Dayanmak ya da dayanışmak: Bir metafor olarak Squid Game
Günün sonunda, "Squid Game"in, üstü kapalı sorduğu sorulara yenileri ekleniyor: "Adil olanı nasıl tesis edeceğiz derken, hıncın devreye girdiği noktada adalet nereye düşer?"
Zeynep Özen
Bilim kurgu edebiyatının türsel kalıplarını kıran yazar-aktivist Margaret Atwood, “her ütopyanın aslında distopyayı içinde barındırdığı”nı söyler. İdeal toplum ve onun negatif baskısı gibi duran sistemler arasında keskin bir ayrıma gitmeyi uygun bulmayan yazara göre, her ikisi de aslında birbirinin tezahürüdür: Her ütopya gerçekleştiği andan itibaren bir distopyaya dönüşebilme potansiyeline sahiptir. Ya da belirli bir azınlığın ütopyası, her zaman “diğerleri”nin distopyasıdır. Ama her distopya da ütopik olana referansla bir değişim umudu taşır (1). Bunun anlatısal karşılığı ise, en sert eleştirileri getirebilme cüretiyle şimdiki zamanda deneyimlenen gerçekliği metaforik bir düzleme taşıyan varsayımsal kurgudur.
Son zamanların yeni fenomeni olan Güney Kore yapımı "Squid Game"i bu açıdan değerlendirmek nasıl olur? Hwang Dong-hyuk tarafından yazılıp yönetilen dizi, sadece Netflix’in en çok izlenen yapımı olmasından dolayı değil, aynı zamanda şiddeti estetize etmesi, toplumsal cinsiyet kalıplarını yeniden üretmesi ama en çok da getirdiği ekonomi-politik eleştiri bakımından tartışma konusu. Bunun en önemli nedenlerinden biri, kurgunun gerçek hayata sirayet etmesinden çok, Atwoodvari bir şekilde kurgunun yaşanılan gerçekliğin sert bir yansımasını, başka deyişle bugünün gerçek distopyalarını ekrana taşıması gibi duruyor. Öte yandan dizinin etkileme gücünü, Güney Kore’nin ahvaline ilişkin bilinmedik/başka manzaralar sunmasıyla da sınırlamamak gerekiyor. Çünkü "Squid Game", adil olanın ne şekilde tesis edilebileceğine ilişkin örtük sorusuyla birlikte, harcanabilirlik üzerinden kendisini kuran, çokça vurgulandığı gibi borçlandırma esasıyla kendisine “mahkum eden” neoliberal sistemde özneler olarak hayatta kalabilmenin metaforu olarak işliyor. Bu açıdan dizinin, insani olanın tanımını veren en temel ve evrensel ilke olarak yaşam hakkının bile müzakare edilebilir/tedavülden kaldırılabilir olduğu, neoliberalizmin maskesinin tümüyle düştüğü salgın sonrası dünyada izlenme rekoru kırması tesadüf değil. Deyim yerindeyse, anlatılanlar aslında bizim hikâyemiz.
NEOLİBERAL SİSTEMİN ALTI(N) KURALI (Yazı buradan itibaren spoiler içermektedir.)
