resmi kurumlar nasıl davrandı?
Haffner, liberal zihniyetli, çok okuyan, idealist yaşam tarzı olarak ‘Prusyalı püriten’ olarak tanımladığı bir babanın oğlu. Nazi deneyimiyle karşılaştığı yıllarda, stajyer (referendar) hâkim olarak çalışıyor. Dolayısıyla, yalnızca özel yaşamında çevresini değil, hukuk/yargı camiasının davranışlarını yakından gözlemleme şansı olmuş. Haffner, bu dönemin ‘kafa karışıklığına’ dikkat çekiyor. Nazi olanların çoğunun, aslında Nazizm’in ne olduğu konusunda pek fikir sahibi olmadıkları kanısında. Milliyetçilik için Nazizm diye düşünenler, hatta sosyalizm için; savaşın onur kırıcı sonuçlarına tahammül edemeyip yeni başlangıçlar yaparak yeni heyecanlar yaşamak isteyenler... Haffner, o tarihlerde belirgin bir siyasi kanaate sahip değil, buna mukabil ilk andan itibaren onlar hakkındaki kesin kararını da vermiş:
“Nazilerin düşman olduklarını, hem bana hem de benim değer verdiğim her şeye, bu konuda bir an olsun şüpheye düşmedim. Buna karşın tamamen yanıldığım bir konu oldu: Ne kadar korkunç düşmanlar olabileceklerini tasavvur edemedim. O zamanlar hâlâ Nazileri fazla ciddiye almama temayülüm vardı, tecrübesiz karşıtları arasında yaygın bir tavırdı bu ve o zaman Nazilere çok yardımcı olmuştu...”
Haffner’e göre, Ocak 1933’te Şansölye olan Hitler hükümeti hakkında (ilk hükümette yalnızca iki Nazi var!) toplumdaki (şiddetle karşı çıkanlar, protesto eden işçiler vs. bir yana) yaygın kanaat, iktidara Nazilerin değil sağcı muhafazakârların geldiği yönünde.
Kısa sürede neler olduğunu yine Haffner’e bırakalım:
“Reichtag ve ardından Hindenburg’un anayasayı göz göre göre ihlal etmesiyle Prusya eyalet parlamentosu feshedilmişti. Üst düzey bürokraside çılgın bir tayin dalgası, seçim mücadelesinde vahşi bir terör yaşanmıştı. Şunu da itiraf etmek gerekir ki Naziler artık hiç bir şeyden çekinmiyorlardı...”
SA’lar diğer partilerin, sendikaların toplantılarını basıyor dayak atıyor, hasımlarını vuruyorlar. Gazete haberlerinde okunuyor bunlar ancak o esnada henüz ortalama Alman pek bir şey görmüyor yaşadığı muhitte. Yollarda ‘Heil’ diye bağırarak dolaşan kahverengi üniformalı serseriler ve onları artık pek yadırgamayan insanlar. Bu arada Haffner, fazla bir değişiklik olmayan mahkeme hayatına devam ediyor ve kendi ifadesiyle, “hukukun taciz edilmeden işlemesinin devam etmesini bile,” Nazilere karşı bir zafer olarak görme eğiliminde. Kuşkusuz her şeyin bir sırası var ve günü geldiğinde, o da olacak!
Bir gün, gittikleri bir partiye polis geldi.
O telaş ve şaşkınlık halinde polisin yanına giderek, gerçekten gitmek zorunda olup olmadıklarını sordu Haffner. Polisin yanıtı faşizmin nasıl habis bir ur olduğunu sergileyen türden: “Eve gitmenize müsaade ediliyor.” İşte bu kadar. Demek ki edilmeyebilir! Haffner ilk kez, SS’in yüzünü gördü.
Bir gün, Reichtag yangını çıktı.
