‘Eşcinsellik meşrulaştırılıyor’ çığlıklarıyla İstanbul Sözleşmesine itiraz edilirken yurdum akademisyenlerinden iki kişi “İstanbul Sözleşmesinde eşcinsellik kavramı geçmediği için LGBTİ+ aktivizminin terör kapsamına alınması zor olmaz” şeklindeki bilimsel(?) hükmü apaçık tezat. İlk bakışta iki karşıt görüşten söz edildiği düşünülebilir ancak aynı siyasal hedefe yöneldikleri de ortada. İster akademik olsun ister sivil sesler gibi görünsün aynı amaca hizmet için üretilen söylemler. İktidar tarafından geliştirilecek politika için toplumsal/bilimsel zemin görüntüsü teşkil edecek. Oportünizmin egemenliğindeki sağ siyaset için politik faydanın geleceği yerden çok gideceği hedef önem taşır. Belki de ‘hedeflenen politik faydaya ulaşacak yolda her çelişki mubah’tır. Üstelik farklı tonlarda, karşıt duruşlar gibi görünerek her iki durumda da İstanbul Sözleşmesi ekseninde tartışma yürütülmesi sağlanıyor ki iktidarın, sözleşmeden caymak için aradığı kaçamak yolları sunmaya elverişli zemin oluşuyor böylece.
Esasen son yıllarda ülke siyasetinin tüm yolları öyle veya böyle İstanbul Sözleşmesine çıkıyor. LGBTİ+ aktivizmini “terör” ilan etmeye hazırlanan “de facto diktatörlük” için geçerli(?) gerekçeyi iki akademisyenin İstanbul Sözleşmesinden yararlanarak kamuoyuna sunması, yakın gelecekte yaşanması muhtemel toplumsal, siyasal çatışmalara kaynak teşkil edecek gibi. Haliyle daha çok konuşacağız İstanbul Sözleşmesini. Öncelikle “de facto diktatörlük” tespitini anlamakta fayda var.
Alman Bartelsmann Vakfınca yürütülen araştırma raporu, basında geniş yer bulmuştu hatırlanacağı üzere. İlkin Deutsche Welle Türkçe, Bartelsmann Vakfının yayınladığı “Dönüşüm Endeksi (BTI)” raporunu haberleştirdi geçen Çarşamba. Vakfın 2004’ten beri her yıl yaptığı araştırmayla ülkeler, üç kategoride puan verilerek sınıflandırılıyor. Araştırmada Türkiye, demokrasi statüsü alanında, 10 üzerinden 4.9 puanla, 137 ülke arasında 77’inci sıraya yerleşmiş. Basın özgürlüğünün kısıtlanması, hak ihlalleri ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin yok edilmesi gerekçe gösteriliyor bu sıralamada. Ve Türkiye araştırma tarihinde ilk defa “ılımlı otokrasiler” sınıfına giriyor.
Demokrasi Statüsünün alt ayrımlarından birisi olan “devletin temel işlevlerini yerine getirme kabiliyeti” açısından 7 puan verilmiş. Diğer başlıklarda sırasıyla "siyasi katılım" 5,80, "siyasi ve toplumsal entegrasyon" 5,30, "hukuk devleti" 3.5 ve "demokratik kurumların istikrarlılığı" kategorisinde ise 3 puan alabilmiş. Demokrasi statüsünde 77’inci olan Türkiye’nin Ekonomi statüsüyle 50’inci sırada yer aldığı görülüyor. Üçüncü başlık olan "Yönetişim Endeksi" sıralamasında ise 95'inci ülke olmuş. Türkiye iktidar çevrelerince, “yalnız ve güzel ülke” vasfıyla sıfırcı hoca değerlendirmeleri yüzünden sınıfta çakıyor olabilir. Şüphesiz böyle söylenir ve iktidar tarafından itibar edilmez ancak yaşayarak bildiğimiz, tecrübeyle sabit gerçekler de değerlendirmeleri doğruluyor.
Aşırı güçlü Cumhurbaşkanlığı ile demokratik sayılamayacak başkanlık sistemine geçildikten sonra diktatörlük tanımıyla uyumlu bir işleyişe her alanda şahit oluyoruz. Ve Afrika-Orta Doğu Bölgesindeki ılımlı otokrasiler arasına yerleştirilmesi de keza gelişmelere aykırı düşmüyor. Can yakıcı tespitler bunlar. Esasen uluslararası ortamın diplomatik rekabetinden de etkileniyor olabilir. Ancak iç politikadaki gerçekliğe tekabül eden bir yanı kesinlikle var. Şahsen can yakıcılığını, kendime ülkeme yakışmayan durumlara düşmekle ilişkili görüyorum. Gerçeklerin acı oluşundan geliyor tabii. Bir başka acı gerçek de raporun demokrasi açısından dünya genelindeki gerilemeyi tespit edişi. Üstelik Covid-19 pandemisiyle otoriter eğilimlerin yükselişine dair öngörüler de yer alıyor raporda. Salgın bir gün bitince başlayacağı düşünülen yeni normalin, ülkemizdeki "de facto diktatörlüğü" güçlendirmesi ihtimali de yüksek diyebiliriz bu durumda.