İlk bakışta "Squid Game", "Battle Royale" ya da "Açlık Oyunları" filmlerinde de gözlemleyebileceğimiz tematik bir özelliğe sahip: Beden üzerinden inşa edilmiş rekabetçi disiplin rejiminin popüler bir eleştirisi. Bu açıdan distopik metinlerin en bilindik unsurlarını onda da görmek mümkün; katı hiyerarşiye dayalı tektipleştirme ve onun simgesi olan üniformalar, öznel olanı silmenin ve anonimleştirmenin metodu olarak işleyen isimsiz kılma veya özneleri kodlara indirgeme, insanın kötücül doğasına ilişkin yapılan atıflar ve özellikle “ada” alegorisinin karanlık versiyonlarına göz kırpan biçimsel-anlatısal tercihler, kimi zaman bir bohça misali önümüze seriliyor. Hatta dizinin konusunu okuyunca, 456 kişilik bir kaybedenler kulübünün, hapishane ya da deney filmlerinden sıkça alışık olduğumuz ama Güney Kore sinemasına özgü o grotesk formla da düzenlenmiş bir ortamda, çocuk oyunları oynayıp büyük ödülü almak için yaşadıkları can pazarı fazla çekici gelmeyebiliyor. Yine de başlangıç olarak dizinin ayırt edici noktalarından birinin, kaskatı olabilecek bir öyküyü veya en basitinden eziyet filmine (torture-porn) dönüşebilecek bir anlatıyı, kendisini bekleyen tuzakları görerek dış gerçekliğin etkisine, oradan gelecek müdahalelere, delinmelere ya da eksen değişimlerine açık kılması olduğunu söyleyebiliriz. Dizinin diğerlerinden ayrışan başka bir özelliği ise, öyküdeki oyuna dahil olanların daha en başından beri kendi öznelliklerini açabilmeleri, paylaşıma vurguları ve bir arada kalabilmenin önemine değinmeleri. Oyuncuların bir sayıdan ibaret olmayı reddedip kendi “adlarını” duyurmalarıyla, bir arada kaldıkları müddetçe hayatta kalabilecekleri sonucuna varmaları eş zamanlı ilerliyor. Hem dışarıdan gelecek etkilere açıklığı hem de hikâyelerini öğrendiğimiz karakterlerle özdeşleşmemiz, oyunların gerginliğini zirveye çıkarıyor. "Squid Game" için son dönemin gerilimi en yüksek dizisi diyebiliriz.
Yine de dizinin en özgün yanı ya da esprisi, olay örgüsünü de oluşturan her oyunun, aslında neoliberalist ekonomik-toplumsal sistemde “oyunda ve/veya hayatta kalmanın” temel düsturlarını ortaya koyuyor olması. Oyuna kabul edilme şansının ne kadar hor görülebilir olduğunun ispatına dayalı olduğu aşamayı geçenleri, altı etaplık bir oyun bekliyor. İlk oyun olan “kırmızı ışık, yeşil ışık” adlı eleme, görünüşte zamanlama yeteneğine ama aslında nerede duracağını ve hareket edeceğini belirlemeye dayalı bir oyun olarak, sistemin en acımasız ve neredeyse faşizan işlediği bir aşamaya tekabül ediyor. Burada “faşizan” ifadesini kelime yoksunluğundan değil, bizatihi izlenmesi son derece zor olan bu sahnedeki görselleştirme tarzının, tuhaf bir şekilde "Schindler’in Listesi"ndeki o ünlü keskin nişancı sahnesine benzediğini vurgulamak; belirli bir mesafeden, hatta nişancının gözüne yerleşerek henüz tanıma fırsatı bile bulamadığımız insanların rastlantısal olarak toplu kıyımına tanık olduğumuz için de kullanıyorum. Ne var ki buradaki fark, daha en baştan hesaptan düşülebilir olarak damgalananların, Achille Mbembe’nin deyişiyle “atık popülasyon”un, artık ince bir matematiksel hesaba dayanılarak yok sayılması.
“Şemsiyeli adam” bölümündeki ikinci oyun, kendini oyunda/sistemde tutacak ve koruyacak kişisel taktiklerin geliştirilmesine ilişkin. Neoliberal sistemin tedrisatından geçmiş beyaz yakalıların rahatlıkla geçebileceği bu etap, toplumsal kesimin daha alt tabakasında bulunanların geliştirdikleri kişisel taktiklerin uygulanabilir bir stratejiye dönüşebildiği noktada hayatta kalabileceklerine vurgu yapıyor. Elbette hile yapmak da bu anlamda mübah. Üçüncü oyundaki “takımına sadık kal” düsturu ise bu kuralı iyice zihne kazıyor. Ama bu kez kadınların zayıf halka olarak tanımlanıp dışlandığı eril iktidar noktasında mesele rakiplere karşı geliştirilen stratejik zeka olarak ortaya konuluyor ve istisnasız herkes stratejiyle biçilmiş pozisyonlarına göre tanımlanıyor.
