Dayanışmacı egoist oluş
Mülteci krizi, açlık, savaşlar, ekolojik felaketler… Küresel kapitalizmin bünyevi açmazları doğru okunduğunda, geleneksel yaşam biçimlerimizi sürdürme inadı, türümüzün kolektif zekasını aşındırıyor.
Suat Hayri Küçük
“Cennetin kapısı içeriden açılmayacak;
cehennem ateşi gözyaşıyla sönmeyecek...”
İnsan egoist ya da dayanışmacı değildir. İnsan egoist dayanışmacıdır. Dayanışmayı insan olmanın eşiğinde icat etmiştir, egoizmi sayesinde. Şimdi tekrar ve fakat fark yaratacak biçimde dayanışmayı, egoizme yaslanmayan dayanışmayı icat etmek zorundayız.
19. yüzyıl şair-filozoflarından Heinrich Heine, “Vahşi, karanlık zamanlar gümbürdeyerek bize doğru yaklaşıyor ve yeni bir kıyamete dair yazmak isteyen peygamber, bütünüyle yeni canavarlar icat etmeli, öyle korkunç canavarlar ki Aziz Yuhanna’nın antik hayvan sembolleri onların yanında öten kumrular ve mırıldanan aşk tanrıları gibi kalsın” demişti.
Her çağın ontolojisini bir kavramla kristalize etmek istesek, çağımızın kavramının kriz olduğunu söyleyebiliriz. Düşünsel, kültürel ve ekolojik krizler yaşamı yaşanmaz kılıyor ve dünya maruz kalınan bir tufan yerine dönüşüyor. Yaşamın vasatının var kalmaya çekildiği endişe nehri bulanık akıyor, el yordamıyla yeni bir yol yapmaya çabalıyoruz, ümitsizce…
“İnsan nedir?”, “Yaşam nasıl mümkündür?” ve “Dünya beşik mi mezar mı bizler için?” soyundan sorular kasvet ve kedere gark ediyor sıklıkla. Bilmenin ve haklı olmanın kurucu kuvvetten yoksun olduğu çağımızın boş göstereni de hurafe olsa gerek. Mutlak kırılganlıklar ve müphemliklerin salgıladığı hurafeler düşünsel evrenimizi büzüştürüyor. Kesif bir hurafe olan hâkim küresel sistemin (neoliberal kapitalizm) alternatifinin olmadığına duyulan inanç olsa gerek. Vasattaki yaygın sol da bu durumdan nasibini almış ve kapitalizmin zalimliğinden yakınıyor. Bu kriz sağanağında barutu ıslanan sol, ahlaki üstünlüğünü korumanın kefaretini gerçek bir alternatif arayışından yoksunlukla ödüyor…
“Gücümüz, siyasal tasavvurumuz, çözümlerimiz ancak imkânsız durumlarda ortaya çıktıkları zaman sahiden radikaldir. Kargaşa halinin siyasal tasavvurumuzu harekete geçirip gerçek güçlerimizi, olağan hayatta farkında olmadığımız güçleri açığa çıkarması mümkündür” diye Mao’ya reverans yaparak, tıpkı komedide olduğu gibi krizi itici güç olarak alımlamakla akışa geçen eylem, acıma ve hislenmenin ötesinde beklenmedik hazlar ve neşe getirir. Tıpkı komedi gibi kriz/felaket oluşları da pir paralaks oluşturarak gerçekliğin örttüğü mümkünler alanını görünür kılabilir. Hakikat bir leke gibi görünür gerçekliğin beyaz körlüğünde.
Komedide merhamet dilenmez, gereğince haşin olunur ve diktatörler şeytanlaştırılmaz, acınası tipler olarak dünyevileştirilir. Bu kaydırma ile ayağa kalkılır ve o devasa güç figürleri gülünç, zavallı istifçilerin göz hizasından görenin anlamı da kat edilir. Hisli gerçekçiliğin gerçeğe dair bir fantezi olduğu belirir. İnsan hayatının gülünçlüğü, insan organizmasının kusurlu oluşu ve kolektif hurafelerin ahmaklığı antihümanizmin neşeli cüretiyle onaylanır.
Jela Krečič, mizantropik bir tür olan komedi için şöyle diyor: “Komedide her bir bireysel varoluş değeri kanıtlanması gereken bir şeydir; bu değerin en iyi kanıtı da insafsız bir alaya açıktır aynı zamanda.”
Gaddar ve arsız popülist nefret karşısında solun yanıtı çokkültürcülük, kimlik siyaseti ve siyaseten doğruculuktan başka bir şey olmak zorunda. Zorunda, çünkü bu eksende verilen mücadelelerin soğurduğu kuvvet sermaye akışları ve güç kullanımlarıyla kendini yeniden üreten kapitalizm açısından bir sürtünme yaratmıyor. Ve hatta kapitalizmin sürekli güncellenen kapma aygıtlarınca temellük ediliyor bu kuvvetler. Eza, ezilenlerin bedenine nakşedilmiş olduğundan, kimlik üretimi hep ve zorunlu olarak başkalarının cürümüdür. Cehalet ya da kötülük değil, sınıftır konuşan...