Malum, Hitler’in istediği bir göz, yangın ona, niyetlendiği her şeyi yapabilmesi için fırsat sundu. Yangını kim çıkardı? Genç komünist Van Der Lubbe. İlk toplama kampları için gereken herkesi topladılar. Solcu milletvekilleri, edebiyatçılar, sevilmeyen doktorlar, bürokratlar, avukatlar. İşin vahim ve bir o kadar ilginç yanı ne? Yazar’a göre, “...komünistlerin suçlanmasının neredeyse herkes tarafından kabul görmüş olmasıdır.” Haffner, bir komünistin parlamentoda yangın çıkardığı iddia edilse bile, kendisinin istediği gazeteyi okuyamayacak olmasını hakaret olarak algıladığını söylediğinde de (arkadaşlarına), içlerinden biri ‘neşeyle’ şu yanıtı vermiş: “Hayır, neden öyle hissedeyim ki? Şimdiye kadar ... mi okuyordunuz?” Bir gün, sonu gelmeyen büyük şaşaalı törenler, nümayişler başladı. Bir yerlerde sürekli olarak nedeni tam bilinmeyen kutlamalar yapılıyordu. İnsanlar kutlamalara katılmak zorundaydı. Kutlamalara katılmak, Haffner’in ifadesiyle, gözlerden ırak bir SA kışlasında anüsüne sokulan bir hortumla bağırsaklarının şişirilmesinden iyiydi:
“İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu –bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu...”
Bu arada hayat devam ediyordu. Günlük alışkanlıklar, konserler, dans partileri, birahaneler, doğum günleri... Yahudileri boykot çağrıları yapılırken. Eve gitmeye de müsaade ediliyordu henüz! Arî olmayan unsurlar dükkanlardan çıkarılırken. Mahkemeler kararlarını ‘kanuna’ uygun bir biçimde veriyorlardı. Kanunların koruyucu kanatları altında mutluydu hâkimler. Hukukçular. Almanlar alışıyordu ve hâlâ, pek çoğunun başına hiçbir şey gelmemişti. Ortalama insan bir tımarhanenin sakini oluyordu yavaş yavaş. Arka arkaya kararnameler yayınlanırken, temel hakları askıya alınmış Nazi rejiminde. Bazen ‘eski yargı,’ güzel kararlar da alıyordu ve bu, Nazi olmayanlara moral veriyordu.
Bir gün, kitaplar yakıldı ve bu, gazetelerde bir haber oldu yalnızca.
Yakılan kitaplar kitapçı ve gazetelerde de bulunmuyordu: “Yaşayan Alman edebiyatı, iyi ya da kötü olduğunu bir yana bırakalım, kazınmıştı ülkeden... Birçok gazete ve dergiyi, gazete büfelerinde bulmak mümkün değildi artık...” Bulunanlar da artık Nazileşmeye başlamıştı.
Nazi olmayanların hayatta kalabilme çabaları, görmezden gelme denemeleri, bunu başarabilenler ve başaramayanlar, pastoral edebi ürünlerdeki patlama, arkadaşların birbirine kurşun sıkar hale gelmesi, özel hayata çekilme çabasının işe yaramaması (çünkü Nazilerin her yere, bir özel yaşam bırakmamacasına sızması ve sınırları kaldırması) ve nihayetinde, ‘gitmek!’ Haffner diyor ki, “Bizzat Alman milliyetçileri mahvetmişlerdi Almanya’yı.”
Neredeyse bütün kitabı anlattığımın farkındayım; bir yerde durmak gerekiyor!
Yazının başlığıyla bitsin bu yazı da...
Haffner, Naziler etki alanını artırdıkça, bir süre önce muhalif olanlardan da muhtelif gerekçelerle katılım olduğunu belirtiyor:
“En basit ve neredeyse bütün örneklerde, biraz deşildiğinde en temel neden korkuydu. Sopa yiyenlerden biri olmamak için sopa atanların safına katılmak. Ve hemen ardından: Biraz müphem bir sarhoşluk, birlik ve beraberlik coşkusu, kitlelerin çekim gücü...”
Kitabı, ısrarla öneririm.
Yalnızca ortalama bir insan ömrü kadar geçmişte kaldı Nazi deneyimi. Günlük yaşamın bir biçimde devam ettiği, insanların en çılgınca davranışları bir süre sonra kanıksadığı ve ‘normal kavramların, bir kabus gibi tam zıddına dönüştüğü’ bir deneyim...
Kitap önerisi: ‘Kitle’ ve ‘ruh’ sözcüklerini bu kadar çok kullanınca, Gazete Duvar yazarı sevgili Ahmet Murat Aytaç’ın, Kitlelerin Ruhu (2011, Dipnot) adlı eserini önermeden olmaz.
Yazı önerisi: Haffner hakkında Duvar’da gözden kaçırdığım bir yazı daha yayınlamış. Soner Sert’in tanıtımını buraya bırakıyorum.