İktidarın manipülasyon gücünü/kitlesel etkisini ölçmek için dizayn edilmiş dördüncü aşama, aslında birlikte hareket etmenin her zaman dayanışma anlamına gelmediğini vurguluyor. Hatta stratejik davranma/pozisyon alma, dayanışmanın alanını zapt ediyor ve anlamını yok ediyor. Stratejik birlikteliklerle dayanışma arasındaki fark, grup dinamiklerinin ne denli kırılgan olduğunu, birbirine düşmenin ya da iktidar tarafından birbirine kırdırılmanın ne denli kolay olabildiğini de gösteriyor. Beşinci oyun ise, bir öncekinden aldığı güçle, neoliberalist bir düzende başarının anahtarının, kolektifler içinde birbirinin ayağını kaydırmak ve güçsüz varsayılanı iptal etmek olduğunu duyuruyor.
Bütün oyunların içinde belki de en can yakıcı olanı altıncısı, “camdan köprü” oyunu. Çünkü bu bir hafıza oyunu. Özellikle kadınlar için fazlasıyla anlam ifade eden cam bir tavanda uygun yerlere basmaya ve karşı tarafa geçmeye dayalı bu oyun, önceki hataların kaydedilip tekrarlanmamasıyla, hep birlikte hareket edebilme refleksiyle kazanılabilir. Kaybın ardından gelen bilgiyle aynı hataya düşmemenin, kişisel tarihe ve emeğe güvenmenin bir nihayete varacağının gerçekten hissedildiği bir aşama burası. Hakiki bir dayanışma, bu hafızayla ortaya çıkacak. Ne var ki geriye, gerçekleşemeyen bir hayalin bıraktığı acı tat kalıyor.(2)
Son oyun aslında en tahmin edilebilir olanı; diziye ismini de veren kalamar oyunu (3), belli ki sert geçecek. Zirvedeki rakiplerin bu kıran kırana savaşından -bir tür gladyatör dövüşünden- kimin sağ çıkacağı veya dizinin kurgusal motivasyonunda kime duygusal yatırım yapacağımız az çok belli. Burası aynı zamanda sistem eleştirisi yapan bir anlatının ters köşe yapmasını da beklediğimiz bir an. Bu konuda da elimizin boş kaldığını ya da en fazla feda kültüyle dolduğunu söyleyebiliriz.
Şüphede kalınan ne varsa cevaplanan ama yanıtların ne derece tatmin edici olduğunda da şüphe uyandıran sürpriz final, "Squid Game"in ikinci sezonunu müjdeliyor. Ancak hikâyenin kişisel adalet ya da intikam döngüsüne girebileceğini de buradan anlıyoruz. Günün sonunda, dizinin üstü kapalı sorduğu sorulara yenileri ekleniyor: Adil olanı nasıl tesis edeceğiz derken, hıncın devreye girdiği noktada adalet nereye düşer? veya güvene, dostluğa dayalı yeni kolektifler kuramayacaksak, biz nereye düşeriz?
Düşmemek ve sistemin üstümüze çöktüğü anlarda nefes almak için “dayanışma yaşatır”, halen en geçerli formül sanki.
Dipnotlar
1. Atwood’un bu konudaki yazılarından biri için bkz.
2. Toplumsal cinsiyet açısından kadınların elenmesine dair haklı eleştiriler, aynı zamanda buradaki sembolik anlamla birlikte de okunmaya müsait; sona gelmeye hak kazanmış kadın oyuncu Kang Sae-byeok’un tabiri caizse cam tavandan sıçrayan şarapnelle vurulması, finalist olarak sadece erkekler düşünüldüğü için son yemekte oyunculara smokinlerin verilmiş olması, sistemdeki cinsiyet ayrımcılığının öngörüldüğüne ilişkin ipuçları sunuyor.
3. Dizideki kontrol gücünü sağlayan askerleri hiyerarşik olarak sembolize eden çember, üçgen ve kare, sırasıyla bir araya getirildiğinde Güney Kore lisanında kalamar demek. Aynı zamanda squid yani kalamar, sokak dilinde kendine fazla güvenen ama boşa çıkan rakip (fos) anlamına geliyor. Squid Game’in çevirisini buradan düşünmek de mümkün: fos ya da boşa çıkan oyun.