Zaman kurucu bir güç değildir. Aksine, kurucu güçlerin salgıladığı bir ilişki ve örüntüdür zaman. Geriye dönüş imkânsız, gelecek gelmeyecek; icat etmek zorundayız geleceği. Popülist hınç; güvencesizlik, öfke ve çaresizlik hislerine doğrudan bir yanıt/nesne olarak arenaya fırlatıyor göçmenleri. Geleceğin gönenmesi için, geleceğimizi salgılayabilecek bağlantılar kurmak zorundayız.
Solun mültecilere karşı insancıl çağrısı, politik bir meseleyi vicdanlara havale ediyor. Alenka Zupančič, “Solun fiili siyasi iktidar heveslerinden uzun zaman önce vazgeçtiğini, kendini Hegel’in ‘güzel ruh’ diye tarif ettiği rahat konuma teslim ettiğini söylemek hiç mi hiç abartılı olmaz. Oysa iktidar (bir şeyi gerçekleştirme gücü) siyaset için elzemdir” diyor. Başka bir yerde de şöyle sürdürüyor bunu: “Ahlaki öfke en verimsiz duygulardan bir tanesi, ama yine de insana hatırı sayılır libidinal tatmin sağlıyor. 'Verimsiz' derken şunu kastediyorum: Kendimizi ahlaken üstün hissetmenin tatminini veriyor bize, kendimiz haklıyken başkalarının hatalı olduğu hissini veriyor. Bu duygunun işlemesi için gerçekte hiçbir şeyin değişmemesi gerek. Aslında derdimiz bir şeyleri değiştirmekten çok, her defasında haklı olduğumuzu, iyinin ve doğrunun safında olduğumuzu kanıtlamak. Hegel bu tavır için nefis bir isim bulmuştu: 'Güzel ruh.' 'Güzel ruh', etrafında hep kötülük ve alçaklık görür, ama eşyanın düzeninin olduğu gibi devam etmesinde kendisinin ne ölçüde payı olduğunu göremez. Burada kastedilen elbette dünyanın aslında kötü olmadığı değil, bizim de bu kötü dünyanın parçası olduğumuz."
Liberalizm ve milliyetçilik Janus1 başı gibidir. Mülteci krizi karşısında yükselen milliyetçilik ile bu krizin sebebi olan liberalizm aynı ağacın zehirli iki meyvesidir. Milliyetçiktik, kapitalizm tarafından üstbelirlenmekte, ona içrek olarak serpilmektedir ve siyaset dışına sarkmış bir dille konuşmaktadır. Kriz olmasa mülteci de olmazdı.
İnsan kaçtığı şeyin bir parçasını yanında taşır; kıyısını sırtında taşıyan nehirler, kökü sırtında devrilen ağaçlar gibi. Mağduriyetten, ahlaki içerlemeden siyasal öznellik devşirme çabası, mültecilerin artık herhangi bir topluluğa ait olmadığını, insanlıktan çıkarılmış olmanın ıstırabı içinde ve bütün hukuk sistemlerinin kör alanına sürülmüşlerdir. Fakat unutmayalım; diktatörler kederli halklar isterler. Endişe nehri kasvetli ağıtlar yakar. Despot teskin eder, bir kitsch manzaraya dönüştürür dünyayı. İnsandan geriye kalan çıplak yaşam, biyopolitika rejiminin öznesi, bu biyopolitik ideolojik evreninde ontolojik koşula dönüşür. Böylece, mültecilerin hakikati bu dünyanın gerçeğiyle örtülür. Mülteciler haydut olmadıkları gibi meleksi kahraman da değildir. Kurban olarak imgelenen mülteci figürü, biyopolitika teorilerinin sınıf mücadelesi dışında bırakmakta ve sistemin kurucu şiddet olarak içermektedir. Mültecinin bedeni siyasal yaşam (zoe) ile a-siyasal çıplak yaşamın (bios) ötesinde sınırötesi bir konumda, insan-yurttaş özdeşliğini sorunsallaştırır; ulus devlet mevhumunu ontolojik krize sokar.
“İçinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcına bir fars (11 Eylül), bir de trajedi (2008 finans krizi) damgasını vurdu. Bu yüzyıl, muhtemel sonucunu olsa olsa cahillerin öngörmeye kalkışacağı bir kriz yüzyılı olacağa benziyor” diyen Agon Hamza’nın doğrulandığı Covit-19 pandemisi, ekolojik yıkımların geometrik hızı ve göçmen krizi, tehlikeli düşlerimizin daha derinlere inmesi gerektiğini söylüyor bize. Solun zayıf ve marjinal olduğu durumlarda krizler sağın yelkenlerini şişiriyor. (Ankara’da göçmenlere karşı gerçekleşen “11 Ağustos Pogromu” bunun somut ve güncel örneği olarak okunabilir.) Krizler, kapitalizmin mezar kazıcılarının yeni aletler icat etmesi için alan açabileceği gibi, kapitalizmin içsel bir “devrim” momentine de dönüşebilir. Evet, kapitalizm elbette çökebilir fakat biz başka bir dünyayı inşa etmeye hazırlanmıyorsak ve akışların dışında bir manzaraya bakar gibi dünyasız kalmışsak, çökecek olan kapitalizm bizi de kendi cehennemin çekecektir. İşte Marksist’i komünist yapan şey tam da burada belirmektedir: Praksis! Artık tek mümkün eleştiri devrimdir!
Birikimin ve özel mülkiyetin şiddeti, mülteci krizinde kendini var kalmanın şiddeti olarak üretiyor. Öfke birikiyor; biriken öfkenin nefrete dönüşmemesi için, bu öfkeyi esas hedefine, insanı mülteci yapan küresel kapitalizmin yapılarına yöneltmeliyiz… Elbette bu aynı zamanda bir kavram sabrı gerektiriyor.
İnsanların kitleler halinde doğudan batıya doğru akışını, kapitalimin siyasal iktisadı içinde tahayyül etmeliyiz. Sermaye dolaşımının akışlarına maruz kalan ülkelerin her açıdan çölleşmesi, manipüle edilen din, tahakkümün ve kapitalist gaspın estetiği olsa gerek. Burjuva ahlakınca estetize edilen evrenselliğin diz çöktüğü yerde başlar kriz. Kriz, sola meydan okuyor. Agon Hamza, “Mülteci krizini yaratan toplumsal ve siyasal koşullara yaklaşımda solcu analitik paradigmayı kullanmak yerine, bu kriz solun kavramsal çerçevesini yeniden düşünmenin koşulu olarak kullanmamız gerekiyor” diyor. Çokkültürcülük, küresel kapitalizmin paravanı olarak, sınıf mücadelesinin bastırılması ve yerinden edilmesi için ideolojik cihaz olarak işlemektedir. “Agamben ve Foucault’daki biyopolitika yeni tahakküm biçimlerine aşırı yatırım yaparken kapitalist sömürüyü teorik paradigmadan çıkarır, böylelikle piyasayı aklamış olur” diyor Jamil Khader. Kapitalizmin semptomlarını (ekolojik kriz, göçmen krizi vb.) analiz edip ahlaki eleştiriye tabi tutmak, ya da hakim ideoloji tarafından üstbelirlenmiş mücadelelerde barutunu ıslatmak depolitizasyona neden oluyor. Agon Hamza, “Mülteci krizi ahlaki bir kriz değil, küresel geç kapitalizmin dinamiklerinin önayak olduğu ve şiddetlendirdiği bir kriz” derken, sınıf mücadelesinin yerini empatiye bırakmamamız gerektiğini de söylemiş oluyor. Tam da bu nedenle Badiou’nun “fark etiği” ile “hakikat etiği” arasındaki başkalığa dikkat çekmesi önemlidir. Geçmişe odaklanan fark etiği karşısında hakikat etiği eylemin tarihsel zemininde olay oluş olarak belirir ve geri getirilmek istenen şeyin kaybından önce zaten mevcut olmadığını görünür kılar. Bu yüzden, tam da şimdi, dinin, milliyetin ya da tümüyle muhafazakarlığın icat edilmiş geleneklerine dönmemek için, bir miktar Kantvari düşünüp, “aklın özel kullanımı”ndan “aklın kamusal kullanımı”na geçmek zorundayız.
Hüsrana uğrayan arzunun saldırganlığa dönüşmesi olarak tecessüm eden yabancı nefreti, şüpheci bir gözle maluldür ve daima aradığını görür. Sürmekte olan mülteci krizi, açlık, savaşlar, ekolojik felaketler… Küresel kapitalizmin bünyevi açmazları doğru okunduğunda, artık geleneksel yaşam biçimlerimizi sürdürme inadı, türümüzün kolektif zekasını aşındırıyor. Devletin ve piyasanın çıkarlarınca biçimlenen burjuva aklın ufkunu eşik belleyip, kendimizi yabancı biri olarak görebilmek için, zımnen nesnel koşullarımızla öznel ilişkimizi belirleyip, bu koşulları öznelleştirmekle başlamalıyız…
Çünkü bir kaplan kaplanlığını ilan etmez, avının üzerine atılıverir…
Not: Bu metnin tam hali Sanat ve Hayat dergisinin yeni sayısında yayımlanacak.
1- Janus, bir yüzü sağa bir yüzü sola bakan iki yüzlü Roma tanrısıdır.