Zaten tüm yönetimsel işlemler, aşırı derecede merkezileşmedi mi? Şiddetle mücadele mekanizmaları işletilmiyor CİMER’e yazılmadığı takdirde. Bu tek örnek bile fiilî dikta rejimini ispata yeter, delile hacet varsa. Diğer yandan alelade teknik açıklamalar bakanlar, bürokratlar tarafından yapılırken dahi araya bir “sayın cumhurbaşkanımızın…” yan cümleciği sıkıştırılma hali dikkate değer. Bir “söyleme mecburiyeti” hissiyatı açıkça görülüyor, işleyişe dair beyanlarda. Deprem olsun, pandemi olsun, ekonomi olsun, eğitim olsun akla gelebilecek her alanda rutin işleyiş için bile “Sayın Cumhurbaşkanımız” vurgusu bir cümleye iliştirilmeden açıklanamıyor kamuoyuna. Bir tek çocuğun cinsel istismarına af teşebbüsü ve şiddetle mücadele mekanizmalarına itirazlar, eleştiriler hariç. Bu konularda hiç cumhurbaşkanı adı geçmiyor, dikkat edilirse. Kendisi de en son Diyanetin hutbe krizinde açıkça dile getirmedi LGBTİ+ karşıtlığını. Örtük biçimde sahiplendi memuru olan Ali Erbaş’ı. Artık tüm kamu çalışanları devletin değil Cumhurbaşkanının personeli ne de olsa. Yani artık devlet denilen koca aygıt, Cumhurbaşkanından ibaret.
Korona virüsü fırsatçılığıyla çıkarılan infaz paketi, Diyanetin hutbeye sokuşturduğu kişisel veya partizan yorumların ilahî hüküm sayılması, yeni normalimizin şimdikinden çok daha fazla şedit baskılara gebe olduğuna dair ipucu niteliğinde. KHK’larla yoksullaştırılan akademiden makbul bilim insanlarınca yapılan açıklama da fiilî diktatörlüğe hizmet için üniversite desteği sunma çabası. Din, akademi, sivil toplum sacayağı üzerinde yükseliyor, ılımlı otokrasi. İktidara destek verenler kendi ahlakçı ahlaksızlıklarıyla toplumu ahlaklandırma eğiliminde yarışıyor. Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Asım Yapıcı ve Doç. Dr. Emir Kaya tarafından yükseltilen nefret söylemiyle Ali Erbaş’ın hutbede yer verdiği hedef gösteren açıklamalarının aynı günlere denk gelmesi hayli kritik öneme sahip. Kamu güvenliği öncelikli siyasal sistemin diktatörlüğe evrilmesini kolaylaştıran şifre sözcük de terör malum…
“Bir günde bu LGBT aktivistlerinin terör örgütü olarak adlandırılmasının önünde hiçbir engel yok.” Adı geçen akademisyenler, sadece son yıllarda tüm muhaliflerin bir şekilde terör yaftasıyla damgalanarak, saf dışı bırakılası yönündeki siyasi pratiklerden yola çıkarak yapmıyorlar bu tespiti. Aynı zamanda başta belirttiğim gibi İstanbul Sözleşmesine atıf yapıyorlar. Türkçe resmi tercümede çoğu yerde üstü kapalı geçse de sözleşmenin bir iki maddede cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadelerine yer veriliyor. Sırf bu nedenle şiddetle mücadele amacıyla hazırlanmış sözleşmeye yüksek itirazlar gelirdi. Şimdi aktivizme terör tanımı getirmek istenirken Sözleşmenin açık şekilde LGBTİ+ tanımına yer vermeyişini dayanak gösteriyorlar.
Dün kadın hareketini terörle ilişkilendirme çabasındaydı iktidar. Kadın hak savunusunun ve eşitlik mücadelesinin PKK tarafından kullanıldığını söylüyordu, Soylu. Şimdi bilimin (?) yol göstericiliğinde sıra LGBTİ+ aktivizminde. Önceki gün insan hakları savunucularıydı zaten ve hala dava sonuçlanmadı, sürüncemede. “Cumhurbaşkanına Açık Mektup” yazılıp yayınlanarak “makbul vatandaş” talepleri duyuruldu bile. Diyanet desteklenir, sözde hadislerden seçkilerle zina ve eşcinsellik bahaneli dizi ve film sansürünü mümkün kılma çabasına toplumsal talep kılıfı geçirildi. Sacayağı tamam yani artık LGBTİ+ bahanesiyle her türlü sivil aktivizmin terör suçu sayılması önünde gerçekten hiçbir engel kalmamış sayılabilir.